Bir orfoza aşık olmak
Şişkin dudakları, iri cüssesi ve dikkatli bakışlarıyla beni benden aldı. Öyle çirkin ama öyle karizmatik bir şey daha önce hiç görmemiştim. O vakur duruşunu hiç unutamam. Kımıldamadan beni izlediği o dakikaları da... Fazlasıyla etkileyici bir beyefendi.
Yaz sonuydu, deniz yeryüzünün ısısını gövdesine hapsetmiş, sudan saatlerce çıkmak istemediğimiz zamanlar… Çiçeği burnunda bir dalıcıyım. Teorik eğitimler bitmiş, eğitim dalışlarımı da tamamlamış, tek yıldızı almaya hak kazanmışım. Artık suyun altı beni bekliyor. Ekipmanım hazır, buddy'im yanımda… Güneyde bir yerde dört günlük dalış programımız var. Benden mutlusu yok. Havayı boşaltıp suyun altına girdiğim ilk anla, dalışı bitirdiğim ve minik minik suda yükselip başımı sudan pıt diye çıkardığım o son anın hazzı ve heyecanı hiç değişmedi. Bir dünyadan öteki dünyaya geçmeyi, aynı dünya içerisinde yapabildiğimiz yegane yer suyun altı. Bana bu hazzı yaşatan ve 2015 yılında bir mağara dalışı sonucu kaybettiğimiz dalış hocam Oktay Çakmak’ı anmadan geçmek istemem. Ayrıca o zamanlar bir tek o biliyordu şimdi anlatacağım hikayeyi…
Hesapladım da o muhteşem varlığı görmemin üzerinden tam sekiz yıl geçmiş. İlk uzun dalışlarımdan biriydi. Nefes alıp verişlerim heyecandan ve acemilikten pek düzensiz, tüpteki bütün havayı bitireceğimi sanıyorum. Sürekli sayaca bakıyorum kaç bar havam kalmış diye. Derken onunla göz göze geldim. Şişkin dudakları, iri cüssesi ve dikkatli bakışlarıyla beni benden aldı. Öyle çirkin ama öyle karizmatik bir şey daha önce hiç görmemiştim. O vakur duruşunu hiç unutamam. Kımıldamadan beni izlediği o dakikaları da.. Fazlasıyla etkileyici bir beyefendi. Bilen bilir çok büyük şanstır suyun altında bir orfoz efendiyle karşılaşmak, hele o ilk dalışlarınızdan biriyse… Denizin altı sanki size hoşgeldin der bir orfozun ev sahipliğinde…
Beni gördüğünde hiç ürkmedi, mağarasının önünde duruyordu. Sanki uzun yıllardır tanışıyor gibiydik. Az sonra beni evine davet edip birer kadeh bir şey içecekmişiz gibi.. Ne görkemliydi onun mağara evi. Ne yani bir orfoza mı aşık olmuştum ola ola? Sudan çıkar çıkmaz Oktay’ın yanına gittim, nasıl heyecanlıyım, fısır fısır olanları anlattım, Oktay dedim ben galiba orfoza aşık oldum. Teknede bunu başkaları duysa deli diyecekler bana. Yani bir insanın, insan dışında birine aşık olabileceğini kime, nasıl anlatacaksın? Rahmetli sanki ona dünyanın en sıradan şeyini söylemişim gibi birkaç saniye suratıma baktı ve sonra dedi ki, e yarın yine orada dal bari, seninki ne de olsa orada duruyordur.
Meğerse müdavim canlılarmış orfozlar, bir yeri mesken tuttular mı hep orada olurlarmış. Sonra hermafroditlermiş, cinsel olgunluğa eriştiklerinde dişi cinsiyet organları varmış. Hayatlarının belirli bir dönemini dişi olarak geçirdikten sonra 18 yaşına geldiklerinde dişi cinsiyet organları kaybolarak yerine erkek cinsiyet organları gelişir ve hayatlarının geri kalan kısmını da erkek olarak yaşarlarmış. Ömürleri de ortalama 50-60 yılmış. İki evleri olurmuş orfozların; kışları suların daha derinlerinde, yazları ise daha yüzeye yakın yerlerde bulunup 20-30 sene aynı yuvalarda yaşarlarmış. Bu yüzden avlanmaları ne yazık ki çok kolay. Fakat Barselona ve Bern sözleşmeleri gereği koruma altına alınan, avlanması yasak canlılardan.. Ha bir de balık türleri arasında en zeki türlerden birisi olup bir kere gördüğü insanı bir daha unutmazmış.
Ertesi gün yine aynı yerde daldığımda gerçekten benimki oradaydı, aynı şaşkın ve karizmatik ifadeyle bir güzel süzdü beni. Yani o kadar emindim ki onun da bana karşı boş olmadığından… Bu sefer bir önceki günden daha da uzun bakıştık, hasbihal eyledik, epey etrafında dolandım, milim istifini bozmadı ama gözü hep üstümde… Ah keşke sarılabilseydim sana orfoz efendi. Neyse yazının bu saykodelik kısmını burada bitirsem iyi olacak. Bir gün imkansız aşk neymiş diye bir yazı yazarsam uzun uzun anlatırım. Esas olaya geleyim, yakın zamanlarda Netflix’te gösterime giren Ahtapottan Öğrendiklerim belgeseline. Bu anıyı hatırlatan da o belgeselin ta kendisi oldu zaten.
Belgesel yönetmeni Craig Foster, hayatının zor bir döneminde çocukluğunun geçtiği Güney Afrika sahillerine geri döner ve adeta denize sığınır, denizle iyileştirmeye çalışır kendisini. Yosun ormanlarında tüpsüz dalışlar yapmaya başlayan Foster bir gün bir ahtapotla karşılaşır, bir sonraki gün su altı kamerasını da alıp önceki gün gördüğü ahtapotun izini sürer, bir sonraki gün tekrar ahtapotu görmeye gider, bir sonraki gün yine… Derken bu şekilde tam 365 gün geçer. Foster ahtapotu her gün izlemeye başlar ve aralarında müthiş etkileyici bir dostluk bağı gelişir. Bu 365 gün boyunca bizler Foster’la birlikte hem ahtapotun yaşam döngüsünü hem de doğanın döngüsünü izlemeye başlıyoruz. Ve elbette Foster’ın ruhsal dönüşümünü de…
Belgeseli izledikten sonra her türlü ilişki için güvenin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha düşündüm. Biriyle gerçekten güvenli bir ilişki geliştirdiğinizde dikenlerinizi, korkularınızı, en çekilmez yanlarınızı bile nasıl da uysallaştırmaya başlıyorsunuz. İlişkinin iyileştiriciliği işte tam da burada devreye giriyor. Her ilişki iyileştirmez hatta bazısı hasta eder ama iddia ediyorum ki her güvenli ilişki iyileştirir, sonu hüsran olsa bile… Çünkü ancak güvendiğiniz birine yaralı bereli taraflarınızı, yumuşak karnınızı açabilirsiniz ve bunu yapabildiğiniz takdirde artık dönüşmeye hazırsınızdır. Derli toplu ilişki öyle hemen yaşanmaz, biriyle etkileşime girmek illa ki biraz dağıtır, akıtır, kokutur ortalığı -bambaşka iki varlıksınızdır sonuçta- ama ilişkide dağılmak ve yine ilişkide toplanmak kadar da şifalı ne olabilir! Eğer birine güven duyamıyorsanız ilişkide hep gardlarınız olur, bir güç mücadelesine dönebilir tüm ilişki, nereden darbe alacağınızı hesap etmekten bir türlü kendinizi veremezsiniz ilişkiye, varsayımlar içinde boğulursunuz, felaket senaryoları yazarsınız, korku fantezileri kurarsınız, asla otantik olamazsınız, ne yorucudur o tür ilişkiler, ne zarar ziyandır… Hayata ve kendine güven duymayan maalesef ötekine de güven duyamıyor.
Kişi niye güven(e)mez diye sorarsanız, sorunuz bu yazının konusu olmasa da kısaca şöyle söyleyeyim: Güven varoluşumuzun çok temel bir meselesi; buradan çocukluğa, kurduğumuz ilk ilişkilere upuzun bir yol uzanıyor, meseleyi fark edip halledemezsek hep aynı hikayeyi tekrar ediyoruz aslında. Bize hep benzer duyguları hissettirecek kişilere çekiliyoruz. Ve hep aynı tongaya düşüyoruz. Kendini gerçekleştiren kehanetlere bir de çözülemeyen meselelerin uzantısı olarak bakmalı. Başka bir yerde çıkıp söndürülemeyen yangının alevleri, elbette başka olasılıkları da yakıp kül edecektir. Bu konuya meraklılar John Bowlby’nin kitaplarına ve bağlanma teorisine bakabilirler.
Ahtapotla Foster’ın ilişkisine dönecek olursak hiç kolay başlamıyor; kaçışı, korkusu bol bir başlangıç izliyoruz, ilk başlarda güven duymak hiç kolay değil çünkü, emek verme, sabretme, durabilme becerilerinizin gelişmiş olması gerekir, en önemlisi de kendinize duyduğunuz güvenin… Ötekini anlamaya gönüllü olmak da bu işin olmazsa olmazı… Her türlü ilişkide olduğu gibi burada da arzu sürekliliği, istikrar, sebat, ötekine duyulan merak geliştikçe o çılgın ahtapot, Foster’ın göğsünde uysal bir kediye dönüşüyor. İnanılır gibi değil ama gerçek. Harika müzikler ve görüntüler eşliğinde epey duygusal bir belgesel Ahtapottan Öğrendiklerim. En zor olanla bile bir şekilde ilişki kurmanın yolu var ve bu yol biraz beklemekten, izlemekten, kendini merkezden çekmekten geçiyor. Hakiki bir ilişkide biraz kırılıp dökülmek, soğukta üşümek, hayal kırıklığı yaşamak da var, belgeselde bunu görüyoruz. Foster, o soğuk denize aylarca her gün dalıyor, yaptığı hatalardan, ötekinin güvenini yıkan davranışlarından dersler çıkarıyor, tam pes edecekken müthiş bir kararlılık ve özgüvenle o güveni tekrar inşa ediyor. Güven en çok, inşa edilen bir şeydir çünkü, gökten zembille inmez. Belgeselin sonrası ise çok keyifli, tam bir yol arkadaşlığı, sonu hüzünlü bitse de…
Belgeseli izlediğim sıralarda hoş bir tesadüf olarak Kolektif Kitap’tan geçtiğimiz aylarda çıkan Peter Wohlleben’in kaleme aldığı, Zehra Aksu Yılmazer’in çevirdiği Hayvanların Gizli Yaşamı isimli kitabı okuyordum. Kitap hayvanlarla insanlar arasındaki duygu, düşünce, değer ortaklıklarını gösteriyor okura. Hayvanların hiç hayal etmediğimiz taraflarıyla tanıştırıyor bizleri. Burada amaç hayvanları insanlaştırmak değil, ama onların insanlar tarafından daha iyi anlaşılmalarını sağlamak. Kitapta hayvanlarla ilgili çok ilginç meselelere ve duygulara değiniliyor, üstelik bunların hepsi önemli araştırmalarla destekleniyor. Utanan atlar, empatik fareler, pişman olan sıçanlar, sadık domuzlar, kahin hayvanlar, hayvanlardaki iyilik ve kötülük meselesi, hayvanların insan sevgisi, hayvanlar arasındaki entrikalar vs…
Benim en fazla ilgimi çeken bölüm hayvanlarda yas konusu oldu. Kitaptan bu konuya dair bir alıntıyla devam etmek istiyorum;
"Eskiden lider geyiğin yavrusunun ölüm sebebi ya bir hastalık olurdu ya da aç bir kurt. Bugünse avcının tüfeğinden çıkan bir kurşun. O zaman geyik biz insanlardakine benzer bir süreç yaşar. Başına gelen felakete inanamaz önce, sonra derin bir yasa gömülür. Yas mı? Geyiklerde mümkün mü bu? Sadece mümkün değil, aynı zamanda da zorunlu, zira yas tutmak vedalaşmaya yardımcı olur. Anne geyik öylesine yoğun duygularla bağlıdır ki yavrusuna, bu kaybı kolayca atlatamaz. Yavrusunun öldüğünü ve küçük naaştan artık ayrılması gerektiğini kavrayabilmesi için zamana ihtiyacı vardır. Yavrusunun can verdiği yere tekrar tekrar döner ve avcı yavrusunu alıp götürdükten çok sonra bile evladına seslenmeye devam eder. Fakat yas tutan bir lider sürüyü tehlikeye atar, zira yavrusunun can verdiği yerden ayrılamayarak ölüme davetiye çıkarır.
Aslında sürüyü bir an önce güvenli bir yere götürmesi gerekir, ama evlat acısı ağır basar. Bu koşullarda liderliğin başka bir hayvana devredilmesi gerektir, nitekim bu iş herhangi bir güç mücadelesi olmadan sessiz sakin halledilir. Deneyimli bir başka dişi geyik bir adım öne çıkar ve sürünün liderliğini üstlenir.”
Kitapta önemli bir önerme var; ”Her hayvan türü bilinçdışına sahiptir ve bilinçdışının yönlendirici müdahaleleri nedeniyle her hayvanın elbette ki duyguları vardır.”
Duygular elbette sadece biz insanlara mahsus değil. Ancak insan merkezli bakış açımız sadece kendimizi önemsememize ve kendimiz dışındaki her şeyin bize hizmet etmesini beklememize yol açıyor. Dünya neden böyle zor bir yer sorusunun cevabı belki de burada saklı.
Ahtapottan Öğrendiklerim belgeseli ile Hayvanların Gizli Yaşamı kitabının bir arada hayatıma girmesini çok anlamlı buluyorum. Bu aralar en çok da şunu düşünüyorum, bir hayvanı yediğimizde onun korkusunu, acısını da içimize almış oluyoruz. Yani sadece onun etini yemiyoruz, onun duygusu da bize geçmiş oluyor. Ve evet hayvanların da duyguları var, ısrarla görmezden gelmeye çalışsak da… Bizim kendi korkularımız yetmezmiş gibi, bir de ötekinin ölüm korkusunu da içimize alıyoruz, üstelik onun yaşam hakkını elinden alarak… Ne hakla!
Her iki yayın da hayatımda bazı düzenlemeler yapmak konusunda bana epey ilham verdiler. Doğadan öğrenilecek şeyler sonsuz, insan merkezli bakış açımızı doğa merkezli bir bakışa evrilttiğimizde işte o zaman doğanın bir parçası olduğumuzu idrak edebiliriz ve ancak doğanın bir parçası olduğumuzu idrak ettikçe kendi hakikatimize varabiliriz. Unutmamak gerekir ki insan ve hayvan hep iç içe, duyguların dili hep aynı… Bir orfoza aşık olmanın ve onu özlemenin duygusu epey tanıdık…