YAZARLAR

Bir temaşa olarak işkence

Yeni yetme mafyalara bir hiza gösteriliyor. Devleti tokatlayabilirsiniz, İstanbul’da uzun namlulu silahlarla çatışıp, Ankara’da Ülkü Ocakları başkanını vurabilirsiniz, Milletvekillerini darp edip, gazetecilere istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz, birbirinizi testerelerle doğrayabilirsiniz ama polise silah çekemezsiniz.

...Sonra kollarını dirseklerine kadar sıvamış bir işkenceci, bu iş için özel olarak yapılmış yaklaşık bir buçuk ayak uzunluğundaki kerpetenle, önce onun sağ baldırını, sonra sağ kolunun iç kesimlerini, sonra da memelerini çekti. Bu işkenceci gürbüz ve güçlü olmasına rağmen, kerpetenin içine aldığı et parçalarını çekmekte zorlanıyordu; bunları kerpetenle iki üç kere tutup, büküyor ve kopardığı parçaların her biri altı liralık ekü büyüklüğünde bir yara açıyordu… kerpetenci bu kez karışımın kaynadığı kazandan demir bir kepçeyle aldığı kaynar halitayı her yaranın üzerine bolca döktü. Daha sonra atların koşumlarına iplerle bağlandı, sonra atlar kalça, bacak ve kol hizasından organlara koşuldular… atların her biri bir celladın yönetiminde olmak üzere, organları kendi doğrultularında bir kere çektiler. Bir çeyrek saat sonra aynı merasim tekrarlandı ve birçok kez tekrarlanan denemeden sona, sonunda atlar çekildi, yani sağ kola bağlı olanlar kafaya doğru, kalçaya bağlı olanlar da kollara doğru döndürüldü, böylece kolları eklem yerlerinden kopartıldı. Bu çekişler birçok kereler başarısız şekilde tekrarlanmıştı. Kafasını kaldırıyor ve kendine bakıyordu. Kalçaya koşulan atların önüne iki tane daha bağlamak gerekmişti, bu da atların sayısını altıya çıkartıyordu. Gene başarı elde edilemedi… atlara usanç gelmişti ve kalçalara bağlı olanlardan biri yere düştü. Günah çıkartıcılar geri gelerek gene konuştular… iki veya üç denemeden sonra cellat samson ve etlerini kopartarak çekmiş olanı ceplerinden birer bıçak çıkartarak kalçaları gövdeden ayırdılar; tam koşumlu dört at ise onlardan sonra iki kalçayı götürdüler, yani önce sağ taraf, sonra da sol taraf; daha sonra kollar için omuzlara ve bacaklar için de kasıklara aynı şey yapıldı; hayvanların tüm güçleriyle çekerek önce sağ, sonra da sol kolu kopartmaları için etleri neredeyse kemiklere kadar kesmek gerekti… M.Foucault, Hapishanenin Doğuşu

Burada tasvir edilmiş olan işkenceli idam sahnesi, Fransa’da 1757 yılında krala suikast düzenleyen Robert Francois Damiens’ın “regicide” yani kral katillerine uygulanan yöntemle idamıdır. Damiens, Fransa’da bu uygulamaya tabi tutulan son kişidir. Bütün bu işkence ve zahmetin sonunda 6 ata parçalatıldıktan sonra, vücudundan arta kalanlar bir kazığa bağlanarak yakılmış, evi yıkılmış, ailesinin soyadı değiştirilmiş ve ailesinin kalan üyeleri Fransa’dan sürülmüştür.

Benzer uygulamaların Osmanlı’da da isyancılara ya da toplumu infiale sürükleyen suçlulara uygulandığı biliniyor (çengele asma, kızgın yağ dökme, gözlere kurşun ile mil çekme, kazığa oturtma vb.). Keza, Ortaçağ ve takip eden Engizisyon dönemi, işkencenin mekanikleştiği, işkence için özel aletlerin tasarlandığı ve işkencenin estetize edilerek seyirlik bir temaşaya dönüştürüldüğü bir dönemdir.

İşkencenin böylesine ayrıntılı, böylesine acı dolu, halka açık bir temaşa olarak tasarlanması Foucault’ya göre, despotik devletlerin topluma sızacak, onu disiplinize edecek, onu gözetleyip denetleyecek, tüm bunların aslında vatandaşların çıkarına olduğuna ikna edecek, gerekli durumlarda da uygun cezaları verecek kurumları olmaması ile ilgilidir. Feodal imparatorluklar döneminde, devlet kabaca ordu, maliye, diplomasi ve merkezi bürokrasiden oluşan, bu bakımdan cephe savaşlarına göre organize olmuş, yerel asayiş bakımından son derece problemli bir yapıdır. Tam da bu yüzden, ortaçağdan modernizme eşkıyalığın uzun yüzyılları yaşanır. Devlet işte baş edemediği efsaneye dönmüş mitolojikleşmiş, türkülerle, ağıtlarla folklorikleşmiş bu küçük grupları, hatta kimi zaman tek tek bireyleri, şeytani bir azapla imha eder. Bu bakımdan, Damiens, Börklüce ya da Jean D’arc gibilerin işkenceli bir temaşa ile öldürülmesi, öncelikle devletin tanrısal gücünü ispatlama yeridir. Devlet hakim olamadığı zamanlar ve mekanlardaki bütün taksiratı birkaç bedene yükler, onu insana yakışmayan bir ölümle şeytanileştirir, manevi şahsiyetini yok etmek ister ve elbette kalanların da tüm bunlardan ibret almasını bekler.

Ne var ki, modern devlet herşeyden önce yurttaşlara karşı, güvenlik temini iddiasıyla ortaya çıkar ve toplumu, güvenliği garanti eden tanrı-kralın garantörlüğünde yurttaşlar topluluğuna dönüştürmeyi taahhüt eder. Bu noktada herkese eşit mesafede durması beklenen ve herkesi eşitlemesi beklenen hukuk oldukça hayati bir yerde durur. Bu mesafe ve eşitlik hukuğa varsayılmış bir tüzellik ve sekülerlik kazandırır.

Yani, ceza ile intikamı birbirinden ayıran şey, cezanın kişisellikten tümüyle arınmış olmasıdır. Modern devlet, Foucault’un bahsettiği anlamda biyo-politik iktidarını kurumsallaştırıp governmentalite denilen ikna ağlarını topluma yaydığı oranda, hukuku sekülerleştirmiş, işkenceyi de tasfiye etmiştir. İşkencenin yerini de, disiplin, denetim ve gözetleme almıştır.

Dolayısıyla modern devleti (ya da iktidarı) feodal despotizmden ayıran şey, hukuğun gayri şahsi ve seküler olmasıdır

***

Geçtiğimiz günlerde, kendisini yakalamaya gelen polislerden birisinin silahını alarak, gene aynı ekipteki kadın bir polisi öldüren, silahını aldığı polisi ve kendi annesini yaralayan Yunus Emre Geçti’nin, ters kelepçe edilmiş halde, battal beden çöp torbası ile hayvan nakil aracıyla adliyeye getirilip gene polisler tarafından kendisine alenen işkence yapılması üzerine epey konuşuldu.

Yapılanın işkence olduğuna,  işkence yapılan kişinin kural tanımaz bir suçlu olduğuna ve bu kişinin bütün hayatının AKP döneminde geçmiş olduğuna şüphe yok.

Yunus Emre Geçti’nin hayatı, eserleri ve ona yapılan işkence temaşasının elbette ahaliye ibret vermekle bir ilgisi var. Fakat burada ibret alması gerekenler farklı, yakın bir zamanda kendi aralarında çatışan ve sıradan insanları hedef alan yeni yetme mafyalara bir hiza gösteriliyor. Devleti tokatlayabilirsiniz, İstanbul’da uzun namlulu silahlarla çatışıp, Ankara’da eski Ülkü Ocakları başkanını vurabilirsiniz, Milletvekillerini darp edip, gazetecilere istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz, birbirinizi testerelerle doğrayabilirsiniz ama polise silah çekemezsiniz.

Uzunca bir süredir, devletin kolluk güçleri ve adliye örgütü, lümpen suçluları cezasızlıkla ödüllendiriyor. Bunun sebebi rüşvet olabilir, istihbari bir takım nedenler olabilir, derin devletin numaraları olabilir, ya da hiç kimsenin işini yapmadığı gibi denetlenmeyen adliye ve kolluk güçleri de düpedüz ipe un sermiş olabilirler. Ama sonuç olarak baktığımızda, kolluk ve adliye yapması gerekenleri yapmıyor. Yaptığı zaman da (örneğin Yunus Emre Geçti’nin karakoldan kaçması, kendisini tutuklamaya gelenlerin silahını alabilmesi gibi) kötü yapıyor. Tüm bunlara rağmen, işini doğru düzgün icra etmeyen adliye ve kolluk dokunulmaz kalmak istiyor. Eğer Yunus Emre Geçti, polise değil de herhangi bir vatandaşa sıkmış olsaydı, muhtemelen 27. kez tutuklanacak belki bir süre tutuklu kaldıktan sonra, bilinen bilinmeyen kriminal skorunu yükseltmeye devam edecekti.

Uzunca bir süredir herhangi bir Ortadoğu toplumu seviyesine inmiş ve ortaçağ sonrası devletleri seviyesinde zevahiri kurtaracak kadar operasyonlar yapan, ya da ibretlik şiddet ayinleri düzenleyen devlet, Dilan Polatlar örneğinde olduğu gibi kamuoyu baskısından kaçamayacak hale geldiklerinde ya da Ali Yerlikaya-Süleyman Soylu savaşında Ayhan Bora Kaplan’ın arada ezilmesi gibi, ancak rejimin kliklerinin birbirlerinin kuyusunu kazmaları söz konusu olduğunda operasyonlar yapıyor. Bu operasyonların da, rejimin kolluk ve adliye güçlerinin “dosta güven düşmana korku veren” sosyal medya paylaşımlarının ardından içi boşaltılıyor, ki biz bunu gene Dilan Polat, Ayhan Bora Kaplan, Sinan Ateş vakalarında ayrı ayrı gördük.

Türkiye uzunca bir süredir, duruma göre çalışan duruma göre çalışmayan resmi ve gayri resmi şiddet aygıtlarından ibaret olan, üretimin yerini tümüyle talanın aldığı, adalet tanrıçasının gözünün örtüyle kapatılmadığı ama parayla açıldığı bir yer. Yunus Emre Geçti’nin 19 yıllık hayatı ve bilinen 26 suç kaydı bu manzaranın vasatı.

 


Osman Özarslan Kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı. 2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.