Bir sersemletme yöntemi olarak, doğru adlandırmamak...
Hiçbir şeyin adını koyamayan, hiçbir günahıyla hesaplaşamamış, temelsiz özgüvenle efelenmeyi milli çıkarın yüceltilmesi gören, kafası karışık; ezcümle, bile isteye sersemletilmiş bir yurttaş çoğunluğu ile demokratik siyasal sistem kurmak mümkün mü? Değil. Boncuklu parlamenter sisteme geçilse de, değil.
İlk kez bu yılbaşında, tanıdığım çoğu insanın yürekten iyi yıllar dileyemediğini, yalnızca sağlık temennisi ile yetindiğini, 2021'e ilişkin herhangi bir umut sözcüğü sarf etmediğini fark ettim. Her şeye olabildiğince olumlu bakmaya çalışanlar bile geçiştirdi. Neşesini kaybedeli çok oldu da, genç insanlar ve kadın hareketi olmasa umudunu da kaybedecek sanki ahali. Umutsuzluktan çok, bıkkınlık ve ağır bir yorgunluk hissi belki de. Herhangi bir konuda üç gün sonrasını öngörebilen yok ve öngörülemezlik insanın başına gelebilecek en vahim durumlardan biri. Benim, iktidara muhalif ve müteahhitlik düşünmeyen bir yurttaş olarak, eğer hayatta kalırsam bu yıla ilişkin öngörebildiğim yalnızca iki şey var: 2021'de vergimle maaşlarını ödediğim insanlarca daha fazla aşağılanıp hakarete uğrayacağım ve muhalefet her hafta 'tank ve palet fabrikasından' söz edip sık aralıklarla 'ilk seçimde gidecekler' diyecek. Bu kadar.
Demokrasi, doğası gereği her rejimle uzlaşabilen büyük sermaye grubu temsilcileri dışındaki yurttaş kümeleri için, hava gibi su gibi elzem. O olmadığında, ortalama yurttaş özgür hissetmediğinde, düşünce özgürlüğü yok edildiğinde, özellikle yurttaş topluluğunun muhalif ve yoksul kesimleri için yaşamak, gün geçirip yaşamının sona ermesini beklemekten ibaret kalıyor. Özgürlüğü umursamaz görünen daha kalabalık kesim de, başına gelen çoğu musibetin aslında özgürlük ve eşitlik yoksunluğundan kaynaklandığının farkında olmadığından, umursamıyor. İnsanın bir şeyi umursaması için, o şey her neyse yaşamı üzerindeki belirleyici etkisini kavraması gerekir. İnsanca yaşam için gereksinim duyduğu temel gelire sahip olmasından tutun, fırından aldığı ekmeğin kalite ve gramajından, musluğundan akan suyun niteliğinden, bir salgın sırasında ülkedeki vaka sayısından ve aşı olup olmayacağından emin olması için asgari demokrasiye gereksinimi olduğunun, o demokrasinin de bütüncül bir hak ve eşitlik anlayışına/arayışına dayandığının bilincine sahip olmalı yurttaş. Eser miktar olsun 'eşitlikçi' özgürlük/demokrasi her eve lazım.
Demokrasi, herkese göre değişen bir kavram değil. Nerede doğduğu, hangi sınıfın icadı olduğu, gelişimi, zaman içinde nasıl zenginleştiği ve her ne kadar muhtelif ülkelerde farklı ölçülerde canına okunmuş ve okunuyor olsa da, günümüzde hangi ilkelere dayandığı belli. Son yıllarda en sık işittiğimiz ve tanık olduğumuz yorum/gerçek ise o demokrasilerin sağcı liderler elinde can çekiştiği, hafif tabirle epey yıpratıldığı. Tabii temsili demokrasilerin (açıkçası, kapitalizmin vardığı aşamanın) krizini herkes kendi sisteminin izin verdiği sınırlarda deneyimliyor. Şiddet her ülkede aynı yoğunlukta mümkün olamıyor ve hissedilmiyor. Örneğin ABD, her ne kadar büyük sorunlarla boğuşuyor ve muhtemelen önümüzdeki dönemde de boğuşacak olsa da, fanatik sempatizanları ve Türkiye siyasal İslamcıları dışında neredeyse herkesin nefret ettiği tehlikeli bir soytarıdan dört yılın sonunda kurtulabildi.
Demokrasi krizinin türettiği varsayılan liderlerin/yönetimlerin belirgin niteliklerinden biri, malumunuz, sürekli yalan söylemeleri. Yalanı bir yönetim tarzı olarak benimsiyorlar. Fakat doğru olmayan söz, yalnızca yalancılık amacıyla başvurulan ya da yalnızca bir yalancının silahı olmayabilir. Bilinçli ya da bilinçsiz 'yanlış adlandırmaların' da çıktığı kapı aynı.
Adlandırma sorunu, yığınların giderek sersemlemelerine neden olabiliyor. Okuduğunuz yazının derdi, Türkiye'nin ileri demokrasisi özelinde iktidarın değil, muhalefetin (partiler ve muhalif yurttaşın) giderek daha belirgin hale gelen 'adlandırma' tercihi. Yalan söylemek değil; olup bitene, şu ya da bu nedenle gerekli/doğru adı vermemeleri. Saydamlığı, anlamayı, fark etmeyi, yorumlamayı, doğru tepkiler vermeyi, samimiyeti neredeyse imkânsız hale getiren, son derece 'sersemletici' bir tercih, yöntem bu. Yalanı amaçlamayan, ancak sonunda benzer etki yapan, yapacak tanımlar. Toplumsal gerilimi yatıştırmayı amaçlayan ve bir ölçüye kadar anlaşılabilir günlük siyasi manevralardan, mutedil söylemden değil; sorunların, olay ve olguların gerçek nedenlerini kavramayı imkânsız hale getiren, zihnimize-dilimize giderek yerleşen hal ve tavırdan söz ediyorum.
Muhalif siyasetçi ve bir kesim yurttaşın, bu yola öncelikle iktidar seçmenini 'ürkütmemek' için başvurduğu açık. Bir neden bu. Aynı zamanda, 'hesaplaşılmamış' bir tarihin doğal sonucu. Belki bir diğer gerekçe, toplumu iyi yönde dönüştürme çabasından çok, anket sonuçlarına bakıp yapılan 'hızlı' siyasettir. Her bir muhtemel gerekçeye ilişkin çokça 'adlandırma' örneği bulmak mümkün. Bir iki örnek...
İsraf... Uzun süre yolsuzluğa israf dedi muhalefet. Oysa herkesin görebildiği, farkına varabileceği somut bir olgudan söz ediyoruz. Burada adlandırmanın yanlışlığı doğruluğunu da geçelim; hangi sözcük daha düzgün ve dürüst bir toplum ortalaması inşasına yardım eder? Hemen tüm ihaleler aynı şirketlere, hiçbir çekingenlik ve kaygı emaresi dahi olmaksızın dağıtılırken, muhalif olanın bunun adını koyamamasında bir tuhaflık yok mu? Ne oldu sonunda? İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyeleri bazı 'yolsuzluk dosyalarını' savcılığa teslim ettiklerini açıkladı. Nedir teslim ettikleri, önceki yönetimler israf mı etmiş, belediyenin musluğunu açık mı unutmuşlar?
Hukuk devleti zarar görüyor... Kimi muhalefet milletvekillerinin ve yazarların ifadesi. Yaşadıklarımızı bu serzeniş cümlesiyle açıklamak mümkün mü? Hangi hukuk devleti ilkesi, şu uzun süre önce askıya alınandan mı söz ediliyor? Bir UFO'ya zarar verebilir misiniz? Peki 2021 Türkiyesi'nde hukuk devletine nasıl zarar verilebilir? Cumhuriyet tarihindeki mümtaz yerini çoktan alan İçişleri Bakanı'nın ifadelerini, 'hukuk devletine verilen zarar' mızmızlanmasıyla karşılamak mümkün mü? Diyelim, AYM kararlarına rağmen cezaevinde tutulan insanların yaşadığı, hukuk devleti ilkesini mi zedeliyor? Bu kadar mı? Verilen ad bu mu olmalı? Şaka deseniz şaka değil, fakat nasıl ciddiye alabilirsiniz!
Hukuk devleti olunamadığı için yatırım gelmiyor... Öyle mi? Yatırımcı istikrar ister, peki. İstikrar yalnızca demokrasilerde mi mümkün? Bir faşizm istikrarlı olamaz mı? Sermayenin beklentisi olan 'güvence' yalnızca klasik liberal hukuk düzenlerinde mi mevcut? 1930'lar Almanyası'nın kapitalisti Nazileri desteklemedi mi? Yükseliş döneminde demokrasiyi icat etmiş burjuvazi, zorda kaldığı 1930'lu yıllarda faşizmi icat etmedi mi? İspanya kapitalizmi Franco'dan çok mu şikâyetçiydi ve ABD/Batı ile uzlaşamadı mı o İspanya? 1960'larda turizm canlanmadı mı, sol düşüncenin zindanlarda ezildiği ya da sürgünde olduğu ülkede, turistler Barselona plajlarının keyfini çıkarmadı mı? O Franco, ardılını da belirledikten sonra yatağında ölmedi mi? Türkiye'de OHAL döneminde belli başlı şirketlerin kâr oranları artmadı mı? Vergi borçları silinmedi mi? Sermayedar, kendilerine 'OHAL'in size ne zararı var?' sorusu yöneltildiğinde sırıtarak susup oturmadı mı? Son döviz çılgınlığında birileri servetine servet katmadı mı? En büyük sermaye gruplarından birinin hanımefendi temsilcisi, bir süredir kendisinden haber alınamayan eski maliye bakanını kameralar karşısında övmeye doydu mu, doymadı mı? Muhalif bir iş insanı yıllardır cezaevinde tutuluyorken, diğer iş insanları hangi itirazı yöneltti? TÜSİAD 12 Eylül faşist darbesini canhıraş desteklemedi mi? 1980'de “Bugüne dek işçi güldü, şimdi sıra bizde” demedi mi baş patron? Önümüzde koskoca bir tarih duruyorken, kapitalistin midesizliğine dokunmadan, ekmeğimizi, özgürlüğümüzü, haysiyetimizi 'faiz oranları' ile karşılaştırıp apaçık bir tarihi yok saymak, nasıl bir mantığın, değerlendirmenin ürünü? Hepimiz cezaevinde ya da mezarda olsak ve ülkeye sıcak para aksa, çok mu memnun ve muteber olunacak?
Herkes aş derdinde, kalanı yapay gündem... İyi hoş da, yoksulluğu kabullenmek, aynı zamanda bir özgürlük sorunu değil mi? Berbat bir gelir eşitsizliği ve derinleşen yoksulluk olduğu açık, gözle görülebilir halde kuşkusuz. Peki insanca yaşam yalnızca karnımızın doymasıyla, açlıktan ölmemekle ilgili bir ideal mi? Başka bir derdi, kaygısı, hayali yok mudur insan olanın?
Güç zehirlenmesi yaşıyorlar... Ne demek bu? Bayat balık gibi bir şey mi? Her şey harika giderken, aslında hepsi birbirinden demokrat iken, siyasal İslamcıların tek derdi halkın eşitliği ve maddi manevi refahı iken, birdenbire ne oldu da zehirlendiler, demokrasiyi fazla mı kaçırdılar! Güçler ayrılığı ilkesi bayatlamıştı da dokundu mu? Zehirlediği varsayılan o güç yoğunlaşması neden oldu peki? Neden kendilerini zehirleyecek gücü tümüyle ele geçirmek istediler? Zehre âşina bir toplum ortalamasına hâlâ nasıl hitap edebiliyorlar? Panzehiri bulmakla yükümlü muhalefet ne yaptı bu arada? Soru önergesi mi veriyor? Komisyon odalarında ve genel kurul salonunda fotoğraf mı çektiriyorlar? Bir süredir, milletin vekilleri sosyal medyada iktidarı millete şikâyet ediyor! Çok teşekkür ederiz de, ne yapabiliriz, nasıl yardımcı olabiliriz o vekillere? TBMM'ye gelip moral mi verelim? Sıkmayın canınızı mı diyelim? Nedir yurttaştan beklentileri?
Nazım Hikmet de, Nihal Atsız da toprağımızın değerleri... Sosyal medyadan önce de böyle miydi, bilmiyorum, hatırlamıyorum. Hemen tüm siyasetçiler belli başlı isimleri ve olayları 'anan' mesajlar yayınlıyor. Bir tür 'zorunluluk' gibi algılıyorlar anladığım kadarıyla. Bugüne dek 'söz konusu isimler ülke tarihinin parçası değil,' diyen çıkmadı doğal olarak. Peki nasıl aynı değerdeymiş ve aynı saygıyı hak ediyormuş gibi davranılır? Biri ırkçı, diğeri komünist değil mi? Ya da nasıl olur da örneğin hem Atatürk, hem onu hain ilan edip hakkında ölüm fetvası çıkarmış Vahdettin bu tarihin parçası deyip geçilebilir? On iki yıl boyunca dünyanın canına okumuş Almanlar, Hitler ve Willy Brandt'ı aynı cümlede anar mı? Nasıl hem Demokrat Parti'yi hem Türkeş'i, hem Demirel hem de Deniz Gezmiş'i aynı muhabbetle kucaklar insan? Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilsin diye canhıraş çaba harcayan, Süleyman Demirel değil miydi? Bırakın ülkücü hareketin niteliğini, Türkeş, 27 Mayıs günü radyodan darbe bildirisini okumadı mı? Hatta darbeciler içinde sert kanattan olduğu için Komite'den tasfiye edilip yurt dışına gönderilmedi mi? Bu karşılaştırmalar ve sahip çıkma arzusu 'yumuşama ve birlikte yaşam' hedefiyle açıklanabilir mi? Birlikte yaşam talebi, omurgasız ve serseme dönmüş yurttaş tipi mi gerektiriyor?
Bir takım menfur olaylar ve emperyalistler... 1980 darbesine giden yolda, Maraş'ta üzücü olaylar gerçekleşmiş? Üzücü öyle mi? Öznesi nerede? Kimler öldürdü insanları? Üzücü olay, ne demek? Ne oldu, Alevilere yolda laf mı atıldı? Bir gazetede kalplerini kıran yazı mı yayınlandı? Onlarca insan, kadın, çoluk, çocuk katledilmedi mi? Hamile kadınların karnındaki çocuk dahi! İnsaf. Emperyalistler mi yaptı? Hangisi? Kim bu emperyalist, ABD mi? İyi de siz ABD olmasa evinizin yolunu bulamazsınız, iktidar olursanız hepiniz o emperyalistle görüşmeyecek misiniz? 'Presidant'tan randevu talebiniz olmayacak mı? 'Tarihsel bağlara' ve güçlü 'müttefiklik ilişkilerine' saygılar sunmayacak mısınız? Maraş'ta ya da 1 Mayıs'ta Taksim'de kitlesel kıyım yapanların adı, hangi dildendi? Maraş'ta kahvehane camekanlarında hangi siyasi partinin simgesi yazılıydı, ABD Cumhuriyetçi Parti'nin mi? 'Menfur' sözcüğü olmasa ne yapacaktınız? Yurttaşın doğruyu bilme hakkı yok mu? Bilmek, anlamak bir hak değil midir?
Hiçbir şeyin adını koyamayan, hiçbir günahıyla hesaplaşamamış, temelsiz özgüvenle efelenmeyi milli çıkarın yüceltilmesi gören, kafası karışık; ezcümle, bile isteye sersemletilmiş bir yurttaş çoğunluğu ile demokratik siyasal sistem kurmak mümkün mü? Değil. Boncuklu parlamenter sisteme geçilse de, değil. Yalnızca iktidarın yapıp ettikleri değil, muhalefetin yapmadıkları ve söylemedikleri de, aklı başında hiç kimsenin oturup çay içmek dahi istemeyeceği bir yurttaş tipinin şekillenmesine hizmet ediyor.
Murat Sevinç Kimdir?
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz! 12 Ekim 2021
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin... 05 Ekim 2021
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü! 28 Eylül 2021
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş... 23 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI