Bir gün teşekkür edeceğimiz bir hayat yaşayabilecek miyiz?
Yanında bombalar patlayan bu dünyaya çocuk getirme cesaretine ya da fırsatına sahipken, birileri oralarda hala şiirler yazıp filmler çekebiliyorken, aşık olabiliyor, dostluklar kurabiliyor, belki en küçük fırsatta büyük sofralar kurabiliyorken… Biz neden direnmeyelim? Biz neden tüm bu kötülüklere daha da içimize kapanmak yerine göğsümüzü siper ederek yanıt vermeyelim?
“Televizyonda haber izlemiyorum” dedi kadın, “o görüntülere dayanamıyorum. Gelişmeleri dijital mecralardan takip ediyorum, daha çok da köşe yazarlarından”…
“Whatsapp guruplarının çoğundan çıktım” dedi adam. “Sohbet edelim, birbirimizden haberdar olalım diye açtığımız guruplara sürekli felaket haberleri gönderiyorlardı. Birileri duyarlılıklarını kanıtlayacaklar diye sürekli bunların gözüme sokulmasından hoşlanmıyorum”…
“Salakça romantik komediler izlemek istiyorum” dedi genç kız. “Mümkünse hiçbir şey düşünmeden ekrana bakmak istiyorum. Hatta boş boş bakmak istiyorum”…
“Sürekli tepelerine bombalar yağıyor, sürekli bir savaş hali” dedi genç adam, “böyle nasıl yaşanır düşünmek bile istemiyorum. İnsan isyan etmez mi? Biz izlerken bile akıl sağılığımızı korumaya çalışıyoruz, bu insanlar içinde nasıl yaşıyor?”…
***
Bilgisayarlar, televizyonlar, cep telefonları, whatsapp gurupları, sosyal medya paylaşımları ya da kamu spotu gibi konuşan yakınlarımız, hepsi bize ne kadar kötü bir dünyada yaşadığımızı söylüyor. Sürekli şiddeti tırmandıran devletler, sınır tanımayan savaşlar, vahşet boyutlarında şiddet haberleri, çeteler, paralı askerler, uyuşturucu kartelleri yaşadığımız dünyanın kaçınılmaz gerçeği.
Bütün bunlar bizi umutsuz yapıyor öncelikle. Her şey o kadar sistemsel ve güçlü yapılar tarafından üretiliyor ki, bu kötülüğün sonunun geleceğine inanamıyoruz.
Kendimizi tüm bunlar karşısında küçücük hissediyoruz. Örgütsüzüz, güçsüzüz, kaybedecek çok az şeyimiz var ama onlar da yaşamamızı ancak sağlıyor. Bunlarla mücadele edecek güçten ve olanaklardan yoksunuz, o yüzden küçücüğüz.
Bu yüzden de mutsuzuz. Çünkü sürekli bir suçluluk hissediyoruz. Dünyada bu kadar kötülük varken diyoruz, ağız dolusu gülemiyoruz, içimizden geldiği gibi eğlenemiyoruz, sevdiğimiz şeyleri yerken bazen boğazımıza düğümleniyor, bu dünyaya çocuk yapmak istemiyoruz.
Onlar normalleşemedikçe biz de normalleşemiyoruz. Sırtımızda dünyanın kötülüğünün yüküyle ağır bir hayat yaşıyoruz.
***
Şiddet gerçekten son zamanlarda tırmandı mı? Yoksa iletişim araçları sayesinde daha çok mu görünür oldu?
Yani biz dünyanın en kötü dönemine mi denk geldik? Dünyada bundan daha büyük kötülüklerin olduğu dönemler hiç olmamış mı?
***
Mesele sayı değil elbette. Daha önce çok daha kötüleri yaşanmış olabilir, ya da günümüzdeki teknolojik gelişmeler sayesinde o kötülükler katlanmış olabilir. Görünen o ki insanlık her zaman iyi ile kötünün birarada olduğu ve iyilikten çok kötülüğün görünür olduğu bir tarihe sahip.
Ama işte insanlık tüm bunlara rağmen varlığını devam ettirmiş. Kötüler iyileri yok edememiş.
İyiler kazandıkları zaman gelecek için umut olmuşlar ve ayrıca kötülerin kazandığı zamanları da tarihe kara leke olarak yazdırmayı başarmışlar.
İyilerin tarih yazdığı bir insanlık bugüne kadar gelebilmiş.
***
İş için Bağdat’a giden bir arkadaşım, oradaki büroda çalışan bir sekreterden söz etmişti. Bir gün büyük bir hüzünle yan arsada patlayan bir bombanın yok ettiği akrabalarını anlatırken bir başka gün neşeyle kapıdan girip “saçlarımı yeni yaptırdım, nasıl buldunuz” diye sorduğunu anlatmıştı.
Bir başka arkadaşım Suriyeli göçmenlerin kucaklarında ve karınlarında çocukları gördükçe “bu şartlarda nasıl çocuk yapabiliyorlar hala inanılmaz” diye konuşmuştu.
80’li yıllarda cezaevlerinde ağır işkenceler görmüş bir gurup kadınla yaptığım röportajda şöyle bir anı anlatmışlardı: Jandarmalar bir gün tüm mahkumları koğuştan çıkartmışlar. Sonra büyük bir öfkeyle içeriyi talan etmişler. Giysileri ortalığa saçmış, deterjanları ve yemeklik yağları giysilerin üzerine boşaltmışlar, iç çamaşırlarını özellikle boruların üzerine asmışlar. Mahkumlar içeriye girdiklerinde gözlerine inanamamışlar. Ama hemen ortalığı toplamaya başlamamışlar. Gardiyanlar onların yıkıldığı anları izlemek için kapı deliğinden bakarken, iki guruba ayrılmışlar ve sessiz sinema oynamışlar. Sonrasında karamsarlığın dağıldığını ve ortalığı toplamanın o kadar da zor gelmediğini söylemişlerdi.
***
Hapishanedeki kadınlar, bir gurup jandarmaya karşı bir direniş sergilemişlerdi. “Size yenilmeyeceğiz” demişlerdi. Ya da daha güçlü bir ifadeyle “bizi yenemeyeceksiniz!”… Sadece o jandarmalara değil, faşizme karşı da bir meydan okumaydı bu. Hepsi oradan ruh sağlıklarını ve mücadele azimlerini kaybetmeden çıkmışlardı.
Peki biz bir tane ömrümüzü umutsuzlukla, karamsarlıkla, suçluluk duygularıyla ve kötülerin omuzumuza yüklediği kamburla yaşayarak mı geçireceğiz?
Yanında bombalar patlayan insanlar saçlarını yaptırıp moral bulabilirken, savaştan kaçarken bu dünyaya çocuk getirme cesaretine ya da fırsatına sahipken, birileri oralarda hala şiirler yazıp filmler çekebiliyorken, aşık olabiliyor, dostluklar kurabiliyor, belki en küçük fırsatta büyük sofralar kurabiliyorken…
Biz neden direnmeyelim? Biz neden tüm bu kötülüklere daha da içimize kapanmak yerine göğsümüzü siper ederek yanıt vermeyelim?
***
Sınırlarımızı kabul etmeliyiz belki de. Dünyayı kurtaracak, kötülükleri yok edecek bir gücümüzün olmadığını, şimdilik daha büyük örgütlülükler için bir fırsat görmediğimizi kabul etmeliyiz. Belki de böyle düşünmenin biraz da kibir içerdiğini anlamalıyız.
Olanakları kısıtlı, yapabilecekleri sınırlı küçük varlıklarız biz. Dünya tarihinde kısa bir an yaşayacağız ve toprak olacağız. Hayatı bir armağan gibi kabul edip, kötülükleri gözümüze sokanlara inat iyilikleri elimizden geldiğince çoğaltmalıyız belki de. İyi bir şey yaşadığımızda tadını çıkartmalıyız ki, birileri için iyi bir şeyler yapacak gücü kendimizde bulabilelim.
‘Hayat devam ediyor’ sözü çok basmakalıp ya da daha çok acıyı küçümsüyormuş gibi gelir bazen. Böyle hayat devam etmesin deriz. Ama genelde hayat galip gelir pek çok durumda. Gündelik hayatın kendine has ritimleri içine çeker insanı. O rutinler içinde kendi yolumuzu bulabilir, kendi duruşumuzu oluşturabiliriz.
Mesele elimizden geleni yapmak, dokunabildiğimiz kadar insana dokunmak, dünyayı olanaklarımızın elverdiği ölçüde daha iyi bir yer yapmak için uğraşmak. Tüm bunları gündelik hayatın ritmi içine yedirmek. Güzel bir şeyler giymek, aşık olmak, dost meclislerinde yeni fikirler üzerine yaratıcı tartışmalar üretmek, anıların güzelliğine sığınmak, belki küçük çocuklarla oyunlar oynamak…
Yüzünü rüzgara vermek, yaşadığını hissetmek...
Arjantinli sanatçı Mercedes Sosa, direnişle geçen bir ömrün sonunda ‘bana bu kadar çok şey veren yaşama teşekkürler’ diyor. İşkenceler, hapisler, kayıplar... "Göğüs kafesimi sarsan bir yürek verdiği için" teşekkür ediyor hayata.
Birgün teşekkür edebileceğimiz bir hayat yaşamak umuduyla...
"bana bu kadar çok şey veren yaşama teşekkürler
insan beyninin meyvesine baktığımda
kötülükten o kadar uzakta olan iyiliğe baktığımda
senin parlak gözlerinin derinliğine baktığımda
bana göğüs kafesimi sarsan bir yürek verdi
bana bu kadar çok şey veren yaşama teşekkürler
bana gülmeyi ve ağlamayı verdi
böylece ayırt edebiliyorum acıyı mutluluktan
benim şarkımı oluşturan iki malzeme bunlar
ve benim şarkımın aynısı olan sizin şarkınızı
ve kendi şarkıma benzeyen herkesin şarkısını" (Mercedes Sosa, Gracias A La Vida)