Bir mavi yakalının kaza sonucu ölümü

İş sağlığı ve güvenliği konusu kamusal bir meseledir. Kamu kapasitesinin artırılması, kamu yararının gözetilmesi ve kamu denetiminin etkinliğiyle kamusal bir kazanım haline gelebilir.

Fotoğraf: Arşiv
Google Haberlere Abone ol

Soma, Amasra, İliç’te meydana gelen maden kazaları unutuldu. Tıpkı bundan öncekiler gibi. Kaza sonrasında oluşan toplumsal infial giderek sönümlendi. Bu çok tanıdık, bildik bir durum.

Devlet kaza sonrasında “bütün imkanlarıyla” duruma el koyuyor, yaraları sarma retoriği ve pratiği hemen harekete geçiriliyor, devlet erkanı hiyerarşik bir düzen içinde kaza mahallinde sahne alıyor. Kazazedeler üst düzey bir katılımla kılınan cenaze namazları sonrasında ebedi istirahatgahına uğurlanırken, devlet erkanı rutin işlerine geri dönmek üzere Ankara yollarına düşüyor.

Son tahlilde halk bunu şöyle özetliyor.

“Ateş düştüğü yeri yakar”

Bir sonraki kazada buluşmak üzere şimdilik hoşçakalın.

Yaraları sarma konusunda hünerli olan devlet geleneği, yaraların ortaya çıkmasını önlemeye dair bir motivasyona sahip olamıyor nedense.

'BİZ BURADA ÖLSEK ÇOCUĞUMUZUN AÇ KALMAYACAĞINI BİLİYORUZ. ÖLÜNCE MAAŞ BAĞLANIYOR ÇÜNKÜ'

Bir maden işçisinin bu sözleri yeterince açık değil mi ?

Toplum iş kazası gerçeğiyle ancak maden kazaları gibi toplu ölümlerin olduğu kazalarda yüzleşiyor. Oysa 80 milyonluk nüfusuyla, üretken çalışma yaşının çok genç olduğu bir popülasyon ve irili ufaklı binlerce işletmenin bir şekilde ekonomik faaliyet sürdürdüğü bir ülke burası. Her gün kayıtlara geçen ya da geçmeyen bir sürü kaza oluyor ve toplum bunlardan pek haberdar olmuyor. İnşaat, ulaştırma, lojistik, imalat sektöründe meydana gelen kazalara bağlı ölümlerin sıklığı maden kazalarından fazla oysa.

Sıradan hayatların hikayesi bu işletmelerde sessiz sedasız sona eriyor “sıradan hayatların teslimiyeti” eşliğinde.

Sonunda söyleyeceğimizi hemen başta söyleyelim.

İş kazaları bir yönetim zafiyetinin sonucudur.

İşletmelerin bir yönetim anlayışı, felsefesi, geleneği var. Kurum kültürü diye de ifade edilen bir çerçeve bu. Yönetim yapısı daha entegre, yönetim bileşenleri arasındaki uyum daha aktif olan işletmelerle, yönetim kapasitesi dar, kaynakları sınırlı işletmeler iş kazası süreçlerini farklı deneyimliyor.

Her kaza birçok etmenin bir araya gelmesi sonucunda açığa çıkıyor. “Patolojik işletmeler” bu etmenlerin ortadan kaldırılmasıyla ilgili bir anlayışa sahip olmadığı gibi kaza sonrasında da yaşadıklarından ders çıkarmadan işine devam ediyor. Reaktif karakterli işletmeler ise kaza sonrasında kısa süreli bir motivasyon yaşayarak mevcut kazaya sebebiyet veren unsurları ortadan kaldırmaya, ikame etmeye yöneliyor. Bu yaklaşım bütüncül, bütün açık alanları gözden geçiren bir anlayışa yönelmiyor. İşletmenin koruyucu yönetim tarzı belirginleştikçe kaza odaklı olmaktan daha çok multi disipliner bir bakış açısı öne çıkıyor. İşletmedeki bütün idari, teknik, beşeri süreçler farklı yöntemler kullanılarak kontrol altında tutulmaya çalışılıyor. Üretim süreçlerinde “yaratıcı” teknikler kullanılarak, değişik modellemelerle verimlilik süreçleri aktive edilirken iş kazalarının yıkıcı etkileri de minimize edilmeye çalışılıyor. Elbette her şey burada ifade ettiğimiz gibi öyle pek “teorik” seyretmiyor.

BİREYLER İŞ GÜVENLİĞİNİ ÖNCELİK OLARAK DEĞİL BİR 'DEĞER' OLARAK GÖRÜRLER

Bu cümleyi, özellikle güvenlik kültürü üzerine çalışan “davranışçı” uzmanlar çok sever. Bu değer nasıl kazanılır, işletme hayatı bu değerin içselleştirilmesi için yeterli bir zemin sunar mı? İşletmeler kendileri nasıl bir değer dünyası içinde biçimlenir ki çalışanların değer dünyalarına katkı sunar? İşletmenin ve işçinin değer dünyasındaki çatışmalar nasıl yönetilir ?

Literatürde dikkatsiz davranan, kendini korumaktan aciz işçilerin kazaya sebebiyet vererek üretimi, verimliliği düşürdüğünü vaaz eden araştırma sayısı hiç de az değil.

Evet bu değer nasıl yaratılacak ?

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Soma kazası sonrasındaki “fıtrat” söylemini Amasra kazası sonrasında “kader” vurgusu ile devam ettirdi. Özellikle seküler kesim bunu dini bir referans sisteminin, dini bir anlam dünyasının dokunulmaz alanını kullanarak mevcut gerçekliği örttüğü itirazıyla karşıladı.

Bu söylemde dini olduğu kadar ideolojik bir aidiyetin izleri de vardı oysa.

Neoliberalizmin toplumu esareti altına aldığı o “mükemmel” tasarımının izleri. Sistemin devamlılığı için böyle kazalar olacaktır ve birileri bu fedakarlığı başkaları adına yapacaktır. Kimin fedakar olacağı ise kaderle ilgili bir durumdur işte. Çünkü onların iradelerinden bağımsız bir şeydir bu. Bu tasarım toplumsal yaşama öylesine nüfuz etmiş bir haldedir ki, bir “yönetim rasyonalitesi” zemininde, toplumun duygu ve düşünce evreniyle tam uyumlu bir yaşam pratiği yaratır. Bunu, neoliberalizmin, devlet, özel sektör ve toplum arasındaki geçişkenlikleri yönetme becerisi olarak da ifade edebiliriz.

Burada devlet, özel sektöre ait bir yönetim sistematiği içinde, ironik bir ifadeyle “idare” edilmeye çalışılmaktadır. Çünkü bu devlet artık adalet ve kamu yararı gibi temel değerlerden soyutlanmıştır. Esas olan işe yaramaktır. “Sorunlara pratik, teknik çözümler üretmek esastır, siyasi, etik, normatif olanı tartışma dışına atmaktır”.

İŞÇİLER PAYDAŞ MIDIR?

İşyeri demokrasisi ile genel demokratik işleyiş arasındaki paralellikler manidardır. Her iki söylemde de katılımcılık öne çıkarılır. Yani işyerlerinde çalışanların katılımı önemsenir. Ama katılımın sınırları ve kavramsal çerçevesi işveren tarafından belirlenir. Toplum katılımı da aynı şekilde değil mi ?

Yıllar önce Avrupa Mükemmellik Ödülü alan bir işletmenin işçileri, patronlarıyla birlikte kocaman bir pankartın altında bir fotoğraf çektirmişlerdi. Pankartta şöyle yazıyordu ;

'BU FABRİKA BİZİM'

Birkaç ay sonra o fabrikada toplu iş sözleşmeleri tıkanmış ve işçiler greve gitmişti. Böylece mülkün esas sahibi de ortaya çıkmıştı.

Yine de bu dönemde, taraflar yerini paydaşlara bırakmıştır. “Hepimiz aynı gemideyiz” söylemi , “kanunlara uymak zorunda değiliz, siz başlayın kanunlar arkadan gelir” yönlendirmesi meramı ortaya koymaya yeter.

Bir uzlaşı hali yani.

Amasra kazası sonrası Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ilk basın açıklamasını kaza mahallinde ve fotoğraf karesine oradaki maden işçilerini de sokarak yapmıştı. Mesaj çok netti.

Elbette çok üzgündük, beklenmeyen bir şeydi, ölenler şehit olurken vatan da sağ olacaktı.

“Din, aile, millet ve serbest girişim” formülünde buluşan “yeni muhafazakarlık” olgusunun kapak fotoğrafı gibidir o fotoğraf.

Aslında mavi yakalı olunmaz mavi yakalı doğulur. Mavi yakalıların bir önceki jenerasyonu da büyük olasılıkla yine mavi yakalıdır. Dolayısıyla mavi yakalı olmak sadece bir istihdam biçimi değil aynı zamanda bir yaşam örüntüsünün, sosyal, siyasal, kültürel etkileşim dünyasının da ifadesidir.

MAVİ YAKALILARIN SOLA YÖNELİK HAFIZALARI YOK GİBİDİR

Solun sahneden çekildiği, toplumsal gücünü yitirdiği dönemde işçi havzaları yeni bir siyasi hareketin etki alanına giriyordu. İşte AKP’ye sarsılmaz, çelik bir seçmen kitlesi kazandıran bugünkü tablonun temelleri o zaman atılmıştı. 70’li yıllarda fabrika alanlarının periferinde yapılanan işçi mahalleleri sol grupların kurtarılmış bölgeleri olarak adlandırılıyordu. “Solun altın yıllarında”, mahalle örgütlenmesi ve sendikal harekette buldukları dayanışma ve mücadele ihtiyacının yerini artık, hemşeri, dini akımlar, tarikatların desteği almıştı. Bu sayede kentte yerleşik olma halini garanti altına alan ilk göçerler ikinci akım göçerlerin de referans aldıkları bir model yaratmışlardı. Artık hemşeri -köy dernekleri kurmanın zamanı gelmişti. Böylece ana akım siyasetin radarına daha kolay girecekler ve siyasetin dağıtım mekanizmalarına ortak olabilecek bir pozisyona yükseleceklerdi. Bu sefer “Mahalledeki AKP’nin” altın yılları yani.

Tam da o yıllarda çalışanların sağlığı ve güvenliğini yönetmek üzere bir yasa çıkarıldı. 6331 sayılı İş Sağlığı Güvenliği Yasası. Bu yasanın 10. yılındayız. O güne kadar daha alt seviyedeki hukuki düzenlemelerle kontrol altına alınmaya çalışılan çalışma ortamı tersanelerdeki vahim iş cinayetlerinin de yarattığı kamuoyu baskısıyla “kanun seviyesinde” bir düzenleme ile üst bir boyuta evrildi. ILO, AB gibi uluslararası kuruluşların düzenlemeleri de dikkate alınarak ve yasal referansa dayanarak çok sayıda yönetmelik çıkarıldı.

Her şey daha iyi olacaktı. Standartlar yükseltilmiş, teknik bilgi düzeyi artırılmış, uzmanlık hakimiyeti yaygınlaştırılmıştı. Kongreler, sempozyumlar, çalıştaylar birbirini izliyordu. Aynı dönem içinde başka bir dinamik daha çalışıyordu ama. Ucuz emek stratejisi ile emek yoğun bir süreç çalışma ilişkilerine hakim olmuş, güvencesizleştirme, sendikasızlaştırma vaka-ı adiyeden sayılır hale gelmişti.

Herkes işçi sağlığı iş güvenliği konuşuyordu. Bir grup hariç.

İşçi Sınıfı.

Aradan koca 10 yıl geçmiş, manidar bir değişiklik olmadığı görülüyor. Çalışma ortamına ilişkin parametreler anlamlı bir düzelmeye işaret etmiyor. Disk – Ar’ın yaptırdığı Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü 2021 araştırmasında işçiler en önemli gördükleri sorun sıralamasında İş Sağlığı Ve Güvenliği konusunu 10. sırada tanımlamışlar.

SONUÇ YERİNE

Bir ülkenin ekonomik büyümesi ve refahı ile o ülkenin uluslararası iş bölümündeki konumu arasında yakın ilişki vardır. Türkiye sanayi ve teknoloji yapısı itibarıyla küresel düzlemde düşük maliyetli işgücü piyasası ile rekabet etme yolunu tercih etmiştir. Bu tercih iş sağlığı ve güvenliği süreçlerini direkt olarak etkileme potansiyeli taşımaktadır. Rekabet ortamı, enformel sektörün yayılımını artırmış ve bu süreç kuralsız, keyfi, denetimsiz bir büyüme trendi eşliğinde çalışanların esenliği yaklaşımından uzak bir şekilde seyretmiştir.

Türkiye'de iş kazalarının nedenlerine sosyal politika bağlamında yaklaşıldığında derin işsizlik riski, istihdam koşullarının niteliği, kamu denetiminin zafiyeti öne çıkmaktadır.

AKP döneminin alamet-i farikası olan sürdürülebilir borçlanma, yönetilebilir yoksulluk stratejisi, işçileri, işi sadece gelir getirici bir faaliyet olarak görmeye şartlandırmış, ücret dışında işe özgü diğer koşulların göz ardı edilmesine neden olmuştur. Uzun çalışma saatleri ve işsizlik sarmalında tükenen hayatların pazarlık gücünün olmaması mevcuda rıza gösterme eğilimini güçlendirmektedir.

Sendikal örgütlenmenin zayıflığı, mevcut sendikal yapıların isg süreçlerine yönelik düşük seviyeli politik tercihleri, çalışanların yaşamsal önceliklerini belirleyen çevresel, kültürel, sosyal ve siyasal tercihleri, iş kazalarının toplumsal gündem olmasının önünde bir engel gibi durmaktadır.

İş sağlığı ve güvenliği konusu kamusal bir meseledir. Kamu kapasitesinin artırılması, kamu yararının gözetilmesi ve kamu denetiminin etkinliğiyle kamusal bir kazanım haline gelebilir.

Ancak, yeni bir kamu ahlakı eşliğinde ;

Devleti ve yurttaşı ekonominin hizmetkarı, “kurbanı” olarak görmeyen bir ahlak anlayışı eşliğinde. İşçinin paydaş değil bizzat işçi olduğu bir politik bilinç eşliğinde.

Yoksa, bunca teknolojik yenilik, endüstriyel devrim insan haysiyetine yaraşır bir iş ve yaşam yaratmayacaksa ne ifade eder ki?

*Dr. / Halk Sağlığı / CHP Parti Okulu Sorumlusu