'Biz Manisalıyız, tam şov yapacağız ilk yarı bitiyor abi'
Gerçekten de Manisa’nın şovunu yapabilmesi için sanki sağlam bir doksan dakikaya ihtiyacı var. Hâlbuki mesir macunu, Manisa Tarzanı, bereketli toprakları, efsaneleri, doğası, tarihî ve kültürel güzellikleri; bembeyaz gülen, simsiyah ağlayan insanlarıyla istese nasıl da güzel bir şov yapar Manisa...
“imdi sefer halidir padişah yol yorgunu
ecdadımız anın için icat etti macunu
kim terkibi uyandırır ölü duran organı
macun yemiş maslahat deler geçer yorganı”
Şair Tosun Paşa’ya ait bu sözler... Elbette tarihte böyle bir kişilik yok. Ferhan Şensoy’un yazıp yönettiği ve de oynadığı çocuk yaşta tahta geçirilmiş bir padişahın gözünden saray entrikalarının anlatıldığı “Soyut Padişah” oyununda; Erol Günaydın tarafından canlandırılan şair tarafından söyleniyor. “Manisa” deyince “mesir macunu”, “mesir macunu” deyince de konunun nereye geleceği belli aslında. Ama mesir macununun maharetleri konusunda fikir ayrılığı var. Gerçekler bu şiirdeki gibi mi yoksa bir yanılsama mı, kimse bu tartışmada net sonuca varamamış. Yüzyıllardır kimse birbirini ikna edemediyse ben de kendimi boşuna yormayayım. Kim neye inanmak istiyorsa inansın. Gelelim gerçeklere...
“Şehzadeler Şehri” Manisa’da mesir macunu geleneği, 1539 yılından günümüze kadar gelmiş. Ortaya çıkışı hakkında da çeşitli inanışlar bulunuyor. En çok dile getirileni şöyle. Yavuz Sultan Selim’in eşi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan, Manisa’da bulunduğu sırada hastalanır. Hastalığı çok ciddidir. Birçok hekime muayene olan Hafsa Sultan bir türlü iyileşemez. Son olarak kendisinin kurduğu Sultan Cami Medresesi’nin başhekimi Merkez Efendi’ye müracaat eder. Merkez Efendi, kırk bir çeşit baharat ve bitkiden meydana gelen karışım hazırlayarak, bu karışım macun hâline getirir ve Hafsa Sultan hızla iyileşmeye başlar. Hafsa Sultan da hastalığına kısa sürede şifa bulunmasına vesile olan bu macunun ilkbaharın ilk günlerinde halka saçılmasını emreder. Zamanla da Osmanlı sınırlarının dışına yayılır. Dualarla karıştırılarak hazırlanan bu macunun ufak kâğıtlara sarılarak, caminin minarelerinin şerefelerinden halka saçılması geleneği işte böyle başlar.
O günden bugüne kadar mesir macununun Sultan Camii’nden halka saçılması devam ediyor. Pandemi zamanı üç yıl ara verilen ve bu yıl 26-30 Nisan tarihleri arasında yapılması planlanan 483. Uluslararası Manisa Mesir Macunu Festivali, deprem ve seçim nedeniyle iptal edildi. Edilmeseydi yine Manisa’ya gelen binlerce kişi, o macunları kapışabilmek için birbiriyle kıyasıya yarışacak, bazı cin fikirliler şemsiyeyi ters açarak rakiplerine fark atacaktı. Ama siz istediğiniz tarihte gidip Manisa Şifahanesi’ni ziyaret edebilir ve mesir macununa ulaşabilirsiniz ama küçük bir farkla, yani para ödeyerek...
Mesir macunu dağıtımı yıllardır devam etse de eskiden şehirde daha büyük bir heyecana ve hareketliliğe sebep olurmuş. Şehrin kızları evde ellerine kına yakar, macunun dağıtılacağı esnada maniler söylerlermiş:
“Hafız kınalarıma baksan ya!
Baksan da macunu atsan ya!”
Dağıtılan macundan elde edemeyen genç kızlar olursa onlar da şöyle bir mani söyleyerek üzüntülerini belirtirlermiş:
“Kınalarıma bakmaz ki!
Baksa da atmaz ki!”
Son bir tüyo verip mesir macunu konusunu kapatayım. Siz siz olun macunu çiğneyerek yemeye kalkmayın; maazallah alt ve üst çeneniz birbirine kenetlenebilir. Küçük bir ısırık alın, damak ve dil arasına sıkıştırıp emin. Etkisini görmek için bir süre bekleyin!
BİZ MANİSALIYIZ, HEPİMİZ TARZANIZ
“Üzüntü dağın üzerine gelip duran buluta benzer; çok durunca yağmur olur, kar olur, yerleşir kalır. Başında üzüntüyü çok durdurmaya gelmez. Bulutu daha bulut halindeyken kovmak lazım.”
Bu sözler de Manisa Tarzanı’na ait. Peki, kimdir bu Manisa Tarzanı? Nüfus kayıtlarındaki ismi Ahmeddin Carlak ama ondan 700 yıl önce dine ve bilime adanarak yaşayan Veli Ahmet Bedevi’yi kendisine örnek aldığı için “Ahmet Bedevi” adını alır. 1888, Bağdat doğumlu... Türk ordusunda askerlik yapar, Millî Mücadele’ye katılır, kırmızı şeritli İstiklal Madalyası bile alır. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında Manisa’ya gelip yerleşir ve belediyede temizlik işçisi olarak göreve başlar. Daha sonraları bahçıvan yardımcısı ve itfaiye eri olarak çalışır. Manisa’yı yeşillendirmek için özellikle Spil Dağı çevresinde adım attığı her yere ağaç fidanı ve tohumları diker. Kendisi de yoksul olduğu hâlde Belediye’den aldığı aylıkla fakirlere yiyecek ve giyecek alır. Eski bir top arabasından bir el top atışı yaparak, saatin 12.00 olduğunu halka da bildirdiği için bir dönem “Topçu Hacı” adını alır. Ama sonraları “Tarzan” filmi popüler olunca da yaz kış üstsüz olarak giydiği siyah şortla dolaştığı için “Manisa Tarzanı” adını alır. Sadece üzerine eski gazete sererek kullandığı ahşap bir sedirinin bulunduğu Spil Dağı’ndaki küçük kulübesinde yorgansız, yataksız ve yastıksız uyur. Türkiye’nin her karışını görmek için Manisa Dağcılık Kulübü’ne üye olur; yeni arkadaşlarıyla Toroslar’a, Cilo Dağı’nın, Munzur Dağı’nın tepesine çıkar. Türkiye’deki dağların zirvelerine tırmanmayı tamamlayıp Manisa’ya döndüğünde, kesilmiş ağaçları görür ve ağzından şu sözler dökülür: “Yokluğumdan yararlanıp ulu çamları kesmişler, evlatlarını kaybetmiş baba gibiyim, göğsüme hançer saplanıyor, dayanamıyorum.” O kadar üzülür ki kalp spazmı geçirerek, hastaneye kaldırılır. Aşırı efor nedeniyle kalp yetmezliği teşhisi konulur. Kendisini daha az yorması önerilse de kimseyi dinlemez ve 31 Mayıs 1963’te yaşamını yitirir. Hâlâ duruyor mu bilmiyorum; Manisa Tarzanı’nın Senar için yaptırdığı bir de çeşme vardır Manisa’da... Neden mi? Çünkü hayatı boyunca onun evlenmek istediği tek kadın Müzeyyen Senar olur. Bu hikâyeyi merak edenler Radi Dikici’nin Müzeyyen Senar kitabını okuyabilir ya da internetten araştırabilir.
'O DAHA ÇOK KÜÇÜK'
“Manisa” deyince benim aklıma kazınan bir olay ise “Manisa Davası”dır. Evrensel’deki muhabirlik yıllarımda bu davayla ilgili çok haber yapmıştım ve her seferinde kanım donmuştu. 1995 yılında, duvara yazılama yapan, yaşları on sekizin altında bir grup liseli genç, gözaltında insanın yüreğinin dayanmayacağı ağır işkencelere maruz kalmıştı. Benim gibi bu olayı unutmayanlar, bir annenin davanın özeti gibi olan şu sözlerini de hatırlayacaktır: “Götürmeyin kızımı, o daha çok küçük!”
'İZMİR’İN NESİ VAAAAA? MANİSA’NIN İZMİR’İ VAAAAA'
Manisa, Batı Anadolu’nun denize kıyısı bulunmayan fakat kıyıya en yakın ili... Yazıya kısa bir ara verin ve haritaya açıp bakın. İzmir nasıl da engel oluyor Manisa’nın denize kıyısı olmasına. Gerçi bir ara gizli yürütülen bir operasyon iddiası ortaya atılmıştı: AKP’nin mahalli seçimlerde İzmir, Manisa ve Balıkesir illerini almak için Menemen, Foça, Aliağa, Şakran ve Çandarlı’yı Manisa’ya bağlama iddiaları uzun süre Ankara kulislerinde konuşulmuştu. Bu iddia gerçek mi, kapılar ardından neler yaşandı, bilmiyorum.
Manisa, toplam nüfus bakımından İzmir’den sonra Ege Bölgesi’nin ikinci büyük ili... Aynı zamanda da hep gölgesinde kaldığı İzmir’in büyük bir ilçesi gibi... Sabuncubeli tüneliyle iki şehrin arası oldukça kısalmış. Eğlence hayatı ve alkollü mekânları kısıtlı olunca birçok insan İzmir’e gitmeyi tercih ediyor. Hatta İzmir’de oturup Manisa’da okuyan gençler de yok değil. İzmir’e gitmeyi tercih etmeyenler de kendisini “Denizimiz yok fakat akşam güneşinin sapsarı vurduğu, mest eden bir Spil Dağı’mız var.” diye avutuyor. Şehrin Ege karakteristiğini saklayarak yaşadığını rivayet edenler var. Mesela Manisalılar, “Manisa’da mekânların alkol ruhsatı alması zor ama içki tüketiminde ilk beşe gireriz. Gizli münafık bir il burası.” diyor. Yine kimisi “İzmir’le hiç alakamız yok.” dese de ben bazı benzerlikler yakaladım. Mesela Manisalılar da mısıra “darı”, çekirdeğe “çiğdem”, çamaşır suyuna “klorak” diyor. Bir de bu bilgi işinize yaramayabilir ama benim hoşuma gittiği için yazıyorum; kalemtıraş yerine de “çinti” kelimesini kullanıyorlar.
O zaman bir fıkra gelsin:
“Manisalıya ‘Neden İzmir’e taşınmıyorsun?’ diye sormuşlar. Manisalı durur mu yapıştırmış cevabı: ‘İzmir’in nesi vaaaaa? Manisa’nın İzmir’i vaaaaa.’”
'BANA HER ŞEHİRDEN BİR DELİ GETİRİN, MANİSA’DAN TUTTUĞUNUZU GETİRİN'
Türkiye’nin en kalabalık on dördüncü şehri olmasına ve 2012 yılında büyükşehir ilan edilmesine rağmen “Türkiye’nin en büyük köyü” yaftasını yapıştıran da var Manisa’ya. Biri abartmış, Ekşi Sözlük’te “Yozgat’ı al, İzmir’e komşu yap, olur sana Manisa” demiş, öbürü “Ege’nin Yozgat’ı”. Biri de “Malatya’nın eli yüzü düzgün olanı” diye yazmış.
Kayıp Atlantis şehrinin bulunduğunun da iddia edildiği Manisa’ya gidenlerin hemfikir olduğu bir konu da sıcağı. Ha bir de delileri pek meşhur Manisa’nın. Onların “sarı bina” dediği Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin bulunduğu Manisa’da Spil Dağı’nın manyetik etkisinin “delirme”lere sebep olduğuna inanan ya da dağa bakanların delirdiğini rivayet eden çok insan var.
Hatta -Konya için de aynısı söylense de- Atatürk’ün “Bana her şehirden bir deli getirin, Manisa’dan tuttuğunuzu getirin.” dediği iddia ediliyor. Manisa “özlü” sözleri de aslında bu söylemleri doğruluyor: “Şu ya da bu beni deli ediyor diyemem. Manisalıyız olum biz deliyiz zaten.”
GEDİZ’İN BEREKETLİ TOPRAKLARI
Spil Dağı’nın eteklerinde kurulu, Gediz Nehri’nin bereketli ovalarına sahip, aynı zamanda sanayi kenti olan Manisa’nın, zeytininin, üzümünün methini duymayan yoktur. Sanayi tesislerinin çoğalmasıyla Manisa kontrolsüz bir göç almış durumda... Şehir merkezinin yanı sıra Akhisar, Salihli ve Turgutlu nüfus olarak kalabalık ve ekonomik faaliyetler bakımından canlı yerler.
Manisa’nın zengini de zengin hani! “Manisalı olmak beleşten başladığın yolun sonunda zenginliğe ulaşmak demektir.”, “Diyorlar ki çok varlıksın. Manisalıyız kardeş, sen de haklısın.” gibi özlü sözlerin sebebi bu “bereket” olsa gerek. Gerçi bu karşılık gariban Manisalıların da bir sözü var: “Paramız yok ki manitamız olsun. Biz Manisalıyız canımız sağ olsun.”
MALTA, ŞARAPÇI ORHAN, ÇİVİCİ...
Şehrin “Biz Manisalıyız. Bembeyaz güler, simsiyah ağlarız.” diyen gençlerinin en çok aşındırdığı yer, çarşıdaki “Sevgi Yolu”. Buluşma yerleri de Manisa’nın 8 Eylül’de kurtulması anısına yapılmış meşhur 8 havuzu... Sıcaktan bunalan çocukların yüzdüğü, şişme yatakla keyif yaptığı bu havuzlardan Ulupark ise büyük küçük herkesin çekirdek yiyerek, hipnotize olmuş gibi suların dansını izlediği yer. Gerçi siz bu suyu izlemek yerine Manisa’nın dağ lalelerini seyretmeyi tercih edebilirsiniz. Gerçekten çok güzeller...
Bakın şimdi bazı kelimeler yazacağım ve hiçbiriniz için bu bir anlam ifade etmeyecek ama Manisalılar beni anlayacak: Malta, Şarapçı Orhan, Çivici, Niobe... Hadi buz gibi esprilerden birini de yapayım bari: “İçinde hem araba markası hem de peygamber ismi olan şehrimiz hangisidir?”
ŞEHZADELER ŞEHRİ
1437-1595 yılları arasında Osmanlı şehzadelerinin saltanat tecrübesi kazandığı önemli siyasi merkezlerinden biri hâline gelmiş Manisa. Bu dönemde II. Murad, Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murad, III. Mehmed ve I. Mustafa gibi daha sonra Osmanlı tahtına da oturan padişahların da aralarında olduğu on altı şehzade Manisa’da sancakbeyliği yapmış. Bu nedenle şehzadelerin ve maiyetlerindekilerin yaptırdığı bol bol cami, medrese, han, hamam, imaret, çeşme, hastane, köprü ve kütüphane var Manisa’da. Bunların bir kısmı zamana yenik düşerken bir kısmı da günümüze kadar ulaşabilmiş. İlginiz varsa Sultan, Muradiye, Hatuniye, Çeşnigir İvaz Paşa Alaşehir Yıldırım, Ulu ve Bayezid camilerini; Yeni Han’ı, Yunus Emre ve Tapduk Emre Türbesi’ni gezebilirsiniz.
PERİBACASI MI ONLAR?
Kula yöresinde volkanik etkinlikler dördüncü zamanın başlarına kadar sürmüş ve genç volkanlar oluşmuş. Sönmüş küçük volkanların bulunduğu alanda, çeşitli dönemlerde püskürmeler olmuş ve lav akıntıları çevreye yayılmış. Bu özelliğinden dolayı tarihte Kula ve çevresine Yanık Ülke (Katakekaumene) denilmiş. İzmir-Ankara yolu üzerinden de izlenebilen volkanik tepelerin en büyükleri Sandal ve Kara Divlit...
Türkiye’de sadece Kapadokya’da peribacalarının olduğunu sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Volkanik özellikli jeolojik yapıya sahip Kula’da, Gediz Nehri’nin üst kısmında; ısı değişiklikleri, yağmur, rüzgâr ve erozyon etkisiyle oluşmuş; peribacaları görünümlü doğal oluşumlar bulunuyor. Doğru zamanı denk getirdiğinizde, pastel tonlarda inanılmaz ve görkemli bir görsel şölene hazır olun.
AIGAI, SARDES, THYATEIRA, PHILADELPHIA
Aigai adı, eski Yunancada keçi anlamına gelen “αίγα” kelimesinden türetilmiş. Alışılmış Hellen yerleşimlerinden farklı olarak, Ege Denizi’ne nispeten uzak, dağlık bir coğrafyada, antik ismi Aspordenos olan Yunt Dağı’nda kurulu... Ünlü kütüphanesinde parşömen kullanan ve parşömenin yaratıcısı olarak anılan Pergamon’un, parşömeni Aigailılara ürettirdiği ya da en azından hammaddesi olan deriyi, halkı çobanlıkla geçinen Aigai’dan aldığı düşünülüyor.
Lidya Devleti’nin başkenti Sardes Antik Kenti’nin kalıntıları ise Salihli’nin Sart beldesinde... Tarihte devlet güvencesinde paranın ilk basıldığı yer olarak bilinen Sardes kenti, tarım, hayvancılık, ticaret ve Paktolos (Sart) Çayı’nda yapılan altın madenciliği sayesinde zengin bir kent olmuş. İncil’in vahiy bölümünde, Hristiyanlığın batıya yayılmasında önemli rol oynayan Batı Anadolu’daki yedi kiliseden biri olarak anılan Sardes, dinî açıdan da ayrı öneme sahip...
Akhisar, tarihi erken bronz çağına kadar inen antik Thyateira Kenti’nin üzerine kurulmuş bir ilçe... Antik Çağ’da dokumacılık merkezi olduğu anlaşılan kent, bölgedeki yolların kesiştiği noktada olması bakımından askerî ve ticari açıdan da önemliymiş. Hristiyanlığın ilk çağlarına ait yedi kiliseden Thyateira Kilisesi’nin bulunduğu kent, Tepe Mezarlığı adıyla da biliniyor.
Alaşehir ilçesindeki Philadelphia Antik Kenti’nin büyük bölümü de modern yerleşmenin altında kalmış. Philadelphia, Roma Dönemi’nde, tapınaklarının ve kentte yapılan festivallerin çokluğundan dolayı “Küçük Atina” diye anılmış. Kazı çalışmalarında tiyatronun sahne binasının büyük bölümü ile oturma bölümünün çok az kısmı gün ışığına çıkarılmış. Kentin en görkemli anıtlarından biri de sadece üç payesi korunan Aziz Jean Kilisesi...
EFSANELERİN SPİL DAĞI
1.513 metre yüksekliği bulan Spil Dağı (Manisa Dağı), kalker bir kütle. Jeolojik ve jeomorfolojik yapıdaki kalker kayalar, kanyon vadiler, dolin gölleri, lapyalar, mağaralar, zengin bitki örtüsü, kaya mezarları, yılkı atları ve yaban hayatıyla mitolojik öykülere konu olan taşınmaz kültür varlıklarını bağrında taşıyan dağ, Milli Park ilan edilmiş. Milli parkın doğusunda 600 metre yükseklikte bulunan ve derinliği birkaç metreyi geçmeyen Sülüklü Göl, kalkerlerin erimesiyle oluşmuş.
Mitolojide Kybele, Niobe, Tantalos ve Pandereos ile ilgili öykülerde adı geçiyor. Eteklerinde Tantal ve Bizans Dönemi’nden kalma Magnesia kalelerinin kalıntıları, bereket tanrıçası Kybele’nin rölyefi, Niobe Ağlayan Kaya ve kalıntıları yer alıyor.
Eskilerde Manisalıların cuma günleri gözlerinden yaş geldiğine inandıkları Niobe Doğal Anıtı’nın hikâyesi şöyle: Tantalos’un kızı Niobe, Manisa’da doğar. Tanrıça Leto’yla çocuklukları bu yörede geçer. Daha sonra Thebai Kralı Amphion ile evlenen Niobe’nin yedi kız, yedi erkek olmak üzere on dört çocuğu olur. Çocukluk arkadaşı ve Zeus’un eşi Leto’nun ise Apollon ve Artemis olmak üzere iki çocuğu vardır. Her fırsatta çocuklarıyla gururlanan Niobe’nin kendisinin çok çocuğu olduğunu, Leto’nun ise sadece iki çocuğunun olduğunu söylemesi Tanrıça Leto’yu öfkelendirir ve çocuklarından Niobe’yi cezalandırmalarını ister. Niobe’nin bütün çocukları Apollon ve Artemis’in oklarıyla öldürülür. Niobe, çocuklarının cesetleri başında günlerce ağlar. Sonunda tanrı Zeus, Niobe’nin hâline acır ve ızdırabına son vermek için onu Spil Dağı eteklerinde taş hâline getirir. Kayanın göz çukuru şeklindeki girintilerinden yakın zamana kadar sızan su damlaları, Niobe’nin gözyaşları olarak yorumlanır ve halk arasında “Ağlayan Kaya” adıyla anılır.
Kayaya oyularak yapılan ve MÖ 13. yüzyılın ikinci yarısına tarihlendirilen Kybele Kaya Kabartması ise biraz korkutucu görüntüye sahip. Hava koşullarının etkisiyle bazı kısımları bozulmuş.
Dağın Manisa’ya bakan eteklerinde, şehir merkezinden üç kilometrelik yolla ulaşılan, milli park yolu üzerindeki Mevlevihane, günübirlik kullanıma yönelik bir piknik alanı... Turgutlu yolu üzerinde de Manisa’ya yedi kilometre uzaklıkta Akpınar Mesire Alanı bulunuyor.
HİÇ ŞELALEYE TIRMANDINIZ MI?
Türkmen köyü yakınlarında bulunan hem Türkmen hem de Su Uçan olarak bilinen şelale, tam da “şelale avcıları”na göre... Son zamanlarda pek çok yürüyüşçü, fotoğrafçı, gezgin, tırmanıcı, kanyoncu ve piknikçinin ilgisini çekiyor. Aşağısında bir de küçük şelale var. Yerleştirilen boltlar sayesinde şelalelerden güvenle iniş ve çıkış yapılabiliyor. Bu inişi yapacak cesaretiniz varsa indiğinizde “çiğdem” çıtlayarak sizi izleyenlerin alkışına da hazır olun.
BİN TEPELER VE İLK İNSAN AYAK İZLERİ
Yaklaşık doksan kadar tümülüs içeren Bin Tepeler ya da diğer adıyla Lidya Kral Mezarlığı, Marmara Gölü’nün güneyinde yer alıyor. İki büyük tümülüsün, Kral Alyattese ve Kral Gyges’e ait olduğu sanılıyor. Tümülüslerin hemen hepsi İlk ve Orta Çağ’da soyulmuş. Tapınağın arkasında MS. 400’lü yıllarda yapıldığı tahmin edilen küçük kilise, ilk yedi kiliseden biri...
Manisa’da bir de “İlk İnsan Ayak İzleri var” dersem herhâlde çoğunuz şaşıracaktır. Gediz Irmağı kıyısında Salihli’ye bağlı Sindel köyü sınırları içindeki eşine ender rastlanan bu izler, 1969 yılında, MTA tarafından gün ışığına çıkarılmış. Kula merkezli yanardağın çıkardığı tüflerin içinde yer alan izlerin üstü 5-100 metre yüksekliğinde bazalt curuf ile kaplı... 26 bin yıl öncesine ait olduğu saptanan izlerden elli tanesi hâlen MTA Tabiat Tarihi Müzesi’nde sergileniyor. Bir örneği de Manisa Müzesi’nde bulunuyor. Müzede ayrıca yüzyıllar boyunca yöre halkının yaşam biçimlerini, üretim güçlerini, inanç ve zevklerini gösteren birçok eser sergileniyor. Şehrin bir diğer müzesi Akhisar Müzesi’nde de 18-11 milyon yaşlarında fosiller, idoller, el aletleri, MÖ 6000-3000 yıllarına tarihlenen Yortan seramikleri, MÖ 700-500 yıllarına ait seramik, gümüş kap ve altın buzağı, Hellenistik dönem seramikleri, MÖ 500-MS 200 tarihleri arasına ait figürinler, yağ kandilleri, mezar stelleri ve cam eserler bulunuyor.
Kent merkezindeki Manisa Kalesi, Yunusemre’deki Yoğurtçu Kalesi, Bayındıklık’taki Manisa Mevlevihanesi, ilin gezilebilecek diğer tarihi mekânları... Fakat Mevlevihane’deki insan heykellerinin bana en az Kybele Kaya Kabartması kadar ürkütücü geldiğini söylemeliyim.
OR YEHUDA YAHUDİ TARIM OKULU
Dünya üzerinde yedi tane olduğu bilinen Yahudi Tarım Okullarının bir tanesi de Akhisar’ın Kayalıoğlu beldesinde bulunuyor. Osmanlı döneminden bu yana ayakta kalan ancak yıkılmaya yüz tutmuş yapı, 1905 yılında Or Yehuda (Kutsal Işık) Çiftliği ve Ziraat Mektebi olarak 34 bin dönümlük arazi üzerine kurulmuş. 3 bin dönümü eğitim amacıyla okula tahsis edilmiş. Okulda verilen eğitimin amacı, topraktan geçimini sağlayacak pratik eğitime dayalı ziraatçiler yetiştirmekmiş. Yıllarca Müslümanlara, Hristiyanlara ve Yahudilere ev sahipliği yapmış. Bir dönem nakledilir, kapanır, tekrar açılır ama Türk-Rum mücadelesinin yarattığı güvensiz ortamda eski verimliliğini yakalayamaz. 1924 yılında da satışa çıkarılır. Yeni sahibi bu binayı Millî Eğitim Bakanlığı’na bağışlar ve bir süre okul olarak kullanılır ama 1997 yılında yalnızlığa ve bakımsızlığa terk edilir.
GİZLİ HAZİNE: DARKALE KÖYÜ
Soma’nın Darkale köyü ise gerçekten gizli bir hazine gibi... Özgün mimari dokusuyla dikkat çeken köyün dar ve yokuş sokaklarında dolaşırken kendinizi tarihte yolcuğa çıkmış gibi hissedebilirsiniz. Günümüze kadar ulaşan tarihî evlerinin mimarisi Safranbolu, Kula ve Beypazarı evlerine benziyor. Hele o cumbalar yok mu, bir yapıda en sevdiğim şeyler... Göçlerle çoğu terk edilen Darkale evleri yıkılmak üzereyken bir grup gönüllünün çabalarıyla Darkale Yenileme ve Yaşatma Projesi başlatılmış. Köyün fiziki olarak yenilenmesi, tarihi, kültürel ve sosyolojik araştırmaların bilimsel verilere dayandırılarak derin bir analizle ortaya konulması ve tüm bunların turizme kazandırılması amacıyla çalışmalar yürütülmüş. Bu köyün tarihiyle ilgili bir detayı paylaşayım sizle: Darkale aynı zamanda kömür rezervleriyle ünlü Soma’nın önemli bir kömür üretim merkeziymiş. I. Dünya Savaşı sırasında köydeki erkeklerin tamamına yakınının Çanakkale ve çeşitli cephelerde savaşması nedeniyle kömür, Darkaleli kadınlar tarafından yeraltından çıkarılmış. Kadınların maden ocaklarında çalışmasının hem çok zor hem de yasak olduğu çağımızda Darkaleli kadınların yaptığı madencilik, dünya madencilik tarihinde ender rastlanan önemli bir olay olarak kayıtlara geçmiş.
*
Madem Soma’dan bahsettik yazımı Soma’da yaşamını yitiren işçileri anarak bitirmek istiyorum. Albert Camus, ne demiş: “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın.” Umarım insanların bu tür facialarda ölmediği, her türlü facianın sorumlusunun yargılandığı ve hepimizin insanca yaşadığı günlere uyanmamız çok uzak değildir.
Serpil Kurtay Kimdir?
1978 yılında Almanya’nın Esslingen kentinde doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Bilecik’te tamamladıktan sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden 1999 yılında mezun oldu. 1995-2003 yılları arasında Evrensel Gazetesi’nde muhabir, istihbarat şefi ve haber müdürü olarak çalıştı. Ardından on altı yıl Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün dergisinde editörlük ve genel yayın yönetmenliği görevinde bulundu. Çeşitli dergilerde yazarlık, kitap editörlükleri yaptı, yayın süreçlerinde görevler aldı. Hâlen kitap editörlüğüne, Antalyaspor Kulübü’nün dergisinde ve Gazete Duvar’da da yazılarına devam ediyor.
Adana’ya gidek mi? Şalvarından giyek mi? Kebabından yiyek mi? 15 Mayıs 2024
Tencerem var, tavam var, Antepliyim havam var 17 Nisan 2024
Balığın esir düştüğü yer: Balıkesir 03 Nisan 2024
Ne Diyarbakır anladı beni ne de sen, ne çok sevdim ikinizi de bilsen 20 Mart 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI