Bizimki de, valla sizinki de, nasıl bir kader böyle!
Ne diyordu, Gezi’de de tam kapasite faaliyet gösteren TOMA üreticisi şirketin yönetiminde de bulunmuş olan AKP’li Hüseyin Kocabıyık: “Bizimki de nasıl bir kader böyle!” Kendi partisinin ve tayin ettiği mahkemelerin kararlarını, davranışını eleştiren iktidar mensubunun vali eşi hemen, anında, şıppadanak görevden alınırken… Sadece öldürülmek istenen ağaçları değil; ekmek parası peşinde ölen, ölüme itilen, ölüme sürüklenen insanların hukukunu savunan da bir yerde “yakalanıyor” kindar sisteme!
Sistem şöyle işliyor:
Zeytinlikleri de madene açacak yönetmelik çıkıyor…
İlgisi yok tabii…
“Cumhuriyet tarihinin en büyük maden ihalesi” denen bir bayram paketi daha Ensar Vakıflı, Cengiz’li bir şirkete gidiyor.
Bunun adil, hakkaniyetli bir düzen olduğunu savunan, öyle zanneden elbette az değil.
Yine de her bir şeyin gölgesi altındaki yargıda, Danıştay’da bazı yüksek yargı mensuplarının vicdanı el vermiyor; zeytin ağaçlarının yanında bir karar alıyorlar.
Benzer şekilde bir başka Danıştay dairesinin mensupları Niğde’de tarihi Kale Mahallesi’ni talandan korumak için iptal kararı çıkartıyor.
Son zamanlarda Danıştay’dan ilginç iptal kararları peş peşe geliyor.
Çünkü hukuksuzluk ve kamulaştırma adıyla şahsileştirme öyle koyu ki artık, bir hukuk fakültesinde muhakeme ve vicdanı biraz olsun öğrenen, sindiren herhangi bir akıl ve yürek dayanamıyor olmalı.
Bu ekonomik iştahla ilgili…
Bir de demokratik iştahsızlığa bakın:
AKP’den milletvekilliği yapmış Hüseyin Kocabıyık’ın eşi, felsefe öğretmeni Funda Hanım, elbette kendi nitelikleriyle de bürokraside yükseliyor, uluslararası kurumlarda Türkiye’yi temsil ediyor ve 2018’de Cumhurbaşkanlığı atamasıyla Uşak Valisi yapılıyor.
Sonra…
Gezi davasında AKP aday adayı olmuş bir hâkimin de aldığı kararı eleştirenler arasına AKP’li Hüseyin Kocabıyık da katılıyor:
“Bizimki de nasıl bir kader böyle!
Tüm hayatımızda, CHP’nin 1946’da yaptığı seçim hilesini tenkit ettik. 2019’da İstanbul’da bir benzerini biz yaptık.
Hayatımız boyunca, Menderes’i ipe çeken zalim hâkim ve savcılara lanet okuduk.; şimdi onların benzerleri vicdansız hükümler kuruyorlar.
Hukuk dışı kararların hâkim ve savcıları bizi, hayatımızı adadığımız ne kadar değer varsa, savunamaz hale getiriyorlar.
Bu karar sahipleri, mazide başardığımız her şeyi yıkıyorlar aslında.
Bu yıkıma dur diyecek otorite bellidir ve ondan imdat istiyoruz.”
Son cümleye kadar “Hâkim ve savcılar, size söylüyorum, otorite lütfen siz anlayın” modunda giderken, çareyi “otorite”de arasa da…
Maalesef Hüseyin Kocabıyık’ın eşi Vali Funda Hanım “otorite”nin gazabına uğruyor.
Bir kadın vali, hem de iktidar mensubu olmuş eşinin, “çok demokratik” bir partide farklı düşünüp söylemesi yüzünden, anında görevden merkeze alınıyor!
Funda Kocabıyık’ı valilikten alıp “İçişleri emri”ne veren karar elbette “otorite”ye aittir ama nihayetinde, “İçişleri Bakanı” var bir de.
Hüseyin Kocabıyık AKP’yi savuna savuna artık savunamaz hale gelmiş belli ki…
İçişleri Bakanı ise, Kocabıyık’ın “mazi” dediği dönemde AKP’ye saydıra saldıra AKP’yi damardan savunur hale gelmiş.
Bunun ne olduğunu Numan Kurtulmuş da bilir zannımca!
Başkaları da vardır, iyi bilen. Bilhassa “demokrat” hukukçu kimlikleriyle bir zamanlar içtenlikle insan hakları mücadelesi vermiş olanlar.
CAN VAR, CAN VAR
Karşılaştırmak gibi olmasın, çünkü başı derde, kendi hapse giren kimse kolay kolay bir diğeriyle karşılaştırılmaz ama belki de karşılaştırılır!
Soma’da maden katliamında iki Can vardı mesela.
Elbette can veren 301 can vardı, aralarında Özcanlar, Ercanlar, Akcanlar da vardı ama adı tamı tamına Can olan iki kişiydi:
Biri patron Can Gürkan. O Can’a, madeninde can veren her bir işçinin “can”ı için 8’er gün hapis verildi.
Şöyle oldu: 20 yıl hapis 10 yıla düşerken, kalan 10’dan 3 yıllık denetimli serbestlik ile hapiste kaldığı 4,5 yıl inmiş olacak. 2,5 yıl daha cezaevinde yatacak.
Elbette kendisi de çok üzülmüştür onca ölüme ve ömrünün bir kısmını hapseden bu sürece.
Diğer Can ise, Avukat Can Atalay’dı Soma’da.
Hani Gezi davasında 18 yıla mahkûm edilenlerden!
301 ölü madencinin hakkını, ruhlarının huzurunu, adaletin tesisini, sorumluların ve onların hâlâ madencilik yapmasına izin vererek kollayanların hesap vermesini savunuyordu.
Soma’nın son davasında da oradaydı ve “301 işçinin ölümünden sorumlu olabilirsiniz, onların katlinin sorumlusu siz olabilirsiniz. Fakat madencilik yapmaya devam edersiniz. Bunun kabul edilebilir bir tarafı yok” demişti.
Önceki duruşmalardan birinde de “ana fikri”ni şöyle ifade etmişti: “Davamız, bu ülkede kimse ekmeğini kazanırken öldürülmesin diyedir."
İşte öyle oluyor.
Kendi partisinin ve tayin ettiği mahkemelerin kararlarını, davranışını eleştiren iktidar mensubunun vali eşi hemen, anında, şıppadanak görevden alınırken…
Sadece öldürülmek istenen ağaçları değil; ekmek parası peşinde ölen, ölüme itilen, ölüme sürüklenen insanların hukukunu savunan da bir yerde “yakalanıyor” kindar sisteme!
Bunu gazeteci olarak biliyorsunuz zaten; vicdanı paslanmış, sırtı yaslanmış olarak gazeteci taklidi yapmıyorsanız…
Bunu vatandaş olarak görebiliyorsunuz zaten; aklı ve muhakemesi körelmiş değilseniz…
Bunu iktidar mensubu olarak da fark edebiliyorsunuz zaten; artık siz bile kabul edemez hale gelmişseniz!
Ne diyordu, Gezi’de de tam kapasite faaliyet gösteren TOMA üreticisi şirketin yönetiminde de bulunmuş olan AKP’li Hüseyin Kocabıyık:
“Bizimki de nasıl bir kader böyle!”
O zaman “Devlet” Sanatçısı Şükriye Tutkun’dan gelsin kaderli ve kederli türkümüz; sanatçımız dilerse “Çarşamba”yı “Pazartesi” ya da “Çağlayan” veya “Silivri” yapabilir, “kelepçe” yerinde kalabilir:
Çarşamba’yı sel aldı
Bir yâr sevdim el aldı
Keşke sevmez olaydım
Elim koynumda kaldı
Oy ne imiş ne imiş
Kaderim böyle imiş
Çarşamba yollarında
Kelepçe kollarımda
Fakat Türk Türk’e bağırır, türkü türkü çığırır ya, Antepli Aşık Gül Ahmet de alır sazı eline, gider pazar yerine, girer market şeyine, sayar kader zulmüne, esasında canları kurban eden sisteme:
Çoluk çocuk rezil olduk
Sebze meyve hava aldık
Bu sene kurbansız kaldık
Kötü kader zalim kader