YAZARLAR

Boğaziçi direnişi ve hukuksuzluğun dibi

Öğrenciler demokrasinin bir gereği olarak seçim haklarına sahip çıkmak istiyorlar. Eğitimli kesimin “Elit bunlar, terörist bunlar, lezbiyen mezbiyen bunlar” diyerek şeytanlaştırıldığına günlerdir şahidiz. Her yerde, LGBTİ+ hakları insan haklarıdır, LGBTİ+'lar vardır, deyip duruyoruz. Avukatlar olarak, adliyelerde saf tutuyoruz. Yaşananlar akıl kârı değil.

Boğaziçi Üniversitesi’nin demokratik direnişi, Melih Bulu’nun üniversiteye rektör atandığı 02.01.2021 tarihinden beri devam ediyor ve bundan sonra da devam edeceğe benziyor. Boğaziçi tüm bileşenleriyle ve gücüyle direndikçe, devlet elindeki tüm vasıtaları en orantısız ve haksız şekilde direnişi kırmak için kullanıyor.

Geçtiğimiz haftanın başında, Boğaziçi Üniversitesi’nde tutuklanan 2 öğrenciyle birlikte şu ana kadar yanılmıyorsak 10 kişi tutuklandı, 24 kişiye adli kontrol tedbiri olarak ev hapsi verildi. Ülkede zaten adalete zerre güven kalmamıştı ve toplumsal her direniş büyük bir hukuksuzlukla cezalandırılmaktaydı. Gelin görün ki, öğrenci ve direnişe dahil olan diğer gözaltına alınanların en başından en sonuna kadar maruz bırakıldıklarının hukukla uzaktan yakından ilgisi yok. Bu esnada, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere siyasi iktidar direnişe katılan herkesi kriminalize etmeye tüm hızıyla devam ediyor. Onlara göre, direnişe katılan ve onları savunan herkes terörist, vatan haini. Bu tespiti artık hepimiz biliyoruz; duymaktan da tersini söylemekten de bıktık.

Öğrenciler yalnızca kendi seçtikleri kişiler tarafından yönetilmek istiyor. Tıpkı, Anayasa gereği ülkede de olduğu gibi. Siyasi iktidarın demokrasiye karşı tutumu icraatlarıyla sabit. İş seçime kaldığında her alanda iktidar olamayacağından çok korkuyor. Haliyle, seçim denen şeyi, hem devletin hem de diğer kurumların tüm kademelerinde ortadan kaldırmak istiyor. Sanıyor ki, kendi atadığı insanlar tüm kurumların başına geçtiğinde herkes onlar gibi düşünecek, her alanda iktidar olacaklar. Zorbalıkla gelen iktidar, yıkılmaya mahkum, insan ve toplum onuruna aykırı bir iktidardır.

Öğrenciler de demokrasinin bir gereği olarak seçim haklarına sahip çıkmak istiyorlar. Eğitimli kesimin “Elit bunlar, terörist bunlar, lezbiyen mezbiyen bunlar” diyerek şeytanlaştırıldığına günlerdir şahidiz. Her yerde, LGBTİ+ hakları insan haklarıdır, LGBTİ+'lar vardır, deyip duruyoruz. Avukatlar olarak, adliyelerde saf tutuyoruz. Yaşananlar akıl kârı değil. Öğrenciler, orantısız kuvvet kullanılarak, yasalara aykırı şekilde gözaltına alınıyor, yasaya aykırı şekilde gözaltı süreleri uzatılıyor. Bu esnada, nezarethanelerde yer kalmamış olduğundan, oradan oraya sürüklenip, saatlerce araçlarda bekletiliyorlar. Ters kelepçe uygulanıyor. Kimi zaman su bile verilmiyor. Bir araçta gözümüzün önünde, ters kelepçeli şekilde saatlerce araçta bekletilen arkadaşlardan birinin, panikten ne yapacağını bilemeyip, maskesini bir şekilde aşağı çekerek ve camı buğulandırarak burnuyla (üstelik de anlayabilelim diye tersten) “ambulans” yazdığını, perdelerin çekildiğini ve müdahale edilmediğini belirttik diye günlerce troller tarafından linç edildik, yandaş paçavralara haberlerimiz yapıldı. Oysa, tüm bu kötü muamele avukatların ve vekillerin imzasıyla tutanak altındaydı. Kötü muameleyi açık ettiğinizde de teröristsiniz mesela. Sonradan o arkadaşımızın sorgusuna girdim sulh ceza hakimliğinde. Meğer, 63 yaşında kalp hastalığı olan bir abimiz rahatsızlanmış ve evet devamında da müdahale edilmemiş.

Polisler gözaltı sonrası, gözaltıları nereye götürdüklerini dahi söylemiyorlar. Enerjinizin yarısını hangi hastaneye veya emniyete götürüldüklerini bulmak için harcıyorsunuz zaten. Sağlık kontrolünde muayene odasına, polisler de giriyor. Vücuttaki darp izleri vs. raporlara geçirilmiyor, 1-2 dakika odada tutulup çıkarılıyor, İstanbul Protokolü ihlal ediliyor, tıpkı yasalar gibi ceza hukukunun ilkeleri de ezilip geçiliyor. Sulh ceza hakimliğinde duruşma salonuna da polisler giriyor. Polisler her yerde. Polisleri dışarı çıkarmak ve yasaya uygun davranılmasını sağlamak için devasa bir çaba ve enerji harcamak gerekiyor. Buna rağmen ancak bir kısmı başarılabiliyor.

Kötü muamele ve insan onuruna aykırı davranış her an her yerde. Örneğin, öğrencilerden biri 24'üncü saatte sağlık kontrolüne getirildiğinde ağlıyordu. Nedenini sordum. “Buraya getirilirken polis aracında, en yüksek seste ve defalarca korkunç bir şarkı dinlettiler bize” dedi. “Çevik kuvvet şarkısı” olarak biliniyor. Sözleri suç teşkil eden berbat ve barbar bir şarkı. Psikolojik şiddet, yani işkence. Normalde, bir hukuk devletinde o polislerin cezalandırılması gerekiyor. Öğrencilerden biri yanıma yaklaşıp “Biz bunlarla mı döneceğiz?” diye sorunca dayanamadım açıkçası; “Öğrencilere berbat şarkılarınızı dinletmekten vazgeçin, bu nasıl bir zevk alma anlayışı?” deyiverdim. Karşılığında sadece sırıttılar. Geldiğimiz nokta işte bu kadar çirkin. Ülkenin en parlak gençlerine kıskançlıkla ve hırsla işkence eden polislerimiz var bizim. Oysa aralarında, gerçekten vicdanlı olanları, yalnızca işini doğru yapmak isteyenleri de var biliyoruz. Onların arada kalmışlığı da ayrı bir üzücü vaka.

Gözaltındaki vegan bir arkadaşa ulaştırmak istediğimiz vegan sandviçin içeri sokulmadığına şahit olduk hepimiz. Sandviçle, terörist olarak gördükleri gençler üzerinde tahakküm kurmaya çalışacak kadar aşağıya çektiler kendilerini. Arkadaşın elinden sandviçi çekip aldıklarında, “Buna yalnızca gülünür” deyip çıktık oradan, ortalık daha da gerilmesin diye. Ama bakmayın siz, içimiz kan ağlıyor. Yalnızca aç bırakılan ve daha sonra haksız yere tutuklanan Şilan için değil yalnızca, bu ülke için de. Tüm bunlara şahit olurken bir yandan “Nasıl bu hale geldik?” diye sayıklayıp durduğuma şahit oldum. Ülkenin el üstünde tutulması gereken gençlerinin, bu ülkenin geleceği olan gençlerin, nasıl ‘terörist’ diye yaftalandığını aklım/aklımız almıyor. Anlamaya çalışmıyoruz da çünkü saçma. Fakat hâlâ yaftalayanları destekleyenler olduğunu görmek çok can yakıcı. Oysa A’dan Z’ye herkesin yüz çevirmesi lazım bu kişilerden.

Yargılama kısmı zaten fecaat. 2911 Sayılı Yasa’nın 32/1. Maddesi yani ihtara ve zor kullanmaya rağmen dağılmamaktan tutuklamaya sevk edildi bu insanlar. Bu suçlamadan 2 kişi tutuklandı. İnanılır gibi değil. Bu suçlamadan tutuklama olmaz, olamaz, mümkün değil. Benim avukatlık hayatımda şahit olmadığım ve demokratik bir hukuk devletinde de katiyen şahit olamayacağınız bir şey. Yanında muhakkak başka bir suç olur en azından. Ve 24 kişiye ev hapsi… Ev hapsi, tutuklamayla neredeyse aynı sonuçları doğuran bir adli kontrol tedbiri. Bu insanların okulu, işi var. Aralarında doktorlar, öğretmenler var. İşlerinden kovulmaları demek bu. Düşünsenize, yalnızca demokratik ve anayasal temel haklarını kullandıkları için işlerinden kovulmalarına sebebiyet veriyorsunuz. Hem maddi hem manevi tazminat hakları var şu durumda. Tabii “normal” bir ülkede. Zaten, normal bir ülke olsak bunların hiçbiri yaşanmaz. Şunu da söylemek lazım -gerçi kolayca tahmin edileceği üzere- çok nadir verilen bu ev hapsi tedbirinin bu derece çok verilmesinin sebebi, “bu direniş yatışana kadar bir yere çıkmayın”la ilgili. İnsanları hukuka aykırı şekilde ve hatta suç işlemek suretiyle, kamusal alandan soyutlayarak, kendi iktidarlarının bekasını sağlamaya çalışıyorlar. Bu karara ortak olan herkes, yasalar nezdinde suçludur.

Hakimler yönlendirici sorular sordular sürekli, örneğin. Ve bizle avukat olarak sürekli müdahale etmek durumunda kaldık. Bize de 'terörist avukat' muamelesi yapıldı. Bu arkadaşları savunduğumuz için neredeyse suçlandık. Baştan sona haksız ve hukuka aykırı kararlara tepki gösteren avukatlar için “süpür” emri verildi. Avukatlar adliyede, kendi evlerinde, darp edildi.

Son olarak (her saniye yeni bir hukuksuzluk olduğu için “son olarak” demeye çekiniyorum, bu yazı yayına girene kadar kim bilir neler olacak), Beyza’yı hukukun hiçbir yerine uymayan-oturmayan deli saçması bir gerekçeyle tutukladılar. Mail adresleri ile hesabın mail adresinin başındaki sonundaki 1-2 harfinin uyuşmasıyla veya telefon numarası ile hesabın telefon numarasının 1-2 rakamının uyuşmasıyla insan tutukluyorlar. Bilhassa, cumhurbaşkanına hakaret suçlarında bu varsayımlarla insanlara ceza veriyorlar. Varsayımla insanları tutuklayamazsınız, cezalandıramazsınız; çünkü şüpheden sanık yararlanır. Bu yeni sosyal medya yasasında geçen, sosyal medya sitelerinin Türkiye’de temsilcilik açmasını biraz da bu yüzden istiyorlar. Zira, örneğin Twitter'ın genel merkezi Türkiye’ye kimlik tespiti vermiyor. Burada temsilcilik açarsa, akıllarınca alabilecekler. Twitter, Trump’ın hesabını askıya almış, sizin dayatmanızı mı takacaklar? Son 1 haftada hem söylemleriyle kesintisiz olarak kin ve nefrete tahrik suçu işleyen Devlet Bahçeli’nin hem de Süleyman Soylu’nun tweetlerini kaldırmaya başladılar, niçin bilgi versinler ki sürekli insan hakları ihlali yapan siyasi iktidara? Ayrıca, Türkiye’ye ihtiyaçları mı var?

Direniş halen devam ediyor. Gözaltılar, tutuklamalar ve ev hapsi uygulamaları da devam ediyor. Siyasi iktidar da Boğaziçi Üniversitesi bileşenleri ve onları destekleyenler de geri adım atmayacağa benziyor. Siyasi iktidar, baskıyı artırdıkça kendini aşağı çekiyor. Bu zulüm elbet bir gün bitecek. Üstelik seçimle bitecek. Bu, artık bir umut olmaktan çıktı. Örneğin, direnişin simgelerinden biri haline gelen Şeyma öğrenmek isteyene çok şey öğretti; inanmakla insan haklarını savunmanın ayrı şeyler olduğunu öyle güzel gösterdi ki… Bizim de, hepimizin, demokrasiye, özgürlüğe, eşitliğe inanan herkesin, Şeyma gibi, dimdik ve kararlı, haklarını savunmaya devam etmesi gerekiyor. İşte o zaman her şey çok güzel olacak.


Tuba Torun Kimdir?

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. İstanbul Barosu’na bağlı olarak serbest avukatlık yapmaktadır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve Kadın Meclisleri avukatı ve Kadın Adayları Destekleme Derneği yönetim kurulu üyesidir. ‘Bayan Değil Kadın’ programını hazırlayıp sunmaktadır. Aktif olarak siyasi faaliyetlerine devam etmektedir.