Bir hikaye anlatıcısı olarak mimar
Mimar kendi müziğini bestelemeyi, kendi yaratımını ortaya koymayı, bir bakıma kendi kurgusunu, hikayesini anlatmayı idealize eder. Mimarın yapıtında sunduğu hikayeyi anlamak, hissetmek, yaşamak mümkün olabilir çoğu zaman ve aslında bunun içinde kendimizi bulabildiğimizce o mimarı başarılı olarak addedebiliriz.
1948 yılında İsviçre’nin Lozan kentinde kurulan UIA (International Union of Architects / Uluslararası Mimarlar Birliği) tarafından ilan edilen ve her yılın Ekim ayının ilk Pazartesi günü kutlanan Dünya Mimarlık Günü kutlu olsun.
Dünya Sağlık Örgütü’nden UNESCO’ya pek çok global kuruluş ile iş birliğinde bulunan UIA, Dünya Mimarlık Günü’nü Birleşmiş Milletler’in UN World Habitat Day (Dünya Yaşam Alanı Günü) ile paralel olarak aynı günde, 1985 yılından itibaren kutluyor. Mimarlık alanında en yaygın ve etkin kuruluşlardan biri olan UIA sayesinde ülkemizde de bugün mimarlık adına bir farkındalık yaratıyor; mimarlığı ve mimarı yeniden düşündürtüyor.
Yıllar önce birlikte çalıştığım Faruk Malhan bir gün bana bir kelimeden bahsetmişti; yazın hayatı tasarım iş birliklerimizin vazgeçilmez bir paydaşı olduğundan sıklıkla tasarım-yazı pratikleri ve paylaşımları içinde bulunurduk. Bu kelime, şarkıcı anlamına gelen cantatore/cantatari idi. Malhan bu kelimeyi bana hikaye anlatıcısı olarak getirmişti; birlikte çalıştığımız o dönemde tasarlanan ve ürettiğimiz pek çok eşyanın hikayesi ile fazlası ile ilgiliydik. Kendisi de eşsiz bir “raconteur” yani öykü anlatıcısı olduğundan, yıllar içinde bu hikaye anlatıcılığı meselesini hep yaşamımda, hafızamda ve kalbimde tuttum. İtiraf etmeliyim ki bazen kendimi sırf hikayesinin uğruna olmayacak şeylere kaptırdığım da olmuştur.
Cantarore, recantour, kanto gibi kelimeler hem hikaye anlatıcılığı hem müzik ile ilgili kelimeler, pek çok benzer türevini de bulabilirsiniz biraz düşününce. Eski çağlarda hikaye anlatıcılarının bunu müzikal ve teatral bir performans ile izleyicilere sunması, iki kavramın birleşimi adına beni şaşırtmıyor. Diğer yandan kelimelerin kökeni canus’a dayanıyor. Canus, beyazlamak anlamında; daha çok beyazlayan, gümüş rengi olmuş saçlar anlamında kullanılmış. Açıkça bize bilgili ve bilge kişiyi anlatıyor.
Saçların beyazlaması anlamında kullanılan canus kelimesi de insanlığın hemen her kelimesi ve sesi gibi ilhamını doğadan alıyor; canus daha önceleri aslında suyun üzerindeki gümüş ışık parıltıları için kullanılırmış. Bu gümüşi görünüm, sonraları beyaz saçlılar için kullanılır olmuş.
Bir toplumun beyaz saçlı kişisi, daha çok yaşanmışlığa, daha çok tecrübeye ve bilgiye sahip kişidir. Belki de en aydınlık, en parlak, en ışıldayan kişisidir de. Canus kelimesi bize bunları anlatıyor. Kimbilir belki acıyla ağıtlar yakan, çocukları etrafında toplayıp onlara hikayeler anlatan, çalışırken ezgiler mırıldananlar hep bu beyaz saçlı kişilerdi. “Müzik” ve “hikaye” belki de böyle birleşti.
Johann Wolfgang von Goethe, “Müzik sıvı mimarlıktır; mimarlık donmuş müziktir” der. Bu deyişi açıkça aşağılayan Bruno Taut bana kızmasın ama bir sevgili Goethe okuyucusu, bir müzik ve mimarlık tutkunu olarak benim en sevgili deyişlerimden biridir. Mimarlık ve müzik bunca yakınsa, bir mimar da müzisyen olmaya pek yakındır. (Burada Taut’un gönlünü almaya çalışıyorum! “Mimarlık sanattır” derken onun müzikle, edebiyatla olan ilişkisini açıkça övmüştür çünkü.)
Müzisyen kimdir peki?
Müzik kelimesinin kökeninin mitolojide ilham perileri anlamında kullanılan “muse” lara uzandığını biliriz ama pek azımız bu kelimenin kökenine inmiştir; orada farklı buluşmalarla da karşılaşırız.
Chaucer'in 1390 civarındaki eserlerinden birinde İlham Perileri'nden ilk kez bahsetmesinden bu yana, hem İlyada'ya hem de Odysseia'ya İlham Perisi'ni çağırarak başlayan Homeros’un günlerinden bu yana İngiliz şairleri, diğer pek çok edebi anlatıcı gibi bu tanrıçalara başvurdular.
Muse kelimesi Latince Mūsa'dan gelir ve bu da Yunanca Mousa'dan gelir. Yunan lehçelerinde bu kelimenin mōsa ve moisa varyantları bulunur ve bunlar birlikte Yunanca kelimenin orijinal *montwa'dan geldiğini gösterir. Bu formun daha sonraki kökenleri, hafıza tanrıçası ve Muses'ların annesi Mnemosyne'nin adı ile bir bağlantı taşıyor olduğunu gösteriyor. Bu isim Yunanca mnēmosunē, yani "hafıza becerisi"dir. Bu kelime de Yunanca ve Hint-Avrupa dilinde "düşünmek" anlamına gelen *men- kökünden genişletilmiş bir biçim olan *mnā- kökünden türetilmiştir. İngilizce'de – ve artık Türkçede de- aynı zamanda amnezi (Yunanca'dan), mental (Latince'den) ve mind (Germen dilinden) kelimelerinin de geldiği kök budur. Yunancadaki Musa kelimesinin atası olan yeniden yapılandırılmış *montwa biçimi de bu kökten türemiş ve muhtemelen başlangıçta şairlerin şiirler yazmasını sağlayan "zihinsel güç" anlamına geliyordu; İlham Perileri, Yunan şairlerinin yaratmalarına ve şiirleri hafızalarından okumalarına yardımcı olan yeteneklere dair tanrısallaştırılmış becerilerinin ifadesiydi.
Özetle, her zaman inandığım üzere şiirden bağımsız düşünülemeyecek olan müzik ve onu icra eden müzisyen, şarkıcı da bir bakıma hikaye anlatıcı; hikaye anlatıcıların tümü aslında düşünen, hafıza sahibi, ifade yetenekleri güçlü, bilgili ve bilge kişiler.
Goethe’yi yeniden hatırlarsak, bunların tümü akışkan, değişken durumlar iken; mimarlık tümünün bir anda (bir çağda) dondurulmuş hali demek istemiş olmalı. İstem dışı biçimde yeniden Taut geliyor aklıma; zira bu sözü – kanımca yüzeysel yorumladığı için- küçümseyen Taut, mimarlığın dondurulmuş olarak ifade edilmesine sitem ederken bilakis kendisi kuramlaştırmak, sabitlemek ve bir pratik olarak “dondurmak” için fazlaca çaba sarf etmiş görünüyor. Mimarlık, oranlar, konstrüksiyon, malzemeler ve diğer yapısal elementler ile veya salt teknolojilerle tanımlamayacak kadar akışkan bir pratik.
Jean Nouvel ile Baudrillard’ın dönüp dolaşıp yeniden okuduğum söyleşisinde Nouvel, mimarlık işinin bir “kalınlık yaratma işi” olduğundan söz eder. Burada anlatmak istediklerime çok yakın bulduğum bu tasvir, kalınlık, farklı katmanların oluşturduğu bir kalınlık gibi algılanmalıdır. Nouvel, etkileri büyük olan sanat eserleri nasıl çok farklı zevklere, birikimlere ve sınıflara ait insanları birden kavrama gücüne sahipse, iyi bir mimarlık üretiminin de herkese ulaşması gereken bir yanı olması gerektiğinden dem vuruyor, bunu kalınlık olarak tanımlıyor.
İyi mimarlığın her kültürden ve eğitim seviyesinden gelen insanlara hikaye anlatabilmesi meselini önemli buluyorum.
Kuşkusuz mimarın kendi mesleğine ilişkin romantizmi böyle bir anı yakalamak, böyle bir anı somutlaştırmak bunu yaparken de herkese ulaşbilmektir. Mimar kendi müziğini bestelemeyi, kendi yaratımını ortaya koymayı, bir bakıma kendi kurgusunu, hikayesini anlatmayı idealize eder. Mimarın yapıtında sunduğu hikayeyi anlamak, hissetmek, yaşamak mümkün olabilir çoğu zaman ve aslında bunun içinde kendimizi bulabildiğimizce o mimarı başarılı olarak addedebiliriz. Bu bağlamda Neimeyer, Le Cobusier, Libeskind, Calatrava, Ando ve pek çok başka mimarın eserlerinde yatay ve düşey elemanların, kapıların, pencerelerin, çelik, cam, beton, ahşap ve taşın uyumunu, tekniğin başarısını alkışlıyor değiliz; ortaya koydukları anlamın derinliği ve anlattıkları hikayenin yarattığı anlam bütünüdür bizleri etkileyen.
Her mimar (aslında her tasarımcı) bir hikaye anlatıcısıdır evet, ancak burada sözünü ettiğim hikaye anlatıcılığı mimarın ortaya koyduğu tasarımın konseptini, ilhamını karşısındakine sunmak için anlattıkları değildir. Deneyimli bir bilge kişinin, tüm yaşanmışlıkları ile, düşünsel ve düşsel dünyasının bizi içine alan kurgusudur sözünü ettiğim hikaye. İşte bu ne kadar güçlü bir tını ise, dizeler ne denli kelimesinde az anlamında ağır ise, ortaya konan müzik ne denli kavrayıcı ise, mimarlığın başarısı da buradadır.
Günümüzde bu mümkün mü?
İnsan, kendi yapılı çevresine hiçbir şeye olmadığı kadar acımasız. Bu acımasızlık, onun kendi yaşamına saygısızlığı bir yere kadar belki, ama bir yerden sonra da yaşamı insan kendisi şekillendirebilme yetisine sahip değil artık; sistemler insandan daha büyük.
İnsan kendi hayatının tüm iplerini sisteme çağlar boyunca gittikçe kaptırdı. Artık daha büyük evlerimiz var ama her zamankinden daha yalnız hissediyoruz. Akıllı makinelerimiz var ama gittikçe hafızamızı ve becerilerimizi kaybediyoruz. Bilgiye daha çok erişimimiz var ama daha çok kopyaya başvuruyor, özgünlükten, yaratıcılıktan ve dehadan gittikçe daha da uzaklaşıyoruz, her şeyin daha çok uzmanı var ama bir konudaki uzmanlar arttıkça sorunlar azalmıyor, aksine çoğalıyor. Artık daha çok ilaç, daha çok hastane ve sağlık merkezi (!) var ama sağlık konusunda hiç olmadığımız kadar kırılganız. Aya yolculuk yapabiliyoruz ama komşumuzu tanımıyoruz. Hızlı yemekler tüketiyor, ama yediklerimizi sindiremiyoruz. Her şeye çok ulaştıkça, kalitesizlikten yakınıyor, gittikçe daha çok tatminsizlik çekiyoruz. Belki tarihin en “yüksek” insanlık mertebesindeyiz ama hiç olmadığımız kadar sığlık çekiyoruz; bir bakıma penceremizden çok şey görünüyor; ama odamız bomboş; çantamızda çok şey var ama karşımızdakine verebileceğimiz de pek bir şey yok gibi. Artık daha çok makine gücümüz var ve kendimize daha az güvenimiz…
Böyle bir çağda insan sisteme yenilmek üzere gibi görünüyor. Bu zamanda “an”ın dondurulması da nasibini alıyor sanki; mimarlık ne söylüyor bize, ne anlatabiliyor peki mimar?
Bu an, bu çağ artık Jacques Derrida’ya atıfla, zaman içerisinde dilin/ üslubun bir tür söyleme dönüştüğü bir anı temsil ediyor. Derrida gerçekçi bir acımasızlıkla, her şeyin merkezinden ve kökeninden kopuklaştıkça, imgesel ve söylemsel bir hale büründüğünden söz eder; bu “söylem çağında mimarlık” böylece sistemin bir parçası haline dönüşür. Belki de sistemin anlatıcısı (sözcüsü), hatta bizzat sistemin kendisi olmasından söz ediyor olmalı!
Sistem en yalın tanımı ile bir mekanizmanın işleyişi, parçalar bütünüdür. Sistemde bir akış hiyerarşisi ve kurallar bütünü vardır. Sistem bağlayıcı, yönlendirici, kısıtlayıcı olabilir. Sistem yaratıcılığın tam karşı noktasında duran bir kavram olmakla birlikte yaratıcı işlerin de kendi içinde bir sistemi söz konusudur. Farklı sistemler yan yana geldiklerinde birlikte uyumlanma ve verimli çalışma söz konusu olabildiği gibi, çakışma ve çatışma da söz konusudur. Mimarın kültürel, ideolojik, politik ve makine sistemleri içerisinde var olma savaşımı bu nedenle oldukça karmaşık ve çok cepheli.
Bunların tümü içerisinde, mimar kendi hikayesini bir fetiş nesnesi olarak sunmaya yönelebiliyor. Baudrillard’ın benzetmesi ile kentler artık fotografik imgelerden oluşmuş bir video simülasyonu gibi. Kent kentlinin yaşam alanı değil; sermayenin oyun alanı. İşe Dünya Yaşam Alanı ve Mimarlık günleri bunları irdelemek üzere kutlanıyor.
Sermayenin bir kuklası olarak mimardan, teknokrat yanlısı mimarlıktan söz edebilir miyiz? Bu sorunun cevabı Asya veya Amerikan kentlerinden Arap çöllerine, Boğaz’ın sularından tropik adalara kadar kocaman bir evet. Ezici ve dikte edici bir yapı içinde sisteme her defasında istediğini fazlası ile veren mimarlık anlayışı, onun fantezilerine cevap ararken, yıkıcılığının da suç ortaklığını üstleniyor.
Çağımızda mimarlar ve mimarlık da her alanda olduğu gibi bölünmüşlük içinde. Sisteme alkış tutan mimarlık anlayışının yanında, elbette hala kendi hikayesini arayan, kendi hikayesini anlatmak için direnen, insana, diğer canlılara ve doğaya karşı sorumlu tavrını sürdüren mimarlık anlayışı da örnekler sunmaya devam ediyor.
Sistem de kendi hikayesini yaygınlaştırmak için mimarlığı bir araç olarak kullanıyor. Hükümranlığın pekiştirilmesi ve ideolojilerin somutlaşması sistemin gücüne güç katar. Bu çerçevede antik çağlardan bugüne dek yapı, vazgeçilmez bir araç olmuştur. Hitler ideolojilerini Prora’sında dahiyane bir biçimde insanları eğlendirerek aşılamanın fantezisini kurmuştu; Clemens Klotz ve Erich Putlitz bu arzunun tasarımını üstlenen mimarlar olarak tarihe geçtiler ve yarattıkları “hikaye” ile bir de 1937 yılında Paris Dünya Sergisi'nde büyük ödüle layık görüldüler. O günkü dünya sistemi bize Nazizm hikayesi anlatıyor; mimari de bu hikayeyi meşrulaştırıyordu.
Kral 5.George, Birleşik Krallığın en önemli kolonisi Hindistan’ın başkentini Kalküta’dan Yeni Delhi’ye taşırken yine mimarlığı araç olarak kullanarak kudretini göstermeyi hedefliyordu. Bu kez mimarlar Sir Edwin Lutyens ve Sir Herbert Baker bu hikayeyi kral için yazdılar. İlginçtir, bağımsız Hindistan’ın ilk başbakanı Jawaharlal Nehru da yeni hakim sistemin gücünü anlatmak için mimarlara ve mimarlığa başvurmuştu. Kayıtlar Candigarh için çoklukla Le Corbusier imzasından bahsetti ise, bunda Cobusier’nin çok ama çok iyi bir hikaye anlatıcısı olmasının etkisi büyük; zira kentin büyük bir kısmını da mimar Jane Drew ve eşi Maxwell Fry tasarlamıştır; ama onlar galiba daha az hikaye anlattılar veya daha sesizlerdi, kimbilir?
Bugün devlet liderlerinin saraylarından, vasat kamu binalarına, ucuz konutlardan, rant projelerine her yerde bir mimarın imzası var; bu sadece ülkemizde değil, tüm dünyada böyle. Kimi mimarlar kurulu düzenin hikayesinde kaybolurken, kimileri de ısrarla kendi hikayelerini ortaya koymanın savaşımında. Ben işte o ikinci gruptakilerin gününü kutluyor ve “iyi ki varsınız” diyorum. İyi mimarlar ve iyi mimarlık dünyayı daha iyi bir yer haline getirir.
Özlem Yalım Kimdir?
Ankara doğumlu, İstanbul’da yaşıyor ve aydınlatma sektöründe strateji ve marka yöneticisi olarak profesyonel kariyerine devam ediyor. 1995 yılında ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden lisans derecesi aldı, tasarım mesleğinin hemen her alanında gerek kendi firmalarında gerekse çeşitli kurumsal firmalarda ve pozisyonlarda rol aldı. Sivil toplum çalışmaları gerçekleştirdi, uluslararası sergilerde koordinatör ve katılımcı olarak yer aldı, pek çok yarışmanın yazımında ve jürisinde katılımcı oldu. Aydınlatma başta olmak üzere halen tasarımla ilgili alanlarda eğitimler, atölyeler ve konferanslar vermekte. Tüm meslek yaşamı boyunca düzenli olarak çeşitli aylık mecralarda mesleki yazılar yazan tasarımcı, 2013-2015 arasında Optimist dergisinde aylık köşe yazarlığı yaptı. 2018 yılından bu yana sırasıyla Cumhuriyet Pazar, T24 ve Gazete Pencere Pazar’da haftalık köşe yazarlığı yaptı. ‘Bidebunu izle’ Youtube kanalında Şehirler/Şekiller programını, Açık Radyo’da Rotatif programını (cohost) hazırladı ve sundu. Yaratıcı endüstriler alanındaki kritikleri ve ürettiği içerikler talep üzerine halen farklı mecralarda yayınlanıyor. Bunlar arasında Arkitera, Manifold, Sanatatak, Art Unlimited, Oggusto gibi yayınlar sayılabilir. NTV kanalında yayınlanan TurkMucit yarışmasının jüri üyeleri arasında bulundu; İstanbul Tasarım Bienali’ni tasarladı ve İKSV ile birlikte hayata geçirdi. İKSV de görev yaptığı 2010-2014 döneminde iki kez Turkishtime dergisi tarafından üst üste Türkiye’nin en yaratıcı 50 profili arasında gösterildi. Kanada’da yaşayan ve çalışan bir kızı var.
Festivallerden felsefeye ışık hakkında notlar 10 Kasım 2024
Simetri: Duygu dünyamızla tasarım arasında güçlü bir bağ 03 Kasım 2024
Tasarımda global disiplinlerarası pratik: Snøhetta 27 Ekim 2024
Fransa’dan İtalya’ya tasarım 20 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI