Bir varmış bir yokmuş MB Başkanı evsiz kalmış
Üretmeden tüketmenin, tüketerek büyümenin sınırlarına geldik ve bu sınırları fazlasıyla zorladık. Bu sefaletin sorumluluğunu alması gerekenler vatandaşın bir müddet daha kemer sıkması gerektiğini söylüyor, ama asıl tasarruf yapması gerekenler itibarını gözümüze sokmaya devam ediyor.
Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan haftasonu Ahmet Hakan’a verdiği röportajda İstanbul’a yerleşince karşı karşıya kaldığı konut sorununu, ekonominin gidişatını anlamak için apartman görevlisinin izlenimlerinden yararlandığını, ekonomiye dair görüşlerini kendince samimi bir biçimde aktardı. Bir ülke ekonomisinin hem ulusal hem de uluslararası güvenilirliği açısından en önemli gösterge merkez bankasının kurumsal özerkliği ise, bu kurumu yönetecek başkanın en önemli özelliği de ekonomik göstergeleri doğru okuyacak liyakate sahip olmasıdır. Liyakatten anlaşılması gereken ise doğru okullar, doğru diplomalar değil, ekonominin farklı alanlarından gelen verileri analiz edecek deneyime, gözlem yeteneğine sahip olunmasıdır. Bir merkez bankası başkanının yerli yersiz eleştirilerle vakit kaybetmemesi için ise doğru yerde doğru kişilerle konuşması gerekir; bu hem kendisinin hem de kurumunun saygınlığı ve güvenilirliği açısından önem taşır. Ancak bu kadarından bile görünen o ki MB Başkanı Erkan’ın bir röportajda yaptığı yanlışlar bugüne kadar yaptığı doğruları çoktan götürdü. Keşke hiç konuşmasaydı.
BİR İNSANIN 10 EVİ OLMAMALI, 10 İNSANIN BİR EVİ OLMALI
161 bin liralık maaşı, üstüne 35 bin liralık da kira desteği ile İstanbul’da ev bulamayıp annesinin evine taşınmak zorunda kalan Erkan, yüksek kiralardan dem vururken o tuhaf denklemi ortaya atıveriyor: Bir insanın on evi olmamalı, on insanın bir evi olmalı. Ancak bunu söylerken, tıpkı geçtiğimiz haftalarda kira artış oranına uymayan ev sahibine “vicdansız” diyerek tepki gösteren Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi büyük resmin içinden yalnızca küçük bir ayrıntıyı cımbızlıyor, asıl sorulması gereken soruyu sormuyor: Yirmi yıldır inşaata yatırım yapan, inşaat sektörünü, inşaat firmalarını ekonominin dinamosu haline getiren, imar yasalarını, ihale düzenlemelerini, kentsel dönüşüm yasalarını dahi bu sektörün rantına göre düzenleyen bir sistemde nasıl oluyor da barınma sorunu çözülemiyor? Neden sistem gayrimenkulün yatırım aracı olarak kullanılmasının, bu kadar revaçta olmasının önüne geçemiyor? Madem sosyal konut arzının az olmasından kaynaklanan bir tıkanıklık var, TOKİ neden işe yaramıyor? Bunlar doğrudan Gaye Erkan’ın cevap vereceği sorular değil, ancak ülkede parayı yöneten ekonominin en yüksek makamlarından birinde görev alan liyakat sahibi bürokratın en azından “kiralarda Türkiye’ye özgü bir artış söz konusu” gibi analizden yoksun bir ifade kullanmaması gerekiyor.
Sorun sosyal konut arzının azlığı ya da kiracıların vicdansızlığı değil, yirmi yıldır ekonomide bölüşüme zerre kadar önem vermeyen hükümetin inşaat sektöründeki sermayedarlara halkın refahından daha fazla önem vermesi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Buğra Gökçe’nin Mayıs ayında yaptığı açıklamaya göre İstanbul’daki boş konut sayısı 450 bin ile 750 bin arasında değişiyor ve bunların toplam konut sayısındaki oranı oldukça yüksek. Ancak bir yandan yeni rezidanslar, yeni güvenlikli siteler yapılmaya devam ediyor ve sektör yüksek kârla satacağı yatırımlık evleri bölüşüme hizmet edecek düşük maliyetli ve düşük fiyatlı konutlara tercih ediyor. Politika yapımından sorumlu olanlar ise bunu değiştirecek adımları atmak yerine vicdandan dem vuruyor.
VATANDAŞ ZATEN DAHA NE KADAR KEMER SIKACAK Kİ?
Erkan röportajında kemer sıkma konusunda sınıra gelindiğini, ancak bunun bir süre daha bu şekilde devam edeceğini söyledi. Bu konuşmayı devam etmekte olan asgari ücret görüşmeleri ve emeklilere yönelik zam tartışmalarıyla beraber değerlendirince en düşük gelir düzeyindeki kesimlerin beklentilerinin karşılanmayacağı, asgari ücret, emekli maaşları ve en düşük memur maaşlarının yoksulluk sınırının altında bir düzeyde seyredeceği öngörülebilir. Oysa bu kadar yüksek enflasyon ve ayrıca Erkan’ın deyimiyle “Türkiye’ye özgü” kiralar dikkate alınınca kemer sıkma politikaları yoksul kesimleri, dar gelirlileri daha fazla yoksulluğa itecek, bu da ister istemez daha fazla sosyal politika harcaması gerektirecek. Diyelim ki para piyasalarında istikrar sağlandı, enflasyon dizginlendi –ve bunlar röportajdaki temennilere göre 2024 sonunda gerçekleşecek- gelir dağılımındaki kutuplaşmanın, gelir düzeyi düşük kesimlerdeki sefaletin önüne geçmeden, sosyal ve ekonomik içermeye yönelik politikaları uygulamaya koymadan ne değişecek? Erkan, Merkez Bankası’nın elinde halk kesimlerine yönelik sosyal destek, yardımlaşma araçlarının olmadığını, bunun Merkez Bankası'nın işi olmadığını, onların ancak yatırım kanallarını açık tutarak işgücünü desteklediklerini vurguluyor, yani dolaylı olarak halk kesimlerine gelir kanalları açtıklarını ifade ediyor. Ancak yatırım kanallarını açık tutmanın ne tür tavizlerle gerçekleştiğini, örneğin ucuz işgücü arzını sürekli kılmak için asgari ücreti düşük tuttuklarını, ya da yatırımın önünü açmak adına vergi reformu yapılmadığını, aksine yatırımcıya yönelik tavizler verildiğini söylemiyor. Faiz neden, enflasyon sonuç denkleminin yanlış olduğunu nihayet anlayabildik, üretim olmadan büyüme, bölüşüm olmadan istikrar olmayacağını da anlarsak umut var demektir, aksi takdirde bu yapılanlar palyatif tedbir olmanın ötesine geçmiyor.
BİR MERKEZ BANKASI BAŞKANI MARKETTE İLK NEYE BAKAR?
Başkan Erkan patates, et ve süt fiyatlarına bakıyormuş, hem de bunu IV. Murat gibi tebdili kıyafet yapıyormuş. Halkı temsilen de apartman görevlisinden bilgi alıyormuş. Bu tür mizansenlerle yaratılan samimiyet inşası kitlelerin gerçeklik algısını bulandırıyor. 161 bin lira kazanan birinin Türkiye’deki ekonomik çöküntüyü anlaması için Bağdat Caddesi’nden çıkması, örneğin Tarlabaşı’na gidip kâğıt toplayıcılarla konuşması, Esenler’de bir ilkokula gidip bahçede çocuklarını bekleyen velilerle konuşması gerekiyor. Bu da yetmez, belki Diyarbakır Bağlar’a, deprem bölgesindeki yıkıntılar içinde konteynerlerde yaşayanların yanına, İzmir’de Çiğli’deki işçi sınıfı mahallelerine, Basmane’ye, Mevlana’ya gitmesi gerekiyor. Gelir dağılımını gösteren Gini katsayısına bakıldığında Türkiye tüm Avrupa Birliği ülkelerinden daha fazla eşitsizlik içinde, OECD ülkeleri içinde Meksika ve Kosta Rika’dan sonra en kötü üçüncü dağılıma sahip. TÜİK’in 2022 verilerine göre hanehalkı tüketim endeksinde birinci sıradaki harcama kalemi gıda, Türkiye Ekim 2023 verilerine göre OECD ülkeleri içinde en yüksek gıda enflasyonuna sahip. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırında bir yaşam sürmesi için haneye dört asgari ücret girmesi gerekiyor. Yoksulluk, açlık sınırı ve yoksulluk sınırı gibi ortalama ölçeklerle açıklanamayacak kadar derinleşmiş durumda. Bugün yoksulluğun niceliği kadar niteliği de değişmiş durumda. Gıdaya ulaşım bir mesele ise kaliteli gıdaya ulaşım, nitelikli beslenme, sağlıklı beslenme de başka bir mesele. Ekonomik ilişkileri sosyal çerçevesinden soyutlayarak rakamlara indirgemek ülkenin içinde bulunduğu yapısal sorunları görmezden gelmek demek.
MAKROEKONOMİK DENGE İÇİN TEK ARAÇ PARA POLİTİKASI MI?
Azgelişmişlik ve küresel eşitsizlik konularının farkında olan, dünya ekonomisinin gidişatı hakkında temel bir bilgiye sahip olan birinci sınıf İktisat öğrencisi para politikasının tek başına ekonomik krizin önüne geçmekte yeterli olmayacağını bilir. Alanındaki eğitimini en yüksek düzeyde, en iyi kurumlarda tamamlamış liyakat sahibi bir bürokratın ise tek bir politika alanında değil, o alanı tamamlayan politikaların evrensel kümesinde de bilgi sahibi olması beklenir. Daron Acemoğlu, İpek Özbey’e verdiği röportajda “Enflasyon bu düzeye çıktıktan sonra indirmek çok zor. Ama enflasyonu düşürüp de Türk ekonomisini düzelteceğiz diye bir şey de yok. Onu da vurgulamak istiyorum.” diyor.
Para politikasının sanayi, istihdam, eğitim politikalarıyla eşgüdümlü bir biçimde, bir ekonomi modelinin parçaları olarak bir arada kurgulanması ve işlemesi gerekir. Para politikasında yabancı yatırımcılara sunum yaparak, sanayide yandaşlara ihale vererek, istihdamda nüfusun büyük çoğunluğunu asgari ücret bandında kazanç sağlayan vasıfsız yedek işçi ordusuna dönüştürerek ve en önemlisi vasıf inşası yerine din eksenli ideolojik eğitimi önceleyerek kitleleri uyutur, sadakatini kazanırsınız, ama ekonomiyi düze çıkaramazsınız.
Üretmeden tüketmenin, tüketerek büyümenin sınırlarına geldik ve bu sınırları fazlasıyla zorladık. Bu sefaletin sorumluluğunu alması gerekenler vatandaşın bir müddet daha kemer sıkması gerektiğini söylüyor, ama asıl tasarruf yapması gerekenler itibarını gözümüze sokmaya devam ediyor. Bu ekonomik argümanlara bakarsak tünelin ucunda hala ışık görünmüyor.