Bir 'kuluçka' dönemi: 1960-1980 arasında feminist edebiyat
Duygu Çayırcıoğlu'nun kaleme aldığı 'Kadınca Bilmeyişlerin Sonu - 1960-1980 Döneminde Feminist Edebiyat' İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
Yağmur Yıldırımay Bayrakçı
Duygu Çayırcıoğlu’nun Kadınca Bilmeyişlerin Sonu – 1960-1980 Döneminde Feminist Edebiyat adlı kitabı geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Çayırcıoğlu, Türkçe edebiyatın kadın yazarları için “suskunluk dönemi” olarak nitelendirilen aralığa Nezihe Meriç, Sevim Burak, Sevgi Soysal, Leylâ Erbil, Adalet Ağaoğlu, Füruzan ve Tezer Özlü’nün metinlerinden bakarak aslında bu dönemin bir “kuluçka dönemi” olduğunu söylüyor. Feminizmin ikinci dalgası her ne kadar Türkiye’de dünya ile aynı anda cereyan etmese de zikredilen kadın yazarların eserlerinde feminist düşüncenin var olduğunu gösteriyor. Bu dönemin, adı öyle konulmasa da, feminizm açısından hiç de “çorak ve pasif” olmadığını metinler üzerinde yaptığı incelikli okumalarla açıklıyor. Kadın öznenin sesinin duyulduğu bu metinler şöyle: Korsan Çıkmazı, Yanık Saraylar, Tante Rosa, Yürümek, Tuhaf Bir Kadın, Ölmeye Yatmak, Kırk Yedi’liler, Çocukluğun Soğuk Geceleri.
KADINLARIN KİTLESEL ÖRGÜTLENMELERİ
Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümü, kadın hareketinin Batı’daki ve Türkiye’deki seyrine odaklanıyor. Türkiye’de yankılarının Batı’dan daha geç bir zamanda duyulduğu kitlesel kadın hareketlerinin 19. yüzyılın başından itibaren düşüncel zemini inşa etmesi bakımından önemi burada ortaya konuluyor. Bilindiği gibi 20. yüzyılın ortasına gelene kadar geçen süreçte kadınların hakları daha çok “özgürlük, eşitlik” meseleleri üzerindeydi. Bu süreçten itibaren ise, ki bu dönem ikinci dalga feminizm olarak tanımlanmaktadır, toplumsal cinsiyet rollerinin üzerinde duruldu. 21. yüzyıl başında ise daha çoğulcu bir yaklaşım görüldü. Çayırcıoğlu kadınların bu haklı hareketlerini Olympe de Gouges, Mary Wollstonecraft, Simone de Beauvoir, Kate Millet, Shulamith Firestone, Catharine A. Mackinnon gibi isimler etrafında anlatıp bu yeni görme biçimlerinin Türkiye’deki kadın hareketine nasıl sirayet ettiğine geçiyor.
Feminizmin Türkiye’ye ulaşması, Batı’dakiyle eş zamanlı ilerlemiyor fakat yine de Batı’daki hareketlenmelerin “kadın topluluklarına, derneklere, yazınsal çalışmalara kültürel ve ideolojik etkide” bulundukları bilinmektedir. Geç Osmanlı döneminde kadınların seslerini duyurdukları yer, Kadınlar Dünyası, Şükûfezar gibi dergiler; Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvân Cemiyeti gibi derneklerdir. 1920’li yıllara gelindiğinde Cumhuriyet’in kurulmasıyla kadın hareketinin de değiştiğini vurgular Çayırcıoğlu. Kadınlara yurttaş statüsü verilmesi, Türk Medeni Kanunu ile kadın-erkek arasındaki eşitsizliğin kaldırılması gibi düzenlemeler yapılsa da bunlar yine “aydınlanma yanlısı seçkin (erkek) üyeler” tarafından yapılır, bu sebeple Batı’dakinden farklıdır. Bu zümre, kadını “özgürleştirirken” denetimi elden bırakmaz; Nezihe Muhiddin’in siyasi mücadelesi buna örnektir. Çayırcıoğlu, 1950’den itibaren kadınların hangi alanlarda, hangi yöntemleri kullanarak mücadelelerini sürdürdüklerini açıklamış, aslında feminist düşüncenin bir şekilde Türkiye’de de kendine yer bulduğunu ana hatlarıyla göstermiştir.
ERKEĞİN HÂKİM SESİNE KARŞI FEMİNİST EDEBİYAT
İkinci bölümde Çayırcıoğlu, 1960-1980 dönemine kadınların penceresinden bakmadan önce, kadınların neye karşı mücadele verdiklerini göstermek istediği için, dönemin erkek sesinin ne söylediğine dikkat çeker. Edebiyat tarihlerine baktığımızda kitaplarda, müfredatta hâkim olan ses erkek sesidir ve hâkim olan düşünce de onların düşünceleridir. Çayırcıoğlu, ele aldığı dönemden de önce erkeklerin “ideal, melek” kadınlarına karşı Nezihe Muhiddin, Şükûfe Nihal, Fatma Aliye gibi yazarların kendilerini kabul ettirmek için ne tür çalışmalara girdiğinden bahseder. Sadece anne, kız kardeş olması, kadının yüceliğinin bu sınırlarda arandığı erkeklerin edebiyatında, kadınların kurgu metinleriyle “edebiyatın adamlarını” nasıl alt ettikleri sıralanır. Kadın yazarların kanonda pek yer almamasının nedenlerinin sorgulandığı bu bölümde, Safiye Erol’un, Halide Edib’in durduğu yer de irdelenir. Halide Edib’in aktif politik kimliği ve resmî ideolojiye yakınlığının karşısında Safiye Erol’un sadece “edebi üretim sınırları” içinde kalmasının aslında dönemin hâkim sesinin bir şekilde kendini hissettirdiğini kanıtlar gibidir.
1950’li yıllar, Türkiye’de siyasal, toplumsal anlamda değişikliklerin yaşandığı bir dönem. DP’nin iktidara gelmesi, kapitalizme açılan kapılar, kentleşme, yoksulluk… Tüm bunlar elbette edebiyata da sirayet eder; edebiyat, “toplumcu gerçekçiliğin” ve “modernist eğilimlerin” etrafında hareket eder. Çayırcıoğlu, değişmelerin, ele aldığı “yedi yazarın metinlerindeki feminist duyarlılığın arka planında ön açıcı bir rol” oynadığını düşünür ve bu duyarlılıkla bakıldığında eserlerin edebiyatın kıymetlileri hâline geldiğini söyler. Kanonda, tarihyazımında çatırdamalar yaratmak için bunun gerekliliği üzerinde duran Çayırcıoğlu, metinler üzerindeki okumalarını bu kategorileştirdiği kavramlar üzerinden yapar.
'ÇATI KAVRAMLAR / KAVRAMSAL ANALİZ KATEGORİLERİ'
Kitabın üçüncü bölümünde Çayırcıoğlu, metinleri hangi kavramlar eşliğinde okuyacağını detaylıca anlatıyor. “Toplumsal cinsiyet, özne ve cinsellik” kavramlarının birbirine geçtiğini söyleyen yazar, Joan W. Scott, de Beauvoir, Lacan, Foucault gibi isimlerinden yola çıkarak bu kavramların geçmişten bugüne nasıl karşılandığını değinir. Dil ve söylem düzeyinde kadınlar üzerinde kurulan tahakkümün öznenin inşasında karşıt güç oluşu açıklanır.
Çayırcıoğlu’nun öznenin inşası üzerinde sorguladığı bir diğer alan, mekândır. Feminist hareket, “özel alanın” da “kamusal alanın” iktidarını elinde tutan erkekler tarafından denetlenmesine itiraz eder. Erkeğin kadın üzerindeki özgürlüğünü makbul kıldığı, kadını anne olmaya mahkûm eden, kadınların “biz” konumundan çıkıp “ben” olmasına yardım edecek bir alan yaratamayan ev içinin “kontrolsüz iktidarını” Çayırcıoğlu seçtiği metinlerde inceleyecektir.
FEMİNİST EDEBİYAT PENCERESİNDEN BAKMAK
Kitabın son bölümünde yazar, seçtiği kitaplara beş kavram üzerinden bakar: Toplumsal cinsiyet rollerinin işlenişi, mekân kullanımı ve mekânın politikliği, kadın karakterlerin “özne” olarak konumu, cinsellik vurgusu, geleneğe hâkim söyleme karşı isyankâr sesler.
Simone de Beauvoir’ın “kadın doğulmaz kadın olunur” saptamasından hareketle bu bölümde kadına ve erkeğe “verilen” cinsiyet rollerinin metinlerde nasıl yer aldığını gösterilir. Kadınların özgürlük arayışlarına ket vuran, onları “fedakâr, korunması gereken, kutsal” bir alana iten bu rollere metinlerdeki kadınlar tepki göstermiş, konumlarını sorgulamışlardır. Mesela yazara göre Rosa, koşma yasağını delerek, “kendine tembihlenin tersine gitmenin, bir hanımefendi gibi davranmamanın tadını çıkarır” (s. 82). Fakat Çayırcıoğlu’na göre Rosa’nın ya da Korsan Çıkmazı’ndaki Meli’nin direniş tavrı, Yanık Saraylar’da yoktur; bu kitaptaki kadınların çoğu “toplumun baskısıyla acı bir şekilde boğulmak zorunda kalmıştır (s. 79). “Pencere” öyküsünde karşılıklı oturan kadınların “hizmetkâr” taraflarını kabul etmeleri gibi. Çayırcıoğlu Yürümek’te Elâ ile birlikte Memet’in de rolünün nasıl kurulduğunu irdeler, çünkü “kadınlık rollerini ve o rolün inşasını anlamak için erkekliğe ve erkeklik rolünün inşasına da bakmak gerektiğini” düşünür (s. 86). Bu noktada bir “erkeklik” okuması yapması da dikkat çekicidir. Geçmişin gölgesinde kalıp regl olmamayı dert eden Aysel, zihniyet olarak erkekleşmiş annesi ve “bekâret” duvarı arasında sıkışan Nermin, mahremi, kutsal aileyi sorgulayan Emine de bu rollerin içinden çıkarılıp özgürleştirilmeye çalışılan kadınlardır.
İç mekân ile dış mekân arasındaki ilişkiyi sorgulayan Çayırcıoğlu, Yanık Saraylar’daki kadınlarının çoğunun dış mekâna dair bir korku içinde olduğunu söyler. Mesela “Sedef Kakmalı Ev”in Nurperi’sinin dünyası, Ziya Bey’in evinin içi kadardır. Görev odaklı yaşayan, rutini dışına çıkmayan kadının huzur bulduğu yer “mutfak”tır. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nin karakteri ise, evin içinde tahakküme baş kaldırırcasına sokaktadır; o, “evin yerleşik düzenine dair içinde hiçbir aidiyet duygusu” beslemez (s. 110). Çayırcıoğlu’nun Elâ’nın çantası üzerinden yaptığı okuma ilginçtir. Elâ’nın Memet ile çarpışmasında çantası yere düşer. Çantanın içinden yıllardır sorgulamadan attığı eşyalar çıkar. Çayırcıoğlu’na göre bunlar, “kadınların mahremine, saklı köşelerine, yanlarında kendi dünyalarını taşıyışlarına yaptığı gönderme”dir (s. 117). Yazar, Aysel ile Rosa’nın, kendilerini, “kendi istekleriyle” bir odaya kapatmalarını benzer davranış olarak yorumlar.
Çayırcıoğlu, metinlerdeki kadın özneyi yorumlamaya geçmeden önce şu bilgiyi verir: “Bu kitapta ele aldığım kadın kahramanları bekleyen mutlu sonlar yoktur. Ataerkil toplum düzeninin zorlukları karşısında gösterdikleri iradeye ve verdikleri mücadeleye rağmen kadınlar, arzu ettikleri yaşamı ve özgürlüğü tam anlamıyla elde edemezler. Kitapların sonunda kadınlar hâlâ bir savaşım halinde, arayış içinde bırakılırlar.” (s. 126) Edebiyat tarihine bakıldığında erkeklerin yazdığı “bildungsromanlar”da erkek karakterler hesaplaşacak bir şeyleri yokmuşçasına rahattırlar ve sonunda da mutludurlar, der Jale Parla. Çayırcıoğlu da buradan hareket ederek kadınların erkekegemen kültürden kaynaklı bu hâlâ devam eden mücadelesini ele alır. Ailesinin ahlaki sınırları içinde “hanım kız”lık rolünü kılıf gibi kuşanan Aysel de, resmî tarih anlatısında ve sol örgütlenme içinde kadın-erkek eşitliğini göz önüne seren Emine de, annesine, kocasına karşı gelen Nermin de kendilik mücadelesini devam ettiren karakterlerdir.
Ataerkil zihniyetin toplumsal düzeni sağlamada en çok mesele ettikleri şey, kadının “ahlakı”dır. “Namus, iffet” gibi kavramlar altında kadın bedenine, hayatına uygulanan tahakkümün nasıl yer aldığı buradaki metinlerde açıkça gösterilir. Çayırcıoğlu’na göre Tuhaf Bir Kadın’da “bekâret ve regl” dönemleri bir leitmotif gibi kullanılır çünkü yazar toplumda “hasta olmak” şeklinde anormelleştirilen şeylerin normalliğini hatırlatır. Elâ’nın “bekâret” sınırını aşması ise bir hayli zaman alır; cinselliğini ancak toplumun izin verdiği şekilde, “evlenerek” yaşayabilir. Aysel’in ayna önünde soyunmaya cesaretinin olmayışı ise “kadın bedeninin mahrem oluşunun kız çocuklarının zihnine” nasıl yerleştiğinin göstergesidir. Kitapta Kırk Yedi’liler’in Emine’si ile ilgili ortaya konulan bir tespit önemli. Emine bir yerde “cinsel sapkınlıklardan” kasıtla eşcinsellikten bahseder. Çayırcıoğlu’na göre Emine ataerkil yapıya karşı dururken “ne yazık ki yine bu düzenin devamlılığı açısından bir dayanak olduğunu pekâlâ bildiği heteronormativeye, farkında olarak ya da olmayarak, hizmet eden bir açık vermiş”tir (s. 161).
İncelenen romanlarda hâkim erkek sesinin karşısında kadının ironik dilinin yer alması Çayırcıoğlu’nun dikkati çektiği başka bir yerdir. Ona göre Sevgi Soysal’ın eril imgeleri ve dil kalıplarını kullanarak yaptığı ironi ıskalanmamalıdır yoksa okur yanlışa düşebilir. Korsan Çıkmazı’nın Meli’si, amcasının oğluyla girdiği “ahlaksız kadın” konuşmasında erkeği erkekliğinde boğar. Sevim Burak ise erkeğin hâkim sesine geleneği alt eden diliyle karşılık verir. Onun “açık gözler” için yazmadığı cümleler, aslında politik tarafının da tezahürüdür.
Kadınca Bilmeyişlerin Sonu, yazarının da söylediği gibi, yeni okumalara kapı aralamak için kaynak bir kitap. Kadınların sesinin duyulmadığı/bastırıldığı bir döneme bakarak buranın bir “kuluçka dönemi” olduğunu göstermesi önemli.
Yeniden düşünebilmenin mümkün olduğu daha nice metinlere.