Bir Martın bir gününde
Biz, üç kişi, üçümüz, bir yarımadanın ortasındaki bir bahçede, bir Martın bir gününde oturmuş, ağzımızda akide şekeri varmış gibi konuşuyorduk. Sürgün olanımız neşeli sohbete ciddi bir cümleyle ara verdi. “Güney’e gidiyorum” dedi mutlu bir ona, “Kürt hükümeti bana devlet nişanı verecek. Bir mesajın var mı Yaşar baba?” Baktılar birbirlerine. Beni ve çayları unuttular. İkisinin de gözleri doldu. Sessizlik uzun bir kış gibi uzun sürdü.
Selim Temo
Üç kişi, bir parkın hemen yukarısındaki bir otelin bahçesinde oturmuşuz. Mutlu bir dev, mütebessim bir sürgün, şanslı bir ben. Silme kuş dolu bir göğün altında. Rüzgâr unutulmuş bir mırıltı gibi esiyor, yosun kokusu geliyor en uzak denizlerden. Mutlu devin cep telefonu çalıyor. “Telefonumu üç kişi bilir, biri Mehmed, biri Selim, biri...” diyerek açıyor, sevgili eşine sevinçle sesleniyor.
Mart ayı, 2006 yılı.
Ben biraz gribim. Mehmed abi sağlıklı. Dev mutlu. Bir türlü kulağına yerleştiremediği telefona söylediği gülden hafif sözler buğu diye havaya karışıyor.
Cep telefonuyla arası pek de iyi değil. Bir keresinde oğlumla bisiklet sürerken aradı, uzun uzun konuştuk, bir gözüm bisikleti yampiri süren oğlumda. Heyecanla, yazması 20-30 yılı bulacak geniş roman konularından söz etti. Sesi kesildi birden. Biraz sonra sesi geldiğinde “demin konuşan o kız kimdi?” diye sorarken sesi tekrar kesildi. Kontörlü telefon diye bir şey vardı o zamanlar. Kontör biterken bir kadın sesi duyulur, “lütfen kontör yükleyin” filan derdi!
İlk tanışmamızda da böyle coşkuluydu. Bilkent Üniversitesi’nin aracı ve bir emekçisiyle Esenboğa’da bekliyorduk. 2002. 15 Mayıs. Zülfü Livaneli’yle VIP’den çıktılar. Heyecanla oraya doğru yürürken, Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan’ı sol koluyla sarmış olduğunu gördüm. Havadaki kuşları dallarında toplamış bir ağaç neşesiyle, “selam söyle Necmettin’e” diyordu. Sonra ağzımda ağırlaşan sözcüklerle adına düzenlenen sempozyum boyunca kendisine gönüllü eşlik etmek üzere geldiğimi söylerken “Tu Kurd î?” (Kürt müsün?) diye soruverdi. Evet deyince, döşüne bastırıp sardı. Şoför, önde ben, Livaneli’yle ikisi arkada. Bir ışıkta mı durulacak, trafik mi sıkıştı; arabaların içinden, kaldırımda yürüyenlerden güzel bakışlar, el sallamalar, öpücükler. Büyük yazar demek bu demekmiş diye düşündüm.
Bir gün, uzun bir gündü, küçük ailem için şehrin öbür ucundan kalkıp gelmişti. Kürt şiiri üzerinde çalıştığımı söylediğimde, ilk çevirileri Cahit Sıtkı’yla yaptıklarını söylemişti. 1950’lerin karanlığında Tarancı’yla bir köşeye çekilir, birbirlerine Kürtçe şiirler okuyup çevirirlermiş. Uçuk hayallerime de katılan mutlu dev, hayallerimde nakşettiğim Ehmedê Xanî Kütüphanesi’ni duyunca atılmıştı: “Bütün kitaplarımı veririm o kütüphaneye, biliyor musun, içlerinde Gallimard’ın ansiklopedileri bile var!”
Bilkent’teki doktorada “Yaşar Kemal Semineri” dersi açıldı, 2004’te. Süha Oğuzertem, hepimizdeki yerleşik Yaşar Kemal’i değiştiren bir ders yaptı, bir dönem boyunca. Bir de baktık ki her romanındaki dil farklı. Her romanda başka bir yazar var. Bir derse çağırdık. Çıktı geldi. Sınıfa girerken döndü sevgili hocam rahmetli Talât Sait Halman’a, “Talât” dedi, “bu Selim’i doktoraya al, çünkü babası dengbêj!” “Aldık zaten” dedi Talât hoca da.
İngiltere’den döndüğüm bir gün, kış, 2011. Ayaza kesmiş bir bahçeden aradım bu kez. İnsan yormak istemezdi, ama anlatma iştahına tanık olmak o kadar büyük bir zevk ve büyük bir onurdu ki. Bir saate varan bir sohbet, yazması 20-30 yıl sürecek romanların konuları, yine, Akçasazın Ağaları’nın üçüncü cildi mesela. Aslında Bir Ada Hikâyesi’nin sonunu da ta 2004’te söylemişti bana. Adasını yakacaktı! Bu “son”u kimseye söyleyememek çok ağır bir yüktü! Demek o gün için 60 yılı bulan devasa edebiyat hayatında “insan”ı bu kadar vurgulayan bir yazar, kendi yüzyılı boyunca insanlığa söylediği her şeyi de yakmış olacaktı. Sonra dörtlemenin son kitabı çıktı. Kıyamamıştı oğlumun Yaşar dedesi, yakamamıştı adasını. Ancak Bilgi Üniversitesi’nin 12 Kasım 2014’teki fahri doktora törenine gönderdiği konuşma, dünyaya veda mektubuydu. Edebiyatın insanlığa karşı ne kadar sorumlu bir uğraş olduğunu söylüyordu, adasını son bir kez şeneltiyordu.
Bir muhacir, babasının öldürülüşünü görüp dili tutulmuş bir kekeme, bir gözü bıçakla oyulmuş bir yetim, bir yoksul, bir çok üşümüş, horlanmış bir Kürt, bir devrimci, bir dengbêj, bir aşık, ağıtçı bir flaneur, bir masalcı, bir vakur, bir anlatı dehası, bir dünyayı dolduran gövde, dünyayı saran bir döş, bir tebessüm denizi, bir umut her zaman vardır adası, bir insan.
Biz, üç kişi, üçümüz, bir yarımadanın ortasındaki bir bahçede, bir Martın bir gününde oturmuş, ağzımızda akide şekeri varmış gibi konuşuyorduk. Sürgün olanımız neşeli sohbete ciddi bir cümleyle ara verdi. “Güney’e gidiyorum” dedi mutlu bir ona, “Kürt hükümeti bana devlet nişanı verecek. Bir mesajın var mı Yaşar baba?” Baktılar birbirlerine. Beni ve çayları unuttular. İkisinin de gözleri doldu. Sessizlik uzun bir kış gibi uzun sürdü.
“Onlara, onları çok sevdiğimi söyle” dedi Yaşar Kemal, nice sonra. “Benim” dedi “30 kadar romanım var. Hepsini Kürtçeye çevirtsinler.” Bana döndü, “Selim yapar” dedi. Mehmed Uzun’a dönüp devam etti: “Onlara de ki, bir halk ancak yazarlarına para verince millet olur. Fransızca ya da İngilizce için çok daha fazlasını alıyorum. Onlardan ise 100 bin dolar istiyorum. O parayı göndersinler. Bankaya gideyim. Oradaki kıza ‘kızım, Kürtler bana para göndermiş, ver bakalım’ diyeyim. Kız parayı masanın üstüne koysun. Kürtlerin parasını döşüme bastırıp bir güzel ağlayayım. Sonra telefonumdaki üç numaradan seninkini bulayım. ‘Mehmed’ diyeyim, ‘bana pêşmergelerin şehit derneklerinden birinin hesap numarasını bul, parayı oraya yatırayım!’”
Üç kişi, bir yılın bir Martının bir gününde, bir dünyanın bir yerinde oturmuş konuşuyorduk. Şimdi ikisi bir dünyanın üzerinde değiller. Biri ona verilen nişanı almak için gittiği ülkesinin özgür parçasından dönerken kansere yakalandığını öğrendi, bin yıllık sürgünle vedalaşıp Dicle’ye bakan bir yamaca devrildi. Biri sesi, harfleri ve umuduyla doldurduğu dünyanın sıcak döşüne evleri, gölgeli avluları, ovaları, yeşil ahlatları, mor meneviş dağları, şiirli göçebeleri, azat kuşlarını, balıkçı türkülerini, kütüphane raflarını, karıncaları, kuşların tilmizini, hülyalı bir aşiretin kül olmuş çadırına serilen bir kilimdeki bir geyiği, mavi kelebeği, kınalı keklikleri, otları sarartan rüzgârları, sınır boylarını, hapishane kapılarını, erken baharın üşüyen sularını yetim bırakarak girdi.
Ben her birinin yasını tutuyorum!
*Bu yazı daha önce 4 Mart 2015'te, Radikal gazetesinde yayımlanmıştır.