BJK’nin emektarı ‘SeySey’, basketbol takımının tarihini yazdı
Çocukluğundan itibaren siyah-beyaz renklerin peşinden koşan ve tam bir Beşiktaş aşığı olan Seyhan Kesim, namıdiğer “SeySey”, BJK Basketbol Takımı’nın da otuz yıllık emektarı... SeySey, 1993 yılında başlayan hem taraftar olduğu hem de masörlük yaptığı yıllardaki anılarını Beşiktaş basketbolu tarihiyle harmanlayarak, “Siyah Beyaz Basketbol” kitabını yazdı.
Özellikle futbolla ön plana çıkan spor kulüplerinde diğer branşlar, hele ki perde arkasındakiler pek bilinmez, tanınmaz. Bazı isimler vardır ki yıllarını o kulüplere vermişlerdir ve camia içinde herkes tarafından çok sevilirler. İşte Seyhan Kesim, namıdiğer SeySey de böyle birisi... Küçük bir çocukken âşık olduğu siyah-beyaz renklerin peşinden koşan, Spor ve Sergi Sarayı’na adım attıktan sonra da tam bir basketbol sevdalısı olan SeySey, tüm hayatını resmen Beşiktaş Erkek Basketbol Takımı’na göre kurgulamış. Yeri gelmiş her şeyden vazgeçmiş, yeri gelmiş o çok sevdiği takımın bir parçası olabilmek için kendisini daha da geliştirmiş.
Önce gönüllü, sonra da masör olarak tam otuz beş yıldır camia içinde yer alan SeySey, çok sevdiği eski basketbolcu Battal Durusel’in vefatıyla bir söz vermiş: “Sen ölmeyeceksin. Seni, takım arkadaşlarını ve bu kulübe kazandırdığın basketbol kültürünü hep yaşatacağım.” Geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan “Siyah Beyaz Basketbol” kitabını yazmaya işte böyle karar vermiş. Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nde uzun yıllar birlikte çalıştığım, sonrasında da dostluğumuz devam eden SeySey’in kitabının editör olarak parçası olmak, keyifli ve bir o kadar da yorucu bir süreçti. Gecesini gündüzüne katarak, nasıl bir titizlikle gecesini çalıştığına şahidim. Her ne kadar “Bu kitabı birisi yazacaksa SeySey yazmalı” diye düşünsem de ortaya çıkan sonuç beni bile şaşırttı. Kalemini bu kadar ustalıkla kullanacağını, hiçbir detayı atlamadan bu kadar bilgiyi toparlayabileceğini inanın tahmin etmezdim. Her ne kadar Beşiktaş basketbolunun tarihiyle ilgili bir almanak özelliğinde olsa da SeySey’in perde arkasında yaşadığı anılar ve tanıklıklarla bu kitabın her basketbol severe hitap ettiğini düşünüyorum. Bu kadar içinde yer aldıktan sonra sizlere kitabın tanıtımını kendim yazabilirdim ama kendisini ve bu kitabı o anlatsın istedim. Kendimi bu kitabı hiç okumamış bir gazeteci yerine koyarak, sorularımı sıraladım. İşte kendisiyle yaptığımız keyifli sohbet:
Hemen herkes bir takım tutar ama senin Beşiktaş’a daha bir aşkla bağlı olduğunu görüyoruz. Siyah-beyaz renklerle tanışma hikâyeni öğrenebilir miyiz?
Anneannemler çok küçük yaşlarda Beykoz’dan Beşiktaş’a gelip yerleşmiş. Ne mutlu ki ben de İstanbul’un en güzel semti Beşiktaş’ta, 11 Temmuz 1974 tarihinde doğdum. Şenlikdede Camii’nin hemen arkasındaki Kakmalı Kapı Sokak’ta oturuyorduk. 1982 yılında, ilkokul ikinci sınıfa giderken Beşiktaş Futbol Takımı, uzun yıllar sonra şampiyon oldu ve bizim oralarda yer yerinden oynadı. O sezon, mahalledeki Levent Ağabeyimin beni götürdüğü Altay maçında, Beşiktaş’ı sahada dolu tribünler önünde görünce nasıl büyülendiğimi dün gibi hatırlıyorum. O gün gol atamayıp berabere kalmıştık ama benim içim kıpır kıpırdı. Mahalledeki birkaç ağabeyimiz dışında tanıdığım herkes Beşiktaşlıydı. Özellikle Levent Ağabeyimin Beşiktaş’a olan tutkusu beni fazlasıyla etkiliyordu. Bir de annem beni hep Çırağan’daki halka açık havuza götürmek isterdi, ben de kalabalık yüzünden ayak direrdim. Ama Beşiktaş’la tanıştıktan sonra sürekli gitmek istedim çünkü futbol takımı havuzun hemen yanındaki toprak sahada antrenman yapıyordu.
Ailende Beşiktaşlı var mıydı?
Üvey babam Galatasaraylıydı. Beni de Galatasaraylı yapmak için 17 Ağustos 1983 günü elimden tutup Ali Sami Yen Stadı’na götürdü. Türkiye Spor Yazarları Derneği (TSYD) Kupası maçı vardı ve Galatasaray’ın rakibi Beşiktaş’tı. Kaderin cilvesi, Beşiktaş Galatasaray’ı 3-1 yendi. Bu onun son çabası oldu. O yıllarda kendimi iyice Beşiktaş’a adamaya başladım. Sürekli Şeref Stadı’ndaki idmanları izlemeye gidiyordum. Hatta bu yüzden zatürre bile oldum. Maçlara da gidiyordum. Mesela 1986-87 sezonunda kabakulak olduğum için bir maç dışında her İstanbul’daki maça gittim. O sezon da Beşiktaş şampiyonluğa oynuyordu ama ucundan kaçırdık. Bu durum anne ve babamın ayrılmalarından daha büyük bir travma yaşattı bana.
Peki, ya basketbol takımını keşfetmen nasıl oldu?
Ortaokul ikinci sınıfa gidiyordum. Mahalledeki ağabeylerimizin sohbetleri sırasında 1970’li yıllardaki BJK Erkek Basketbol Takımı’nın maçlarının hikâyelerini duyunca bir basketbol maçına gitmeye karar verdim. 1980’li yılların başında TRT’nin siyah beyaz ekranlarında izlediğim ve çok etkisinde kaldığım “Beyaz Gölge” dizisi nedeniyle basketbola da ilgim başlamıştı.
İzlediğin ilk basketbol maçını hatırlıyor musun?
1987’nin Mart ayıydı. “Spor ve Sergi’de Fenerbahçe maçı var. BEŞİKTAŞ lider.” dediler; heyecanlandım. Uzun uğraşlardan sonra, o buz gibi soğuk ve iki takım taraftarlarının ikiye böldüğü salonda yerimi aldım. Tanıdığım herkes salondaydı o gün. Beşiktaş benchinin arkasında Süleyman Seba bile vardı. Derbi maçının heyecanından ziyade içeride bir kargaşa vardı. Maçın başındaki tezahüratlar ve karşılıklı atışmalar, ikinci yarı itibariyle yerini, insanların arasındaki konuşmalar ve tartışmalarla salonda yükselen uğultuya bıraktı. Sonradan öğreniyordum ki lider Beşiktaş, bu maçta Fenerbahçe’yi yenerse dokuzuncu, Galatasaray sekizinci olarak play-offa girecek ve sarı-lacivertliler, play-off dışı kalacaktı. Şayet Fenerbahçe bizi yenerse sekizinci olarak play-offa girecek ve Galatasaray, play-off dışı olacaktı. İşte böyle tarihî bir maçla attım adımımı BJK basketboluna. O gün, Fenerbahçe’yi yenip Galatasaray’la eşleşmiştik. Play-off maçlarını da takip ettim ve sonunda Beşiktaş basketbolu da benim için aşk gibi oldu.
Sonra bu aşkla arana mesafeler girmiş...
Beşiktaş basketbolunun beş yıl sürecek düşüşünün başladığı 1987 yazında subay olan üvey babamın tayini Ağrı’nın Eleşkirt ilçesine çıktı. Ben de ailemle oraya gitmek zorunda kaldım. Ama hep aklım takımdaydı. 1987-88 sezonu sonunda küme düşerken ben de ortaokulu bitirdim. Anneme “Ben İstanbul’a anneannemin yanına gitmek ve çalışmak istiyorum.” dedim. O kadar kararlıydım ki bu kararım karşısında annemi çok üzgün ve çaresiz bıraktım. 1988 yazında Beşiktaş’a döndüm.
İstanbul’a gelince neler yaptın peki?
Nişantaşı, Topağacı’nda, akrabamızın ortağıyla açtığı pizzacı dükkânda işe başladım. Sağım Ahmet Fetgeri Spor Salonu, solum ise Spor ve Sergi Sarayı’ydı. Kazandığım paranın bir kısmını anneanneme veriyor, diğer kısmınıysa basketbol ve futbol maçlarımızın bilet parasına ayırıyordum. Öyle bir an geldi ki Karşıyaka’yla oynanacak futbol maçımız için param yetişmeyince yadigâr bisikletimi satmak zorunda kaldım. Canım anneannem nasıl da ağladı o gün. Öyle bir hırs vardı ki içimde sanki Beşiktaş’ı 1. Lig’e ben çıkaracaktım (gülüyor). Ama öyle de oldu; sezon sonunda 1. Lig’e yükseldik.
Sadece maçları değil, antrenmanları da takip ediyormuşsun...
1989-90 sezonuydu. Bir maçtan sonra salon görevlilerinden birine Beşiktaş’ın nerede idman yaptığını sordum. “Haftanın bir iki günü burada (Spor ve Sergi Sarayı), diğer günler Fulya’daki kendi salonlarında.” cevabını alınca dedektif havasında başladım araştırmalarıma. Spor v e Sergi’nin idman programını ve idman saatlerini öğrendim. Mahalleden, Spor ve Sergi’nin eski gişe görevlisi Nezir Amca'ya derdimi anlattım; idmana girmek istediğimi söyledim. O da bana “Salonda Muzaffer Ağabeyini bul, selamımı söyle, o sana yardım eder.” dedi. Gittim, buldum. Beni aldı, tribüne oturttu. Daha sonra sahaya indi ve Battal Durusel’e beni gösterdi. Battal Ağabey bana bakarak ve gülümseyerek kafasını salladı. O kadar mutluydum ki koca salonda benden başka kimse yoktu. Zaten ondan sonra pizzacıdaki işimi, takıma göre ayarlamaya başladım. Kısa süre sonra da pizzacıdan özür dileyerek ayrıldım. Spor ve Sergi’ye yakın diye Hilton Oteli’nde işe başladım.
Gelelim, Beşiktaş’ta işe başlamana...
Antrenmanlara gittikçe oyuncularla da yakınlaşmaya başladım. Hatta bir keresinde Battal (Durusel) Ağabey, eve doğru yürürken beni arabasına alıp ilk deplasmanıma götürmüştü. O gün ona Beşiktaş sevgimi anlatmıştım. 1992-93 sezonunun son karşılaşması olan Abdi İpekçi’deki Fenerbahçe play-off maçından sonra Battal Ağabey, “Yarın Fulya’ya gel” dedi. Sabaha kadar uyuyamadım. Gittim, ilk sözü “Bana yardım eder misin?” oldu. Heyecandan olmalı, “Evet” diyeceğime “Ne yapacağım?” diye sordum bir anda. “Ben ne dersem onu yapacaksın” dedi. Düşüp bayılacak gibiydim. “Hilton’dan çıkmaya razı mısın?” diye sorunca “Sen ne dersen yapmaya hazırım” dedim. Ev telefon numaramı aldı, beklemeye başladım. Üç dört gün sonra arayıp tekrar Fulya’ya çağırdı. “Bak şimdi, bu takımın her bir işini sen yapacaksın. Senden iyisini bulamam. Hazır mısın?” diye sordu. “Hiç merak etme ağabey” dedim. “Şu an kulüpte resmî olarak işe alım biraz zor. Paranı ben vereceğim. Ne ihtiyacın olursa bana söyleyeceksin.” dedi. Hem basketbol takımıyla çalışmaya hem de gece lisesine başladım. Kulüpten maaş bağlanmadı o sene fakat Battal Ağabey kendi cebinden her hafta sonu geldiğine haftalık veriyordu ki aldığım bu haftalık, Hilton’da kazandığım paradan daha fazlaydı. Bu durum, 1996 yılına kadar yani üç yıl böyle devam etti.
Masör olmaya nasıl karar verdin?
Battal Ağabey kulüpten ayrılırken bu takımla ilgili bir mesleğim olması gerektiğini söylemiş, masör kursu araştırmamı tavsiye etmişti. Ben de sözünü dinledim ve 1996’da üç aylık masör kursuna başladım. Ama takımda bir masörümüz işe başladı o sıralarda. Gerçi bu benim için çok iyi oldu çünkü ondan epey şey öğrendim. O gidince de masörlüğü ben devraldım.
Sana herkes Seyhan değil de 'SeySey' diyor. İlk kim dedi?
1997-98 sezonuydu. Yepyeni bir takım kurulmuştu. Kevin Thompson da gelir gelmez bana “SeySey” diye hitap etmeye başladı. O gün bu gündür herkes bana “SeySey” diyor.
Sizin bir de basketbolcularla sinema geceleriniz varmış.
Evet, basketbolcularla sık sık sinemaya gider, birlikte film izlerdik. Aynı zamanda o yıllardan beri hâlen devam ettirdiğim film arşivim var. Basketbolcular da hep benim bekâr evime yemek yemeye, film izlemeye gelirdi. Özellikle aynı mevkide oynayan oyuncuları ikili ikili eve götürüp onları kaynaştırma yolunu kendime görev edinmiştim. Hatta akşam idmanlarından sonra Anadolu Yakası’ndaki evine gitmek zor geldiği için Mustafa Ağabey, bir süre ev arkadaşım oldu.
'Siyah Beyaz Basketbol-BJK Basketbol Takımı Tarihi' kitabını yazmaya nasıl karar verdin?
Tam beş yıl önce ağustos ayıydı. Hayatımdaki en değerli insanlardan Battal Durusel’in vefat haberiyle sarsıldım. O gece neredeyse sabahladım. Günün ilk ışığıyla birlikte kendimi Spor ve Sergi Sarayı’nın avlusuna attım. Başta Battal Ağabey olmak üzere, gözümde canlandırdım Beşiktaş’ın efsanelerini. Salona teker teker getirdim onları, pembe gökyüzünün altında ve Battal Ağabey'in çok sevdiği kuş sesleriyle. 9 Ağustos 2018 sabahında, Spor ve Sergi’nin avlusunda şöyle dedim kendi kendime: “Sen ölmeyeceksin. Seni, takım arkadaşlarını ve bu kulübe kazandırdığın basketbol kültürünü hep yaşatacağım.” O günden bugüne tam beş yıl geçti. Benim için çok zorlu süreç oldu. Birçok şeyden fedakârlık ettim. Çok sıkı bir çalışma içine girdim. Gece gündüz araştırdım, hatırladım, yazdım. Hiçbir detayı atlamamaya çalıştım. 1933 yılında başlayan Beşiktaş basketbolu tarihiyle anılarımı harmanladım. Otuz beş yıllık arşivime Beşiktaş basketbolu efsanelerinin arşivleri de eklenince ortaya doksan yıllık bir hikâye ve bu kitap ortaya çıktı.
Biraz da kitabın hazırlanma sürecinden bahsedebilir misin?
2018’in ağustos ayından beri hazırladığım bu almanağın neredeyse tamamını basketbolcularımızın desteğiyle gerçekleştirdim. Gece yarılarına kadar birçok basketbolcumuzu uykusundan ettiğim günler oldu. Geçen yıl kaybettiğimiz, BJK basketbolundan en çok forma giyen Hurşit Baytok Ağabeyimin bir gece konuşmamız sırasında “Hadi SeySey artık yarın sabah devam ederiz” demesi ise hiç unutamayacağım bir anı oldu.
Peki, okuyucular bu kitapta neler bulacak?
Basketbol severler, özellikle Beşiktaşlı basketbol severler takımın kuruluşundan günümüze her bir detayı öğrenecek. Öncelikle basketbol şubesinin kuruluş yılı 1933’ten günümüze tüm resmî maç skorları, bir maçta en çok sayı atan oyuncularımız, bütün sezonların puan durumları, teknik ekiple beraber oyuncu kadroları yer alıyor. 576 sayfalık kitabımızda bin 500’ü aşkın fotoğraf ve birçok sürpriz bölüm bulunuyor. Ayrıca 1987’den günümüze benim anılarım, sezonlarla harmanlanarak okurlarla buluşuyor.
Eski basketbolcuların bu kitaptan haberi var mıydı? Gelen tepkiler, yorumlar nasıl?
Şu ana kadar kitabımızı dağıttığım eski oyunculardan gelen tepkiler muhteşem... Herkesin ortak görüşü hiç sıkmayan eğlenceli ve sayfaları çevirdikçe merak uyandıran bir kitap olduğu yönünde. Editörüm olarak senin ve sayfa tasarımcımız Bülent Bilgin’in gecenizi gündüzüne katarak bana verdiğiniz destekle ortaya harika bir kitap çıktığını düşünüyorum. İnşallah bu çalışma diğer köklü basketbol takımlarımıza da örnek olur ve aynı çalışmayı onlar da yapar.
KİTAPTAN ANILAR...
'İsrail’de üzerimde kırmızı ışıklar'
2012-2013 sezonu: İsrail’deki Maccabi Tel Aviv maçının öncesinde yaşadıklarım ise hiç unutamayacağım anılara neden oldu. Maçtan bir gün önce gittiğimiz İsrail’deki antrenman öncesinde, bize verilen soyunma odasına çok sinirlenmiştim. Soyunma odasında, sadece on iki adet plastik sandalyeden başka hiçbir şey bulunmuyordu. Telefonumla soyunma odasının fotoğrafını çekerek, Twitter’da paylaştım ve altına “Maccabi’nin bize verdiği soyunma odası!!” yazdım.
İdmandan hemen bir saat sonra ortalık karıştı. Türkiye’den telefonlar gelmeye başladı. Herkes bize “Orada her şey yolunda mı?”, “Neler oluyor?” gibi sorular soruyordu. Konu, büyükelçiliğe kadar gitmiş olacak ki elçilikten iki kişi, bizden önce otele gelip antrenmandan dönmemizi bekliyordu. Otele dönüp akşam yemeği için restorana indiğimizde Erman Kunter, beni yanına çağırınca içime bir buz çöktü. Erman abinin ilk sözü, “Oğlum sen ne yaptın?” oldu. Karşısında kafamı kaldıramıyordum. Ama bir anda, “Abi soyunma odasına girer girmez odayı görünce çok sinirlendim. Turgut abiyle malzemeleri yerlerde dağıttık.” sözlerim, Erman abiyi biraz olsun yumuşattı. Erman abi, “Gergin bir ortam var. Bunu yapmamalıydın.” dedikten sonra ondan özür dileyerek, yemek yemeden odaya çıktım.
Asıl ilginç olaylar, sekizinci kattaki tedavi odasına girdiğimde başlayacaktı. Canım çok sıkılmıştı. İstemeden de olsa herkesi üzmüş ve telaşlandırmıştım. Hayatımın hiçbir bölümünde Beşiktaş’a bir laf bile söyletmemiş ve haksızlığa uğramasına boyun eğmemiştim. İşte bütün bunlar, tedavi odasının balkonunda takım yemekteyken aklımdan geçiyordu ki tam o sırada vücudumda beliren kırmızı lazer ışığını fark ettim. Işık, sürekli vücudumda ve yüzümde hareket hâlindeydi. Bir anda balkonda kendimi yere attım ve sürünerek içeri doğru girmeye başladım. Telefona ulaşarak, medya sorumlumuz Hasan Avcı’yı aradım. Yemeği bırakıp çabuk odaya gelmesini söyledim. Hasan Avcı, kapıyı çaldığında sürüne sürüne gidip kapıyı açtım. Hasan, beni yerde görünce kahkahalarla gülmeye başladı. Hasan’a durumu anlatınca kendisini saklayarak, balkona çıktı ve çabuk balkona gelmemi söyledi. Çok korkmuştum. Balkona gittiğimde Hasan, karşıya bakmamı söyledi. Karşıda iki çocuğun ellerinde lazerle oynadığını görünce içim rahatladı.
Yaşadığım bu olay, takımdakileri çok güldürdü. Tedaviler bittikten kısa süre sonra ise odadaki telefon çalmaya başladı. Telefondaki kişi, resepsiyondan aradığını, aşağıda ziyaretçilerim olduğunu söyleyince “İşte bu sefer bir şeyler olacak.” dedim içimden. Odadan çıktım. Asansöre binmek için tam köşeyi dönüyordum ki Can Akın’ın saklandığı yerden çıkıp beni korkutması yüreğimi ağızıma getirdi. Can Akın, beni sıkı sıkı yakalamış bırakmıyordu. Ona “Hemen beni bırak! Aşağıda beni bekliyorlarmış. Oraya gidiyorum.” deyince bir kahkaha da Can Akın’dan geldi. Ve bana en rahatlatıcı sözü söyledi o akşam: “Aşağıya inme. Arayan bendim.”
Maçtan bir gün sonraki sabah, uçakta elime gazeteyi aldığımda ise Twitter’a koyduğum soyunma odasının fotoğrafının olduğu haberi görünce işin ne kadar büyük boyutlara ulaştığını anladım.
Rusya’daki hastanede korku dolu anlar
2004-2005 sezonu: Rusya’nın Perm bölgesine gitmek için yola çıktık. Kış ortasında, Moskova aktarmalı ve fazlaca türbülanslı iki yolculuktan sonra varılan Perm şehrinde, ertesi gün buz pistinin üzerine kurulmuş basketbol sahasında başa baş mücadele ettik ama maçı kaybettik. Daha da kötüsü, maçın sonlarına doğru Ratko Varda’nın omzu çıktı. Bizi almaya korkunç eski bir model ambulans geldi. Yol bitmek bilmedi. Ambulansın ön tarafı sol şeritte, arka tarafı sağ şeritte, uzunca bir yol kat ederek vardık hastaneye. Hastane, küçük bir sağlık ocağı görüntüsündeydi. İçeri girdiğimizde ise şoku yaşadık. Korku filminden çıkma muayene odaları... Önü kan revan içinde önlüklü hasta bakıcılar ve doktorlar... Ratko, Can Köken ve ben, endişeli gözlerle birbirimize bakıp durduk. Bir an sonumuzun geldiğini düşünmedim değil. Korkunç bir odaya aldılar bizi. Ratko’nun omzuna kemerler bağlayarak, omzu Ratko’nun çığlıkları eşliğinde oturtmaya çalıştılar. Zor da olsa başardılar. Hastane çıkışı bir saat boyunca taksi bekledik otele dönmek için. Otele dönüp oyunculara ve teknik ekibe kavuştuğumuzda deliler gibi sevindiğimi hatırlıyorum.
Marcus, ormanda nasıl kayboldu?
2008-2009 sezonu: Belgrad Ormanı’nda takım koşu idmanını tamamlamış fakat bir kişi eksik dönmüştü bitiş noktasına. Yeni transferlerimiz Amerikalı oyuncu Marcus Faison yoktu bitiş noktasında ve bir türlü gelmiyordu. Uzun bir bekleyişin ardından kondisyonerimiz Aydın Demirözü, jandarmayla tekrar parkura çıkıp bağıra bağıra yol almaya başladı ve sonunda Marcus Faison’ı parkurla hiç alakası olmayan, uzak bir yerde, yolun kenarında oturmuş ağlarken buldu. Marcus Faison’ın takımın yanına geldiğinde, “Beni bir daha buraya getirmeyin.” demesi, gülüşmelerimize neden olmuştu.
Fransa metrosunda bir NBA yıldızı
2010-2011 sezonu: Üç gün sonraki Fransa deplasmanında, başımıza çok ilginç bir olay geldi. Lyon’da Asvel maçını oynayacağımız gün, yoğun kar yağışı vardı. Sabah şut idmanına, yoğun kar yağışından dolayı gidemedik. Maç saati yaklaştığında ise Asvel takımının menajeri otele gelerek, otobüsün otele gelemeyeceğini ve bizi metroyla salona götüreceğini söyleyince herkes şaşırdı ve tedirgin oldu. Otelden çıkıp yürüyerek Lyon metrosuna gidene kadar çok zorlandık. Yoğun kar yağışının yanı sıra malzeme ve sağlık çantaları, Lyon metrosunda bizi çok zorladı. Metroda bizi görenler çok şaşırdı. Özellikle Allen Iverson’ı görenler, fotoğrafını çekmek için âdeta yarıştı. Bu zorlu şartlar altında salona vardığımızda, gerçekten çok yorulmuştuk.
Serpil Kurtay Kimdir?
1978 yılında Almanya’nın Esslingen kentinde doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Bilecik’te tamamladıktan sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden 1999 yılında mezun oldu. 1995-2003 yılları arasında Evrensel Gazetesi’nde muhabir, istihbarat şefi ve haber müdürü olarak çalıştı. Ardından on altı yıl Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün dergisinde editörlük ve genel yayın yönetmenliği görevinde bulundu. Çeşitli dergilerde yazarlık, kitap editörlükleri yaptı, yayın süreçlerinde görevler aldı. Hâlen kitap editörlüğüne, Antalyaspor Kulübü’nün dergisinde ve Gazete Duvar’da da yazılarına devam ediyor.
Adana’ya gidek mi? Şalvarından giyek mi? Kebabından yiyek mi? 15 Mayıs 2024
Tencerem var, tavam var, Antepliyim havam var 17 Nisan 2024
Balığın esir düştüğü yer: Balıkesir 03 Nisan 2024
Ne Diyarbakır anladı beni ne de sen, ne çok sevdim ikinizi de bilsen 20 Mart 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI