YAZARLAR

Bizi ayıran duvar

Bizim varlığımız Duvar’ı eski kalitesinde ve gücünde tutmaya yetmez. Ama en azından okurların ve burada çalışanların kendilerini daha az terk edilmiş hissetmelerini sağlayabilir.

Duvar’da yaşananlara dair söylemek istediklerimin büyük kısmını dile getirerek beni büyük zahmetten kurtaran Zehra Çelenk, “Benim baktığım yerden, bu hikâyede bir ‘kötü adam’ yok,” diye yazdı, geçen gün yayımlanan, “Bizi birleştiren duvar” başlıklı yazısında. “Böyle bir mecrayı ülkenin bugünkü koşullarında yürütmek hiç kolay bir iş değil ve keşke üç erkek, sorunları buralara gelmeden çözebilselerdi. Fakat hem mesleklerinde hem de kendi başlarına ne denli ‘iyi, hoş’ olurlarsa olsunlar ben erkeklerin girift ve yer yer de muhakkak şahsileşen bir iletişim problemini çözebildiklerini şu ana dek görmüş değilim. Keşke başka türlü önlemler alınsaymış, mesela bir yayın kurulu belki bir şeyleri çözebilirmiş, tüm bunlar çok daha önce ve bizleri de dâhil ederek masaya yatırılsaymış diye düşünmeden edemiyorum.” Şöyle izah edeyim: Ben de edemiyorum. Sorunların niye bizlerle paylaşılarak hafifletilmediğini, çözüm için birlikte uğraşmadığımızı da anlayamıyorum. Anlamaya kalkınca ilk elde düşünebildiklerim de hoşuma gitmiyor, vazgeçiyorum.

Zehra, ifadelerini özenle seçtiği yazısında, “yanlış söz etmekten çekindiğini” belirtiyor, “Korku/kaygı değil, çekincemin nedeni,” diyor, “başta Ali Topuz, sözü geçen herkesin benim açımdan saygıya ve sevgiye fazlasıyla değer insanlar olmaları.” Açıkçası, Duvar’da çalışan, yazan, Ali’nin istifasıyla birlikte derhal ayrılıveren, tereddüte düşen veya kalma kararı veren kimsenin, gazeteyi var eden ve beş senedir varlığını sürdürmesini sağlayan insanlarla ilgili olarak çok farklı konuşacağını sanmam. Bazılarımız, o üç kişiden biri veya öbürü için, “Karşılaşmadım, tanımıyorum,”, “Yeterince tanımıyorum,” vs. diyebilir en fazla.

Açıkçası bu bile, tepede nasıl anlaşmazlıklar, çatışmalar yaşanmış olursa olsun, burada işlerin bir şekilde sağlıklı yürümüş olması demek.

Tıpkı Zehra gibi ben de ortaya sürülen “editoryal bağımsızlık” meselesinin esasen hangi müdahaleler ya da taleplerle ilgili olduğunu bilmiyorum. Ali’nin istifa tweet’inden ve yazarların ardarda ayrıldıklarını ilan etmelerinden sonraki günlerde gerçekleşen -gecikmiş- temaslar sırasında birkaç olaydan haberdar olduk. Ancak bunların giderilemez hasarlar yaratacak, Türkiye’nin şu korkunç koşullarında var edilmiş bu kadar değerli bir yayını gözden çıkarmayı haklı kılacak nitelikte olduğuna şahsen ben ikna olamadım. Üstelik bunların gazetenin içeriği ve yayın politikası ile nasıl bir alâkasının olduğunu da anlayamadım.

Elbette olaylar sıcaklığıyla yaşanırken değil, üstünden haftalar aylar geçtikten ve şu anda bizim derdimiz bambaşkayken aktarılmaları bunları gözümüzde önemsizleştirmiş olabilir veya bizzat yaşamadığımız için yeterince duygudaşlık gösteremiyor olabiliriz. Yine de Duvar’ı gözden çıkarmayı haklı kılacak vaziyet göremediğimi tekrarlamalıyım. Gerilim daha çok davranışlar yüzünden büyümüş ve buralara varmadan hal çaresi aranabilirmiş gibi görünüyor.

Peki, ortada bir gözden çıkarma hadisesi var mı? Var. Ali’nin istifasıyla çabucak ayrılma kararı veren ve bunu açıklayan arkadaşlarımız genellikle istifa duyurularına Duvar’ın “çökmemesi” yolundaki temennilerini eklediler. Ama bu olsa olsa nezaket icabı sayılabilirdi. Çünkü nasıl Ali istifasını o içerikte bir mesajla Twitter’dan duyurunca olacakları kestirebilirse, topluca ayrılan arkadaşlarımız da böyle bir hareketin okur ve öteki yazarlar, çalışanlar nezdindeki anlamını kestirebilirlerdi. Hepsi, görüşlerinden yararlandığımız, yazılarından çok şey öğrendiğimiz, akıllı, kapasiteli insanlar.

İstifa gerekçesi genellikle, “Bizi buraya çağıran insan gidiyorsa biz de gitmeliyiz,” diye açıklandı. Bunun böyle kendinden menkûl gerekçe sayılması aklıma yatmıyor. Bu bazen sahiden tek başına yeterli sebep olabilir, bazen olamaz. Bizim somut durumumuzda yeterli sayamıyorum. Üstelik, uzun zamandır devam eden problemlerden bîhaber, bizi buraya çağıran insanın ayrılacağından bîhaber, onun istifasını dost-düşman herkesle birlikte Twitter’dan öğrenmiş biri olarak, şöyle düşünüyorum: Ya bilgi verilmeye değer, dolayısıyla alacağı tavır önemsenen biri değilim ya da bilgimiz olmasa bile her birimizin nasıl davranması gerektiğine dair bir kabul var. İlki pekâlâ olabilir, sineye de çekilebilir; ama ikincisi hayli problemli bir duruma işaret etmiyor mu muhterem meslektaşlarım?

İlk anda tavrımı belirleyen, neyin ne olduğunu anlamadan “ben de gidiyorum” demeyi doğru bulmayışımdı. Paldır küldür ayrılan arkadaşlarıma eleştirim ve kırgınlığım buradan. Tıpkı Ali gibi, onlar da kendi kararlarını alıverdiler, gidiverdiler. Aramızda en ufak temas olmadı. Fikir alışverişi yapamadık. Duygularımızı tartamadık. Böyle bir durumda birbirimizle haberleşmeden tavır alınabiliyor olmasını benim gibi bir 1970’ler solcusunun anlaması, hele kabullenmesi zor. Hele alınacak tavırlar beraber var edilmiş şeyin ortadan kalkmasına yolaçabilecekken. Bu yüzden, kendime diyorum ki: belki bazıları aralarında konuşmuşlar, “Gidelim o halde,” demişlerdir. Ve benimle konuşmaya gerek görmemişlerdir. Olabilir, tercihleri ve haklarıdır. Belki benim haberimin bile olmadığı pek çok şeyi bazıları biliyordu; bu yüzden hemen gittiler. Bu da olabilir. Bu durumda onların gidişi benim için duygudaşlık, beraberlik vs. konusu değil ancak değerlendireceğim olgulardan biri haline geliyor. Ve işin içine karışabilecek yegâne duygu üzüntü oluyor.

“Editoryal bağımsızlık” meselesiyse, hiç öyle sanıldığı kadar basit ve net değil. Burada aşırı kolaycılıkla “patron” olarak tarif edilen kişinin bu işe para-pul için, başka yatırımlarına yararı olsun diye nüfuz sağlamak için girmiş rastgele patron olmayışı bir yana, öyle patronların sahibi olduğu kuruluşlarda hangi “editoryal bağımsızlık” koşulları altında çalışabildiğimizi izah etmek durumunda kalabiliriz. Bu konuya ancak yüzeysel olarak değinmek en iyisi. Ayrılan arkadaşlarımızdan hiçbirinin, Duvar’ın editoryal bağımsızlığına halel getirecek herhangi bir olaya şahit olduğunu, maruz kaldığını sanmıyorum. Böyle şeyler olduysa da evet, doğru tahmin ediyorsunuz, haberim yok.

Editoryal bağımsızlığa müdahale denebilecek davranışlara genel yayın yönetmenimiz muhatap edilmiş, anlaşılan. Oldu diyorsa ona inanmamak için sebep yok. Ama bu alanda çıkan sorunların, vaktiyle başka çareler aransa halledilemeyeceğine inanmak için de sebep yok.

Duvar, çeşitliliğine, renkliliğine, onca yoksulluk içerisinde onca zenginliğine rağmen, kollektif akılla işleyen bir mekanizma değildi. Değerlendirmeler, kararlar gibi, çıkan sorunların halline de bizlerin en ufak katkısı yoktu. Hattâ, söylüyorum işte, haberimiz de yoktu. En fazla şunu diyebilirim: Belki birilerinin vardı, ama benim -ve şüphesiz başkalarının da- yoktu. Topluca ayrılan arkadaşlarımızın çoğunun da olmadığını sanıyorum.

Vedat’ın, profesyonel işbölümü gereği karışmaması gereken işlere karışmış, Ali’nin haklı tepkisine yolaçan tasarruflarda bulunmuş olduğu belli. Ama onun da yakındığı ve haklı olabileceği konular var. Artık bizim bunları değerlendirmemiz için çok geç ve böyle bir çaba anlamsız. Çünkü anlaşmazlığın tarafları, çelişkinin, bugün gelinen noktaya hepimizi sürüklemesinin kaçınılmazlığı ve üstesinden gelinemez olduğu hususlarında kendilerinden eminler. Tıpkı bir anda ayrılıp giden arkadaşlarımızın bu kararlarının sağlamlığından emin oluşları gibi.

Evet, bizi buraya Ali çağırmıştı, Duvar’ın gazeteyi biricikleştiren yazar yelpazesi, dünyanın birçok ciddî yayın organıyla kıyaslanabilecek sahici uzman çeşitliliği, ağırlıkla, onun geniş ufkunun ve sağlam yaklaşımının ürünüydü. Ama bütün bunların onunla kaim olması şart mıydı? Ya Ali, editoryal bağımsızlığa müdahale gerekçesiyle değil, bambaşka tercihleri ya da bambaşka mecburiyetler nedeniyle konumunu bırakacak olsaydı? Buna hakkı yok muydu? Bizi oraya topladığı için ömrünün sonuna kadar o konumda mı kalması gerekiyordu? Kalmaz da giderse, ille bizim de gitmemiz mi gerekecekti? Burada benim kavrayamadığım bir şey olmalı. Kavrayamadığım ama niye yıllarca mesleğin uzağında kaldığımla alâkalı olduğunu hissettiğim bir şey. Bu meseleyi derinleştirmek ve memleketin şu halinde kendimizi konu etmek istemiyorum. Ali aynı zamanda buranın en güçlü yazarlarından biriydi, eksilmesi bu bakımdan da büyük kayıp; bunu ekleyeyim.

Sözünü ettiğim yazısında Zehra, “Bu aşamadan sonra hâlâ bir şeylerin geri döndürülebilir olmasını diliyorum,” diyor, altına imza atmaya hazırlandığım satırlarında. “Olamıyorsa da Duvar’ın var olan çizgisinde hayatta kalmasını diliyorum. Şu ana dek katkıda bulunan herkesin emeği, hâlâ canla başla çalışan ‘mutfak’ ve bunca zaman bize eşlik etmiş olan sevgili okurlarımız için. Ayrılan bütün yazar arkadaşlarımı çok özleyeceğim, gözüm her gün yazılarını arıyor. Hiçbirinin ikamesi yok bence, böyle bir toplamın da, çok zor. Ben şimdilik, çok tuhaf durumlar gelişmezse buradayım.”

Ben de. Bizim varlığımız Duvar’ı eski kalitesinde ve gücünde tutmaya yetmez. Ama en azından okurların ve burada çalışanların kendilerini daha az terk edilmiş hissetmelerini sağlayabilir.