Bir hayat aslında kaç hayattır?

Jenny Erpenbeck'in yeni romanı ‘Bütün Günlerin Akşamı’, Regaip Minareci’nin çevirisiyle yayımlandı. ‘Bütün Günlerin Akşamı’nda, aslında hepimizin zihnini zaman zaman kurcalayan bir meseleyi ele alıyor Erpenbeck. Okurunu büyük bir caddeye bırakıyor ve ona istediği sokağa sapma imkânı tanıyor: Bir hayat aslında kaç hayattır?

Google Haberlere Abone ol

Jenny Erpenbeck’in Can Yayınları tarafından yayımlanan romanı ‘Bütün Günlerin Akşamı’ okurla buluştu. 2020’yi uğurladığımız günlerde Regaip Minareci’nin çevirisiyle raflarda yerini alan kitap, edebiyat dünyası adına yılın sevindirici gelişmelerinden. Çağdaş dünya edebiyatının sadık okurları anımsayacaktır, Erpenbeck’in daha evvel yine Can Yayınları’ndan çıkan ‘Gidiyor, Gitti, Gitmiş’ adlı kitabı ilgiyle karşılanmıştı.‘Bütün Günlerin Akşamı’nın da merak uyandıran konusu ve alışılmış dışı kurgusuyla okurda karşılığını bulan kitaplar arasında yer alacağını öngörmek mümkün.

‘Bütün Günlerin Akşamı’nda, aslında hepimizin zihnini zaman zaman kurcalayan bir meseleyi ele alıyor Erpenbeck. Okurunu büyük bir caddeye bırakıyor ve ona istediği sokağa sapma imkânı tanıyor. Tıpkı kendi hayatlarımızda yapmayı arzuladığımız gibi... Yazarın bir kere dönmesine izin verdiği kader çarkı, farklı coğrafyaların farklı yılların farklı atmosferlerin renklerini barındırsa da her hayatın sonunda aynı durağa varıyoruz. Mümkün hayatlarımızda nefes alıp verme şeklimiz değişebilir; eşimiz dostumuz, kurduğumuz aile değişebilir. Yaralandığımız yerler, bizi hayata bağlayan sevinçler, dolayısıyla deneyimlediğimiz her şey değişebilir. Fakat kaderimiz aynı. Çünkü her günün sonunda akşam, her hayatın sonunda ölüm var. Erpenbeck, buna rağmen yaşamdan ve mücadeleden yana. Çünkü günün sonunda ölüm olsa da bütün günlerin akşamı olmamıştır daha...

MÜMKÜN HAYATLARIN ROMANI

Alman edebiyatının öne çıkan figürlerinden Erpenbeck, edebiyatla olduğu kadar müzik ve tiyatroyla da ilişkili. Öyle ki yazar Humboldt tiyatro mezunu ve 1990-1994 yılları arasında da Hanns Eisler Müzik Yüksekokulu’nda Ruth Berghaus, Heiner Müller ve Peter Konwitschny’nin öğrencisi olarak müzik tiyatrosu yönetmenliği eğitimi aldı. Reji asistanlığı yaptıktan sonra öykü ve oyun türlerinde kaleme almaya başladı eserlerini. ‘Bütün Günlerin Akşamı’nda yazarın müzik ve tiyatroyla olan bağını oldukça açık bir şekilde görüyoruz. Erpenbeck beş kitaptan oluşan romanında, bir kitaptan diğerine geçişi hem bir müzik terimi olan hem de tiyatro oyunlarında perde aralarına koyulan bir tür ‘ara-oyun’ anlamına gelen ‘intermezzo’ başlıklı bölümlerle sağlıyor.

‘Bütün Günlerin Akşamı’nın odağında bir yaratılış problemi yer alıyor: İnsana sunulan ‘biricik’ hayatın eksiklerle ve boşluklarla dolu olması. Yazar, tek hayatın yetersizliğinden yola çıkarak yeni bir evren ve yeni gerçeklik katmanları yaratıyor romanında. Bir bebeğin ölümüyle başlayan hikâye, seneler sonra 90 yaşını doldurmuş bir kadının ölümüyle sonlanıyor. Aslında bebeğin ölümü, kurguyu harekete geçiren yönüyle bir sonu değil başlangıcı işaret ediyor. Erpenbeck, ilk kitapta ölümüyle her şeyin bittiğini zannettiğimiz bu bebeği, diğer dört kitapta yaşatıyor. Bebeğin ve yaşlı kadının ölümü arasında ‘böyle de olabilirdi’ fikriyle bir ihtimal üzerine kurgulanmış ‘mümkün hayatlar’ yer alıyor. Kitabın başında epigraf olarak yer alan cümleler de romanın temel dinamiği olan ‘peki ya şimdi’ fikrini destekliyor: “Daha geçen yaz buradan Marienbad’a gitmiştik. Ya şimdi, nereye gidiyoruz şimdi?” (‘Austerlitz’, W.G. Sebald)

Mümkün hayatlar birbirine bahsi geçen ‘intermezzo’ başlıklı bölümlerle bağlanıyor. Yazar, kelimenin anlamına uygun şekilde bu bölümleri temel kurgunun dışında bırakıyor ve keyfince düzenliyor. Bu bölümlerde okur yeni kitaba hazırlanıyor, ne okuyacağına dair fikir sahibi oluyor ve belki de en mühimi hiçbir sonun aslında bir son olmadığını hissediyor. Bir örnek olarak birinci ve ikinci kitap arasındaki bağlantıya bakalım. Birinci kitabın henüz ilk sayfasında, bebekle birlikte onun deneyimleyeceği her şeyin yok olduğunu söylüyor anlatıcı. O bebekle birlikte bir genç kızın, bir annenin yahut bir yaşlı kadının da yok olduğunu:

“Tanrı var olandan çok daha fazlasını almıştı – yaşasaydı çocuktan yana büyüyüp serpilecek ne varsa şu aşağıda yatıyordu şimdi ve toprağın altına girecekti.” (s. 15)

Bütün Günlerin Akşamı, Jenny Erpenbeck, çeviri: Regaip Minareci, 272 syf., Can Yayınları, 2020.

Kitabın sonundaki ‘intermezzo’ bölümünde ise annenin yahut babanın pencere eşiğinden bir avuç kar alıp bebeğin gömleğinin altına sokmaları durumunda onu nefessiz kalmaktan kurtarabileceklerini kaydediyor. Böylece ‘yaşasaydı’ üzerine kurulmuş diğer kitapları müjdeliyor. İkinci kitapta bir genç kız olarak karşımıza çıkan bu bebeğin annesi tarafından bir avuç karla kurtarıldığını görüyoruz. Bir kardeşi olduğunu, anne ve babasıyla yaşadığını, âşık olduğunu ve günü geldiğinde hayatını kendi isteğiyle sonlandırdığını... Farklı hayatlarıyla birlikte farklı ölümleri de kurgulanıyor bu kadının. Üçüncü kitapta Moskova’da bir masada özgeçmişini yazarken bulduğumuz kadın, dördüncü ve beşinci kitapta 60. ve 90. yaşlarında onu bulan farklı ölümlerin öznesi konumunda. Onunla birlikte anne ve babasının, büyükannesinin ve diğerlerinin alternatif hayatlarını da okumaktayız. Özellikle anne, mümkün olan bütün hayatlarda acıyı temsil eden bir figür olarak çıkıyor karşımıza.

Beş kitap arasında metinlerarası ilişkiler ve okurun fark etmesi gereken bağlantılar da var elbette. Mümkün hayatların bir bütünün parçalarını oluşturduğunu düşündüğümüzde bu oldukça olağan. Örneğin roman boyunca Goethe’ye göndermeler yapıldığı gibi bir Goethe külliyatı da elden ele, hayattan hayata dolaşıyor. Yahut ilk kitapta bir anne olarak gördüğümüz kadının, babasının gerçekte nerede olduğunu öğrenmesi/öğrenememesi durumu, metinlerin ortak özelliklerinden. Yine bir örnek olarak bebeğin hayatını kurtaran bir avuç kar, yaşlı kadının son günlerinde annesinin hayaliyle konuştuğu sahnede yeniden karşımıza çıkıyor. Öte yandan birebir tekrarlanan ifadeler de mevcut. “Aman merdivenden düşeyim deme sakın” cümlesi gibi. Bu cümleye paralel bir şekilde, romanda merdivenden düşerek hayatını yitirme hadiseleri de yer alıyor.

Cümle dönüştürme kullanımına ise kitapların odak noktasında yer alan kadının farklı hayatlarında gördüğümüz en bariz örneği verelim:

“Lisede güçlükle diktiği bir bebek elbisesini elişi öğretmeninin baştan savma ve basit olarak tanımlaması üzerine kız, Viyana’da yıllar sonra bile hâlâ bir yabancı olduğunu ve sonsuza dek böyle kalacağını anlamıştı.” (s. 104)

“Genç kızlığında elleriyle çalışmayı, dünyada henüz olmayan bir şeyi elleriyle yaratmayı ne çok istemişti – ancak lisede diktiği bebek elbisesini elişi öğretmeninin bütün sınıfın önünde sözümona örnek olsun diye baştan savma ve basit bir çalışma diye tanımladığı ve havaya kaldırıp gösterdiği günden beri ellerinin bir eser üretebileceğine güvenini yitirmişti.” (s. 139)

“Tabii, neden olmasın ki? Yaklaşık seksen yıl önce Viyana’da bir elişi öğretmeni bir öğrencisinin bir çalışmasına, baştan savma ve basit, demişti.” (s. 247)

20. YÜZYILDA MÜCADELE VE BAŞKALDIRI

Galiçya’dan Viyana’ya, Moskova’dan Berlin’e uzanan farklı coğrafyalara yaptığımız yolculuklara 20. yüzyılda meydana gelen toplumsal gelişmeler eşlik ediyor. Yalnızca bireyin hayatına odaklanmıyor yazar. Aynı zamanda tarih sahnesinden bir seçki de sunmuş okuruna. Bu seçkinin özelliği, 20. yüzyılın karanlık yüzünü yansıtması. Özellikle savaşların ve milliyetçi tavrın bireyin hayatını nasıl şekillendirdiğinin altını çiziyor Erpenbeck. Beş kitap boyunca takip edebildiğimiz ve her birinde bireyin hayatındaki farklı yansımalarını gördüğümüz Yahudilik vurgusu, bu durumun en mühim belirtisi. Mesele, bir bebeğin cenazesiyle başlayan ilk kitapta, bu bebeğin ebeveynleri arasındaki ilişki okura aktarılırken karşılaştığımız ‘goy’ kelimesiyle başlıyor. ‘Goy’ kelimesi, Yahudi olmayanları tanımlamak için kullanılmakla birlikte küçümseyici bir anlam da içermekte. Kitaptaki kullanımına baktığımızda, büyükbabanın torununun bir ‘goy’la evlendiğini öğrendiğinde onun için ‘ölü nöbeti’ tuttuğunu öğreniyoruz.

Bu dışlayıcı tavır yalnızca bu cephede değil, diğer cephede de göze çarpıyor. İkinci kitapta zamanında bir avuç karla hayata döndürülmüş genç kızın varoluşsal sıkıntılar içeren cümlelerinde, hayatla ilgili şikâyetlerinde, ailesinden bahsettiği satırlarda da Yahudilik vurgusu bulunmakta. Onu adım adım ölüme sürükleyen sebeplerden biri, yıllarca ‘dışlanmış’ ve bir şeyleri yapmaya mecbur bırakılıyor olmak. Örneğin, genç kızın anne ve babasının düğünü ancak babasının bir dine bağlı olmadığını belirtmesiyle gerçekleşmiştir. Bu düğünden altı ay sonra babasının yeniden Katolik kilisesine girmesine karar verilmiştir. Çocuğun vaftiz işleminden sonra annenin adı -Yahudi olduğundan- vaftiz kütüğüne işlenmemiştir. Bu hadise, anne ve babanın ‘ilk kavga’sının sebebidir. Bununla birlikte babaları her pazar günü diğer memurlarla ve onların aileleriyle birlikte memur bankında oturabilmek için genç kızı ve kız kardeşini Hristiyan ayinine götürüyor.

Üçüncü kitapta ‘herkes özgürce durabilsin, düşmeden, itmeden, dürtmeden, itilmeden, dürtülmeden korkusuzca ve rahatça durabilsin diye uçurumları ortadan kaldırmak için yola çıkmış komünistlere’ katılmış olan, yaşamını antimilitarist tavırla sürdürmüş ve kocasının hapiste olduğunu gördüğümüz bu kadının geçmişinden bahseden anlatıcı şu cümleleri kullanıyor: “Pazar günleri Hıristiyan bir kız evlat olarak o da kiliseye giderdi, Yahudi büyükannesinin ise ertesi gün Naschmarkt’ta alışveriş ederken muhtemelen yüzüne tükürürlerdi.” (s. 168)

Erpenbeck, siyasi meselelere, toplumsal olaylara, depremlere, felaketlere yer verdiği romanında savaşın getirdiği yıkımlara farklı bir dikkatle temas ediyor. Bebeğin annesi olan genç kadının kendi babasının nerede olduğu bir gizken, bu babanın Polonyalılar tarafından öldürüldüğünü öğreniyoruz. Bebeğin genç bir kadın olduğu dönemde ise kendi babasının ‘kalp yetmezliği’ne bağlanan ölümü için farklı bir sebep üretiliyor: Savaş. Hatta kız kardeşi, bu ölümün, babasının yeni çağa isyanı, o günlerde akla yatmayan her şeye yüreğinin başkaldırışı olduğunu düşünüyor. Ki içini ölüm arzusunun sardığı günlerde, genç kızın kendisinin de ölümün bir başkaldırı olduğu fikrine yaklaştığını söylemek mümkün.

“Küçük bir kızken belediye binasına yürümüş ve savaşın bitmesini talep etmişti. Şimdiyse kendi savaşının ortasında; bombaların, mermilerin ve zehirli gazların uzağındayken bile bir günü sabahtan akşama kadar ve bir gece boyunca ölmeden yaşamak ona çok yorucu geliyor.” (s. 108)

Son olarak romanda modern dünya insanının bunalımlarını, içsel sıkıntılarını yansıtan pasajların yer aldığını da söyleyebilirim. ‘Bütün Günlerin Akşamı’, kuruluş şeklinin yanında tartıştığı meselelerle de dikkat çekiyor. Hem oyunsu yönü ağır basan metinlerden hoşlanan okurlara hem de yazarların tuttuğu ‘hesaplaşma’ aynalarına bakmaktan çekinmeyenlere hitap ediyor. Erpenbeck, ‘ya böyle olsaydı/olmasaydı’ fikrinin tohumlarını ekiyor içimize ve sonların da bir başlangıç olabileceği ihtimalinin altına kalın çizgiler çekiyor.