Bitmeyen senfoni: Göçürtme, çökertme, oturtma
Bakınız, Woody Allen’in Zelig’ini çağrıştıran Soylu: Şimdiden RTE’nin bıyık boyu, el hareketleri, mimikleri. Ama nafile. Doğru, ortada şu kadar yüzyıllık bir “beka milliyetçiliği” olabilir. Ama o kendi figüranlarını zaman içinde kendi bulur, lidere gereksinim duymaz. Bu durumun aşılması için ise bizim değişmemiz gerekir birilerinin değil.
Tenkil ve eşkıya takibi, cumhuriyet tarihi boyunca karşımıza çıkan budur. Komşu ülkelerle imzalanan anlaşmalara da bakın, yine bu çıkar karşınıza. 1921 anayasası yahut teşkilat-ı esasiye kanununda “vilayete muhtariyet” verilmesi (“illere özerklik”) ile “valinin hükümet tarafından tayin olunan TBMM’nin mümessili” (“hükümet tarafından atanan TBMM’nin temsilcisi”) olması denge-gerilimi var. 1921’den sonra yok, kalmıyor, esamisi okunmuyor.
Kabaca yüzyıl sonra bugün. Ama bugüne gelmeden tarihsel siyasal denge-gerilimlere de kuş uçuşu bakalım. Ayanlar-Babıali, Rumeli-Anadolu. Tekçilik-çoğulculuk (önce emperyal kozmopolitanlık, çokulusluluktan, cumhuriyet ve ulus-devlete geçiş, sonra çoğunlukçuluk, tahakküm ile AB standardında çoğulculuk, çokseslilik). İlerlemeci, aydınlanmacı yukarıdan aşağıya devrimciliğin hızı ile aşağıdan yukarıya olan toplumsal hareketin buzul yavaşlığı.
Burada biraz duralım. Sözünü ettiğimiz tepeden inmeci ve başka seçenekleri de olmayan dönüşüm ajanları, aracıları, aktörleri kimler? 93 Harbi’nden (1877) alırsak anlatıyı, neredeyse yarım yüzyıl savunmada kalarak, yitirerek devam eden bir süreç nihayet Kurtuluş Savaşı’yla duruyor. Yitirilen bir bütünün, demografik, siyasal, ekonomik, kültürel kalbidir. Sonrası bir baştan yaratma ve o baştan yaratmanın zorunlu kıldığı bir tür iç savaş olarak da okunabilir. Yine bir denge-gerilim durumu.
Elli yıl süren o dönem, eğip büküp, ucunu moderne çekersek Fransa açısından 1940-1962 arasıyla karşılaştırılabilir. Düşünün ki, ordunun içinden gizli ordu isimli yasadışı örgüt kurulup, işin ucu De Gaulle’ün canına kastetmeye dek varmıştı. Siyaset açısından ise o bitmeyen hesaplaşmanın Batı’nın en güçlü aşırı sağ partisinin kökleşmesine, bugün kafaya oynayan başkan adayı çıkarmasına.
Bizim burada ise Teşkilat-ı Mahsusa (düşüncesi, zihniyeti, filizi) üzerine Soğuk Savaş ve ABD eğitiminde kontrgerilla geldi. Belki tuhaf biçimde, aşağı yukarı aynı dönemde Irak ve Suriye’de BAAS, Mısır’da Nasır da yine aynı filize cansuyu verdi. İttihad ve Terakki’den başlayarak Almanya’ya da ayrı ve ayrıcalıklı bir pencere açılabilir ama yerimiz dar, konuyu dağıtmayalım.
Nihayet Soğuk Savaş bitti, oynanan tiyatro bitmedi. Dekor yenilenip, kostüm değişilip, aynı oyun sahnelenmeye devam edildi. Bin yıl sürecek, ilelebet, hedef 2053 gibi karakuşi zaman hedefleri ihmal edilmeksizin. Ümmetin milletin yerini alması da fazla bozmadı terkibi zira ha Kudüs, ha Mekke-Medine, bir kızıl elma yeter malum tiyatro deyince “iki kalas, bir heves”, oyne dewamke Abidin.
Rotasız, vizyonsuz zihinlerin demir tarayarak, palamarlarını çözerek sürüklendikleri haritasız misak-ı milli sınırları. Anılar dünde, Musul-Kerkük (yani bugünkü Irak Kürdistanı) Irak’ta kaldı cancağızım ama neyse ki Afrin’den başlayıp hatboyu uzanan Suriye fetihleri var. Hele biz demir alalım, elbet istim arkadan gelecektir.
Bu haritasız, rotasız sanatın sırrı yaratıcı muğlaklıktır. Gaûr buna “mission creep” der kaçar, bizdeyse çarıklı kurmaylar sahip çıkar. Kurnazca bilgiç gülümsemeler alanda oldu-bittiler yaratarak ilerler, nasılsa bulunur üzerine pantolon dikecek diplomat terziler. “Gunboat diplomasisi, uzun zamandır terkedilmiş bir yöntem olarak, tekrar gündeme gelince, gunboat sahibi olan ülkelerin sayısının bir hayli fazla olduğu görülüyor. Diplomatik çözümler, diplomatik kanallar ve üslup kullanılarak yaratılır. Hakaretamiz üslup ve tehdit, olayları sadece tırmandırıyor.” diye yazıyor Emre Gönen.
O uzun yüzyıla bir kısa, bir temiz, affedersiniz pantolonların oturak yerlerinden “zart” diye keskin bir biçimde çıkacak bir yanıt aranır. Aradan geçen bir koca cumhuriyet yüzyılı yaşanmamış sayılır. Yerinden yönetim başıbozukluktur. Modernitenin gerektirdiği merkezin inşası, yerini hegemonyanın bilmem kaçıncı yeniden canlandırılışı performansına bırakır. Tam da COVID-19 sonrası devletin geri dönüşünden mi söz ediliyor, akılcı ve akıllı hükümet mi deniliyor, al sana buram buram devlet.
Hatay’ın ilhakı, Kıbrıs barış harekâtı, Nahçıvan’a değen Dilucu. Musul ve Kerkük’le bir türlü “taçlanamayan” bir anlatı bu ancak Suriye kanadında beklenmedik bir “maden” bulmuş. Libya’da bir köprübaşı tutmuş. Eskinin yeniden keşfedilip, abad edilen şehitlikleri yerine pıtrak gibi askeri üs kurulur olmuş. Bin yıl sürecek iktidarın sefirleri de tavana sıkıyor mübarek kandillerde, bayrak gölgesinde içlenen de.
Aşılamayan, Merkez-i Umumi ile Teşkilat-ı Esasiye arasındaki denge-gerilim. Merkez-i Umumi ile Teşkilat-ı Mahsusa arasındaki ayrı denge-gerilim. Denge kurulur, gerilim aşılır, denge-gerilim bizatihi bir oksimoron değil mi? Belki de bizim düz bir çizgi izlemeyip döngüsel, dairevi ilerleyen tarihimizde değil. Halkın çokluğunun, devletin birliğine toslayıp, orada durması. Katılığın, akışkanlığa sürekli yeğlenmesi. Mermer, ulan mermer –işte bu.
Demek istediğim Türkiye’yi hatta onun öncesinde Osmanlı’nın son demlerini gizli bir örgütün, belirli bir zümrenin (“vesayet”?) yönettiği savı değil. Ancak yönetimde baskın, hesap vermez ve seçilerek değil atanarak bulunduğu yere gelmiş bir klik zihniyeti olduğu. Oradan bakışla da elde çekiç, tüm sorunlar birer çivi. Bir tahtaya çakılı çivilerin sayısı bitimli ama ülkede ve toplum yapısında ve yakın çevrede o “çiviler” mantar gibi, hüdayınabit incir ağaçları gibi kendiliğinde boy veriyor sürekli.
“Kimlik başka, kimlikçilik başka” gibi bir basit, genelgeçer önermeyi içselleştirememiş bir muhalefet. “Biraz da bırak dağınık kalsın” deme cüretini gösteremeyen, göstermeyi hafsalası dahi almayan bir nizamname takıntısı. Hepsine eşlik eden bir “bal tutan, parmağını yalar” yağma pişkinliği. “İslamcılık mı, okey, yeter ki komitacılık bize kalsın” kafası.
Başlıktaki göçürtme, çökertme, oturtma. Onu yarattığı boğuntu, bulantı. Nereye kadar sürer? Sürmez epey de, bu sonu belirsiz, açık uçlu gibi görünen, açık uçlu göründüğü için sonu hiç gelmez sanılan “geçiş” ne zaman biter? Hiç de kendine özgü olmayanı, çok özgün, pek biricik gibi pazarlayan bu figüranlar. B dahi değil C takımı tarihin.
Bakınız, Woody Allen’in Zelig’ini çağrıştıran Soylu: Şimdiden RTE’nin bıyık boyu, el hareketleri, mimikleri. Ama nafile. Doğru, ortada şu kadar yüzyıllık bir “beka milliyetçiliği” olabilir. Ama o kendi figüranlarını zaman içinde kendi bulur, lidere gereksinim duymaz. Bu durumun aşılması için ise bizim değişmemiz gerekir birilerinin değil. Tarihi ve toplumun o uzun eğrisi doğru yere evrilse de, zamanı daralanlar, zamanı daralan başkalarına karşı ancak oyunu reddederek muhalefet edebilir. İnsan gibi birlikte yaşama niyetleri varsa.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI