Bir roman ve film olarak 'Barbarları Beklerken'
Kimdir bu barbarlar? Medeniyetten teknolojiden uzakta, doğanın içinde yaşayan ilkel halk mı yoksa kendi gücünü kanıtlamak adına her türlü barbarlığı hakkı gören medeni toplumlar mı? Ya da nedir barbarlık? Eliyle yemek yiyen, temizlik alışkanlığı olmayan, çadırlarda yaşayan, saçlarından bit toplayan ilkel toplumlar mı yoksa yüksek değerleri uğruna şiddeti kurumsallaştıranlar mı?
Pınar Üretmen
Eğer Tanrı olmasaydı insanların onu icat etmesi gerekeceği gibi -ki Voltaire’in zihin açan bu cümlesini Dostoyevski 'Karamazov Kardeşler’de uzun uzun tartışır- totaliter yönetimler tehditkâr bir düşmanın, emperyalist devletlerse barbarların varlığına (ya da icadına) ihtiyaç duyar. Kendini uygar ve üstün gören bir topluluğun bireyleri arasında, öteki olanın tehdit oluşturabileceği hezeyanını körüklemek, düşmanlık yaratmak ve barbar damgası vurmak için yeterli olabilir. Medeniyet adı altında uzak diyarlara giderek el koymanın, oranın asıl sahibi yerli halkı vahşi ve işgalci sayarak savaşmanın başka bir açıklaması olabilir miydi yoksa? Kavafis’in 1903 yılında yazdığı o muhteşem şiiri 'Barbarları Beklerken’de dediği gibi, barbar damgası bir çözümdür bu durumda… “Peki, biz şimdi ne yapacağız barbarlar olmadan / Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.” J.M. Coetzee, bu eşsiz şiirden mi esinlendi bilmiyorum ama gizli anlamı eşsiz bir romana dönüştürmeyi başardığı kesin. Aynı nüans ve aynı hissiyatla hem de.
'Barbarları Beklerken', J.M. Coetzee tarafından tüm bu soruları soran ama cevapların kolaylıkla bulunamayacağını da bilen o muhteşem romanın film uyarlaması olarak 2020 yılının Ekim ayında vizyona girdi. Pandemi kısıtlamaları öncesi sinema salonunda izleme imkânı bulabildiğim nadir filmlerden biriydi. Belki sınırlamalar nedeniyle yeterli derecede izlenip değerlendirilemedi ama önemli bir esere (hem ele aldığı konu hem de kadrosuyla) imza atıldı diye düşünüyorum. Zira –her ne kadar ülkemizde çok ünlü ve çok okunanlar arasına girmemiş olsa da- Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, dil ve anlatım ustası olan Coetzee’nin insanlığa dair bu derin felsefi bakışı, zamanın ve mekânın çok ötesini işaret ediyor. Filmin senaryosunun da Coetzee tarafından yazılmış olması (bu bir dezavantaj olsa da), anlatımın filme değiştirilmeden taşınmasını sağlamış. Filmdeki diyalogların çoğu kitaptan birebir alınmış. Johnny Depp, Mark Rylance, Robert Pattinson ve Gana Bayarsaikhan’ın oyunculukları da filmin gerçekçi ve anlatının atmosferine uygun olmasını sağlamış. İç ve dış mekân görüntüleri gerçekten muhteşem. Bu yazıda film ve kitabı beraber ele alarak, hikâyenin ana duygusunu ve felsefesini tartışmaya çalışacağım. Zira yazar ve senaristin aynı olmasının da etkisiyle, anlatı her ikisinde de birkaç detay dışında paralel seyrediyor.
Hikâye, bilinmeyen bir coğrafyadaki bir sınır kasabasında geçer. Kale surlarının dışındaki ilkel yerli halkla daha çok ticarete dayanan ilişkilerin ve nispeten barış içindeki yaşamın ağır aksak temposu, başkentten Albay Joll’un gelmesiyle kesintiye uğrar. Bir süredir başkentte barbarların silahlandığı ve isyana hazırlandığı söylentileri dolaşmaktadır. Son zamanlardaki birtakım hırsızlık ve saldırı olayları da “hiç uyumayan imparatorluğun” huzurunu kaçırır. Tüm hudut kalelerinde ciddi tahkikat yapılması ve gerekirse devletin gücünün şüpheye mahal vermeyecek şekilde gösterilmesi gerekmektedir. İşte o ünlü Üçüncü Büro’ya bağlı albayın buralara geliş nedeni de budur. O sırada kasabada bir hırsızlık olayı nedeniyle sorgulanan iki kişiyi görmek ister Albay. Kasabanın üst düzey görevlisi olarak yıllardır huzur ve sükûnet içindeki sıkıcı yaşamını sürdüren sulh hâkimi –ki hikâyenin tamamını bize aktaran da odur- burada bir hapishaneye bile gerek duyulmadığını, bu Tanrının ve hükümetin görme alanının dışına kalan topraklarda her şeyin sakin olduğunu anlatmaya çalışsa da Albay Joll, güvenlik ve devlete bağlılık konularında çok titizdir. Ve sorgulama başlar. Yaşlı bir dedeyle hasta ve korkmuş torununun çığlıklar eşliğindeki sorgulaması sonucunda yaşlı adam ölür, çocuksa işkenceye son vermek adına söylemesi istenen her şeyi kabul eder. Halkının –balıkçı olan ve silahı bile bulunmayan göçebe halkının- isyana hazırlandığını, silahlandığını, devlet için tehdit olduğunu kabul eder.
Bazen söylentilerin gerçekliği önemli değildir, ortak hezeyana seslenmesi insanların inanması için yeterlidir. Aynı bakışla barbarların kim olduğu ve ne yaptığı da önemsiz bir ayrıntıya dönüşebilir. Albay Joll, çocuğu da yanına alarak çöle, barbar avına çıkar. Arkasından kasabaya çok sayıda göçebe getirilir. Yaşlı, kadın, çocuk, doğada yaşamaya alışmış onlarca insan. Ve aynı yöntemlerle sorgulamalar devam eder. Artık huzur ve can sıkıntısı kavramları, geçmiş günlere ait birer nostaljidir. Barışın olmadığı hezeyanı ile gelenler, barışın artık olmamasının garantörüdür. Hâkim ise devletin en güçlü biriminden gelen Albay’a görevini yaparken yardımcı olmak (sonuçta kendisinden beklenen ve konumu gereği yapması gereken budur) ile, tüm bu şiddete karşı çıkmak arasında nerede duracağını bilemeden ve biraz sarsakça bocalar durur. “İnsanların daha sonra tahıl ambarından geldiğini iddia ettikleri çığlıkları duymuyorum. O akşam işimi yaparken her an muhtemelen ne olup bittiğinin farkındayım ve kulağım insan acısının tonuna odaklı. (…) Çok fazla şey biliyorum ve bu bilgi insana bir kez bulaşınca artık kurtulmak mümkün olmuyor galiba. Tahıl ambarının yanındaki kulübede neler olup bittiğini görmek için fenerimi alıp gitmemeliydim. Öte yandan, feneri bir kez elime alınca bırakmamın yolu yoktu. Düğüm kendi içinde sıkılaşıyor, ucunu bulamıyorum.”
Ama kimdir bu barbarlar? Medeniyetten teknolojiden uzakta, doğanın içinde yaşayan ilkel halk mı yoksa kendi gücünü kanıtlamak adına her türlü barbarlığı hakkı gören medeni toplumlar mı? Ya da nedir barbarlık? Eliyle yemek yiyen, temizlik alışkanlığı olmayan, çadırlarda yaşayan, saçlarından bit toplayan ilkel toplumlar mı yoksa yüksek değerleri uğruna şiddeti kurumsallaştıranlar mı? İşte tam bu noktada, kötülüğün sıradanlığı ve şeffaflığıyla yüzleştirir bizi Coetzee. Askerlerin kale içine getirdiği, elleri yanaklarına tellerle bağlanmış barbarlar, meydana toplanmış halkın önüne dizilir. Önce askerler vurur onlara sonra ellerindeki sopaları bekleyenlere uzatırlar. Küçük bir kız çocuğu çıkar öne, arkasından alkışlar ve destek sesleri gelmektedir. Bir müsamereye çıkar gibi utangaç bir tavırla öne çıkan kız, sopayı alır ve arkasından gelen desteğin gücüyle elleri bağlı esirlere vurur. Meydanda toplanan sıradan insanlar birbiri ardına atılarak katılırlar bu şiddete. Tam bir kitle psikolojisinin tetiklediği cinnet anıdır yaşananlar. Normal zamanda iyi, masum, şiddetle hiçbir bağlantısı olmayan insanlar, güçlü tarafa ait olmanın gücüyle kendinden geçerek şiddete ortak olmanın ortak hezeyanını yaşamaktadır. Sadece görevi gereği şiddete aşina üniformalılar değil, elinde bebek ve topaç tutanlar bile barbarlığın sınır deneyimini yaşar böylelikle. Peki empatiye ne oldu? Eğer nörobilimsel deneylerin gösterdiği gibi acı çeken bir kişiyi görmek insanın kendi beyninde acı matriksini faaliyete geçiriyorsa, yani acı çeken birini görmek canımızı acıtıyorsa, bir başkasına nasıl şiddet uygulayabiliriz? Bosnalı komşusunu öldüren Sırplar ya da Yahudilere zulmeden Almanlar gibi romanda yer alan kasaba halkının Barbar adı verilen yerli halka şiddet uygulamasının altında yatan mekanizma nedir? Gene aynı nörobilimsel çalışmalar göstermiştir ki, kendimizden olmayan ve ötekileştirdiğimiz kişileri beynimiz birer insan olarak değil nesne olarak algılamaktadır. İnsandışılaştırma, soykırımın ana bileşenlerinden birisidir, diye açıklar David Eagleman.
Evet, hikâye bilinmeyen bir sınır kasabasında geçer, adı anılmaz. Coetzee evrensel bir hikâye anlattığı için bu detayı okurun (ya da izleyicinin) hayal gücüne bırakır. Yerli halkın yaşadığı uçsuz bucaksız topraklara yerleşen ve el koyduğu bu topraklara medeniyeti getirdiğini söyleyen, yerli halkı hor ve istilacı gören, kendi savunmasını da meşru müdafaa ve vatanın bölünmezliği adı altında yapan her devletin sınır yerleşimi olabilir burası. Güney Afrikalı Coetzee’nin yazılarında yer alan öz hesaplaşmasını dikkate alınca, Güney Afrika anlatılıyor olabilir elbette. Ama Amerika, Afrika ya da Asya’daki herhangi bir yer de olabilir. Kitapta bu kısım belirsiz, sadece çok sıcak yazların ve çok soğuk kışların görüldüğü, çöllerin olduğu karasal iklime sahip bir coğrafyada olduğumuzu anlıyoruz. Filmde ise, görsel anlatım nedeniyle bu detayı izleyicinin hayal gücüne bırakmanın zorluğuyla, bize ufak ipuçları veriyor yönetmen. Filmde barbarlar olarak adlandırılan yerli halkı canlandıran oyuncular Moğol. Filmin geçtiği mekânlar kimi zaman Latin Amerika kimi zamansa Orta Asya’yı andırıyor, evlerin mimarisi ise Kuzey Afrika-Asya kırması. Ancak bir sahnede Sulh Hâkimi ve kasaba halkının zeytin toplaması, coğrafyayı tüm bu detaylardan bağımsızlaştırarak Akdeniz ikliminin geçerli olduğu bir coğrafyaya taşıyor ve hayal gücümüzü tetikleme başarısını gösteriyor. Ve bizler okur (ya da izleyici) olarak biliyoruz ki ötekileştirmenin olduğu her yerde, kötülüğün sıradanlaştığı her coğrafyada ve saldırganlığın kutsal değerler adı altında meşrulaştığı her zamanda yaşanıyor olabilir tüm bunlar.
Romanın ilk diyaloğuna (filminse ilk sahnesine) muhteşem bir güneş gözlüğü metaforuyla giriş yapıyor Coetzee. Kapkara iki cam parçasıyla gözleri kapalı olan Albay Joll’a sulh yargıcı böyle bir şeyi daha önce hiç görmediğini söyler. Güneş gözlüğü, der Albay. Güneşin parlamasını ve baş ağrısını engellediğini, Başkent’te herkesin kullandığını belirtir. Adeta Albay ile özdeşleşir bu gözlükler, öyle ki gece karanlıkta, odada eşyalara çarpmadan yolunu zor bulurken bile çıkarmaz onları. İşkence yaparken de gözünde kara camlar vardır. Adeta gözüne, aydınlığa, ışığa çekilen bir set, görmemek için bir araçtır bu gözlükler. Medeniyetin kullandığı birçok teknolojik araçtan, insanı mekanikleştiren ve açık seçik görmeyi engelleyen araçlardan biri. Yoksa işkenceciler, işkencelerini nasıl yapabilirdi?
Kitapta yargıcın iç hesaplaşması anlatı boyunca devam ediyor. Devletin üst düzey görevlisi olarak bir anlamda aynı amaca hizmet etmesi, Albay Joll’un ihtiyaçlarını karşılaması, gece boyu süren çığlıklara kulaklarını tıkaması nedeniyle kendisinin de ne derece suçlu –ya da madalyonun öteki tarafından bakarsak çaresiz, emir kulu ve masum- olduğunu sorguluyor. “Çünkü ben o zamanlar düşünmekten hoşlandığım gibi, soğuk katı albayın hoşgörülü haz düşkünü zıddı değildim. Ben İmparatorluk’un rahat zamanlarında kendi kendine söylediği yalandım, o ise İmparatorluk’un sert rüzgârlar estiğinde kendi kendine söylediği yalandı.” Ancak filmde daha masum, hatta oldukça iyi niyetli bir Yargıç profili çizildiğini ve bu iç sorgulamanın fısıltılarının izleyicinin kulağına pek ulaşmadığını söyleyebilirim. Kitapta daha yoğun, filmdeyse şefkat yönü nispeten ağır basan yargıcın Barbar bir kızla aşkını (ve fantezilerin yoğun olarak yaşandığı cinselliği) ise, konuyu uzatmamak adına okura bırakmak istiyorum.
Filme dair birkaç küçük detayla bitirelim. Film, dünya prömiyerini 76. Venedik Film Festivali’nde yaptı. Filmin ana sorunu, başta da belirttiğim gibi, senaryonun bir roman gibi tasarlanmış olması. Coetzee, romanın güçlü anlatısını birebir aktarmış. Her ne kadar güçlü ve edebi diyaloglar yer alsa da, bu durum filmde ritmin düşmesine ve tekdüzeliğe neden olmuş. Mark Rylance ve Johnny Depp’in oyunculukları oldukça iyi, özellikle Albay Joll karakteri çok güçlü. Görüntü yönetmeni Chris Menges’in -özellikle iç mekân ışık gölge efektleri açısından- oldukça başarılı olduğunu düşünüyorum. Romanda olaylar düz bir zaman çizgisinde ilerlerken film dört mevsim şeklinde bölümlenmiş. Dört mevsim döngüsünü kullanan yönetmen, bu tür olayların döngüsel bir şekilde yerkürede hep olageldiğini vurgulamış adeta.
Barbarları beklemek, sanki bir anlamda Beckett’ın o muhteşem kitabındaki Godot’yu beklemek gibi. Godot’nun kim olduğunu, gelip gelmeyeceğini, hatta neden beklediğimizi bilmesek de bekleriz. Önemli olan beklemektir çünkü. Önemli olan her an tetikte olmak, başka bir şey yapamayacak ve düşünemeyecek kadar beklemekle alakadar olmaktır. O zaman tekrarlayalım; 'Godot’yu Beklerken' olduğu gibi, barbarların da kim olduğu, hatta ne yaptığı önemsiz bir ayrıntıya dönüşebilir. Medeniyet adı altında uzak diyarlara giderek el koymanın, oranın asıl sahibi yerli halkı vahşi ve işgalci sayarak savaşmanın başka bir açıklaması olabilir miydi yoksa?