Bir kan çizgisinin üstünde durmak: Emin Alper’in 'Kurak Günler’i

Bir obruk, bağı bahçeyi nasıl yutuyorsa, iklim krizi, hukuksuzluk ve etik yozlaşma da bizi öyle yutuyor. Tarafları ayıran şey artık aramızda duran ve sonunda her iki tarafı da yutacak olan o “obruk”..

Google Haberlere Abone ol

Nilay Özer

Emin Alper’in yazıp yönettiği "Kurak Günler" haftalardır gündemimizde. Önce yarattığı etkiler ve ödüllerle konuşuldu, şimdi de filmin nasıl cezalandırıldığı, bunun sansür açısından ve siyasi boyutlarıyla ne anlama geldiği tartışılıyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün yapım desteği verdiği film ilk olarak Cannes Film Festivali’nde gösterildi, 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali ve Ankara Film Festivali'nden ödüller aldı. Yönetmenin Altın Portakal ödül töreninde yaptığı konuşmada Gezi direnişini selamlaması, Boğaziçi Üniversitesi’nin iktidar tarafından ele geçirilmesini ve her türlü zorbalığı kınamasının ardından filme verilen destek faiziyle birlikte geri istendi. Hepimizin cebinden çıkmış paralarla oluşmuş bir bütçe ile filmleri destekleyen bakanlık, sanatçıların gündemi değerlendirmelerine, muhalif açıklamalar yapmalarına yasak getirebilir mi? “Desteğinizi korumak için sessiz kalmalısınız” diyebilir mi? Dün filmi izleyince, yüz yıldır romanlardan, öykülerden okuduğumuz, temel aktörleri ve ilişkileri çok da değişmemiş Anadolu taşrasının Türkiye özelinde ve küresel boyutta güncel sorunlarla karşı karşıya kalmış halini gördüm.

Film, bir av sahnesiyle başlıyor. Belediye başkanının avukat oğlu Şahin’in de aralarında bulunduğu bir grup erkek, domuzları öldürmenin, kan dökmenin yarattığı bir azgınlık ve kendinden geçme haliyle kasaba sokaklarında koşturuyorlar. Domuz, İslam toplumlarındaki dinî ve kültürel kodlamasıyla kendisine en az acınan canlı maalesef. Avın sonunda bir aracın arkasına iple bağlanmış, sokaklarda sürüklenirken görüyoruz onu. Geçtiği asfalt zeminde bir kan çizgisi bırakarak ilerliyor ve kasabaya yeni atanan genç savcı Emre de o kan çizgisinin üzerinden giriyor anlatıya. Düşmanın ölü bedeninin itibarsızlaştırılması, İlyada’da Akhilleus’un Hector’un bedenini atlı arabasına bağlayıp günlerce meydanda sürüklemesinden de anlaşılacağı üzere hayli eski bir uygulama. Han Kang’ın 'Vejetaryen' adlı romanında da kanıma işlemiş böyle bir sahne vardı. Evin köpeği evin kızını ısırınca, baba köpeği arabasına bağlayıp otoyolda sürüklüyor, hatta köpeğin etini kızına yedirmek istiyordu. Filmdeki bu sahne, Ali Kemal’in 1922’de taş ve çekiçlerle kafasına vurularak öldürülmesi ve cesedinin bir ip bağlanarak yerlerde sürüklenmesinden, “düşman” cesetlerin itibarsızlaştırılmasına ve son dönem sık tanık olduğumuz, hayvanlara karşı işlenen suçlara kadar bir dizi olayla şiddet ve linç sorunsallarının içine çekiyor bizi. Araba, ip ve yerde sürüklenen cesedi görünce hafızamız kurmaca ve gerçekliğe dair bu deneyimleri üst üste yapıştırarak sorguluyor. Emre, domuzun yolda bıraktığı kan çizgisinde ilerliyor arabasıyla çünkü kasabanın ataerkil, paraya ve iktidara el koymuş, güçsüz olana her türlü şiddeti uygulayan işleyişine dur diyecek herkes o çizginin üstünde yürümek zorunda.

Domuz avı, kasabalı erkekler için bir eğlence olmuş. Bir araya geldiklerinde av videolarını izliyor, vurulan domuzların yuvarlanıp düşme anlarında keyifle basıyorlar kahkahayı. Domuzdan obruklara ve su kıtlığına sıçrıyoruz. Obruk da domuz kadar güçlü bir gerçek, güçlü bir simge. Filmin büyük kısmı Kayseri’de çekilmiş. Obruklar, Konya’daki obruklara benziyor. Yeraltı sularının çekilmesi ya da aşırı kullanımı, küresel ısınma ve kuraklık etkisiyle Konya’da artık yılda 20-30 yeni obruk oluştuğu defalarca konu oldu basında. Tarlanın ya da mahallenin altından su çekiliyor ve obruk yutuyor yüzeydeki hayatı. Katastrofik bir durum. Zeminin ayağımızın altından çekilmesi, günümüzde iklim konusunda yazanların tekrar tekrar dile getirdiği bir olgu. Ekonomik, kültürel ve ekolojik boyutlarıyla yer, toprak ayağımızın altından kayıyor. Bruno Latour, iklim krizini inkâr etmeyeceksek politikada yolumuzu nasıl bulacağımızı değerlendirdiği kitabı 'Rota'da, “Yeni evrensellik, zeminin çökmekte olduğunu duyumsamaktır” diyor. Latour’a göre, Trump Amerikası, Brexit sonrası İngiltere, yükselen sağ politikalarıyla kimi Avrupa ülkeleri ve büyük şirketler iklim krizinin reddi için akıl almaz yatırımlar yapıyorlar çünkü gezegenin kaynaklarının herkese refah sunmaya yetmeyeceğini anladılar ve modernliğin dünyasallaşmasına dair eski politikalarına son verdiler. "Kurak Günler", su sorununu işliyor bu obruk felaketinin içinde. Su, kasabada siyasetin çatışma eksenini oluşturuyor ve mevcut belediye başkanı yeraltı sularıyla su vadediyor. Başkana ve taraftarlarına göre bölgede obruklar hep vardı. Sorunun büyümesi, obrukların mahalleleri yutması, evlerinin altına kadar gelmiş felaket bile reddedilebilir onlar için. “Sıcak havalar hep vardı”, “Küresel ısınma yalan” diyenleri hatırlayalım.

.

İklim krizini reddedenlerin aynı zamanda hegemonik erkekler olması dikkat verilmesi gereken bir başka nokta. Kendileri gibi olmayan erkekler, kadınlar, hayvanlar, esnaf ve kasaba halkı çeşitli boyutlarda hegemonik erkeklik performanslarına maruz kalıyor. Savcı Emre ve gazeteci Murat, göçer bir çingene topluluğunun üyesi olan Pekmez ve domuzlar... Bunların dışında kalan herkes, Hannah Arendt’in 'Kötülüğün Sıradanlığı’nı bize tekrar hatırlatacak şekilde iktidarın tarafında ve kışkırtılmaya hazırlar. Arendt, hiçbir büyük kötülüğün kitlelerin katılımı olmaksızın gerçekleşmeyeceğini yüzümüze vuruyordu. Filmde Pekmez’in bireysel koşulları ve sosyolojik konumu bağlamında başına gelenlere, tekrarlayan suç karşısında kasabanın hatta polisin ve hukukun acziyetine, mesleğini etiğe uygunluk çerçevesinde gerçekleştirmek isteyenlerin de Pekmez’le aynı mağduriyeti yaşadıkları bir çıkışsızlık eklenir. Savcının karakteri yeterince güçlü değildir kötülük karşısında. Şantaj mekanizmasının en baştan ağına düşer, aklı karıştırılır, üstelik Murat’la aralarındaki cinsel çekim, siyasi iktidara sırtını yaslamış zehirli erkekliklerin dünyasında onu av durumuna düşürür. Bu taşrayı, Refik Halit Karay’dan, Yaşar Kemal’den, Ferit Edgü’den, Orhan Pamuk’tan ve başka pek çok yazardan biliyoruz. Karay’ın 'Yatık Emine’sini sonunda açlıktan, soğuktan öleceği bir göçmen mahallesine atanlarla, göçer konar Pekmez’e acı çektirenler aynı. Ancak mesele giderek katmanlaşıyor çünkü iklim konusu ırk, milliyet, toplumsal sınıf, cinsiyet bağlamındaki hak ihlallerini bu kez iklim adaletsizliği boyutuyla kat ediyor. Parayı, gücü ellerinde tutanlar, ekonomik ve ekolojik olarak zemini ayağımızın altından kaydırıyor ve böylece hem yarattıkları ekolojik tahribatın bedelini ödüyor hem de şiddetlerine maruz kalıyoruz.

Filmi izleyecek olanların heyecanını kaçırmamak için hikâyeyi daha fazla açık etmeyeceğim ancak o kan çizgisinde hep birlikte yürüdüğümüzü söylemek isterim. Yozlaşmanın, suçta iş birliği yapanların karşısında olma meselesi edebiyatın, tiyatronun, sinemanın önemli konularından biri oldu her zaman. "Kurak Günler"de yeni olan, konunun yeni siyasal çatışma eksenleriyle birleşmiş olmasıdır. Bir obruk, bağı bahçeyi, mahalleyi nasıl yutuyorsa, iklim krizi, hukuksuzluk ve etik yozlaşma da bizi öyle yutuyor. Tarafları ayıran şey artık aramızda duran ve sonunda her iki tarafı da yutacak olan o “obruk”.