Boğaziçi, İslâmcılığın geleceği, İslâm ve demokrasi
Geldiğimiz yol ayrımında aslında utangaç biçimde konuşmaya çalıştığımız mesele siyasal İslâm’ın veya İslamcılığın geleceği, miyadını doldurup doldurmadığı, zombileşip zombileşmediği. Hristiyanlığın devlet yönetimiyle ilişkisini yüzyıllar içinde ve önce düzenlemiş Batı’nın aksine biz, şimdi ve burada, anayasamızda “laik cumhuriyet” yazsa da, İslâm ve demokrasinin nasıl bir rejim içinde birlikte var olabileceğini, var olup olamayacağını en yakıcı biçimde deneyimliyoruz.
Sabrınıza sığınarak kişisel bir giriş yapacağım. Üniversiteyi bitirmekte olduğum ve becerebilirsem akademisyenliği de, haklarını ne yapsam ödeyemeyeceğim değerli hocalarımın cesaretlendirmeleriyle, ciddi bir gelecek seçeneği olarak değerlendirdiğim dönemde (1992), “siyaset antropolojisi” gibi havalı isme sahip bir dala odaklanmayı düşünmüştüm. Kafamda yanıt aradığım temel soru özetle: “Böyle başa böyle tarak mı, yoksa tarak bu biçim olduğu için mi saç böyle çıkıyor?” idi. Halen, siyasetin hayatlarımızın her anını kapsadığını, her eylem ve her sözümüzün, öyle açıklamasak da, hatta aksini iddia etsek bile, kendiliğinden siyasal olduğuna kaniyim. Dilerseniz gelin, birlikte ne anlatmaya çalıştığımı kimi güncel örnekler üzerinden karşılaştırmalar yapmaya çabalayarak konuşalım.
Geçenlerde çalışkan Gazete Duvar muhabiri Hacı Bişkin’in yazısından Tarım Bakanlığı’nca kanserojen olabilme sakıncaları gözardı edilerek GDO’lu tavuk yemine onay çıktığını öğrendik. Şunu soralım: Tavuk yemi GDO’lu değil de, içinde domuz ürünü karışık olsaydı aynı onay çıkar mıydı? Çıkmazdı. Çünkü bilim bir yana bırakılabilir ama “hassasiyetlerimiz” bırakılamaz. Aynı doğrultuda, tavuk yemi “helâl” olmadığı için ilgili makamlardan onay alamasa, o olumsuz karar laik olduğunu iddia eden ana muhalefetten de kuvvetle muhtemelen destek alacaktı. Almayacak mıydı?
Fransa, İslâm dini ile (laik olma ve anayasamıza uyma iddiası taşıdığım için Dışişleri Bakanlığı’mız gibi “dinimiz” demedim dikkat ederseniz) ilgili bazı yönetsel girişimlerde bulunuyor. Buna gösterilen tepki “İslamofobi” ve kabaca, herhangi bir dini reforme etme işinin yine herhangi bir devlete ait bir iş yahut o devletin haddi olamayacağı. Oysa İslamofobi denli homofobi de bir fobiyse (ki öyle) ve fobiler demokrasilerde kaçınılması gereken kötülüklerse (ki öyleler), hele hele İçişleri Bakanı’nın çıkıp cumhuriyetimizin LGBTI-Q yurttaşlarını “sapkınlar” diyerek ayrıştırmaması da gerekmez mi? Ya yine anamuhalefetin ilk tepkisi hangi merkezdeydi?
Keza Fransa’dan devam edersek o ülkede “blasphème” yani hakaret/dine hakaret suç değil. Aydınlanma Çağı ile başlayan tartışma önce 1789 devrimiyle ve ardından 1881 (düşünürsek Atatürk’ün doğduğu yıl) yılında çıkan yasayla kesin bir biçimde çözülüyor. Laiklik sözkonusu olduğunda, yasaların uygulanmasından öte bir ölçüt olamamalı. Yasalarla birlikte kültürün, gelenek ve göreneklerin etkisini de Murat Sevinç hocamız defalarca yazılarında açıkladı. Onun verdiği ve benim benimsediğim örneği anımsarsak, Britanya’da kilisenin de başı olan hükümdar hiç bir zaman çıkıp kamuoyuna “size şimdi kutsal İncil’den bir pasaj yahut bir ilâhi okuyayım” demiyor. Yasak olduğu için değil demokrasi olduğu için.
Geldiğimiz yol ayrımında aslında utangaç biçimde konuşmaya çalıştığımız mesele siyasal İslâm’ın veya İslamcılığın geleceği, miyadını doldurup doldurmadığı, zombileşip zombileşmediği. Hristiyanlığın devlet yönetimiyle ilişkisini yüzyıllar içinde ve önce düzenlemiş Batı’nın aksine biz, şimdi ve burada, anayasamızda “laik cumhuriyet” yazsa da, İslâm ve demokrasinin nasıl bir rejim içinde birlikte var olabileceğini, var olup olamayacağını en yakıcı biçimde deneyimliyoruz. CHP de, üst yönetiminde pek çok donanımlı akademisyen barındırsa da çelişkili biçimde, bu ateşe “kültür” ve “oy kaygısı” başlıkları altında odun taşımakta, benzin dökmekte hiç bir kaygı taşımadığı izlenimi veriyor.
Oysa ancak üzerinde durduğumuz zemin, yani “rejim” mi demeli bilemiyorum, sağlam yani gerçekten demokratik olursa; bu konuda bir toplumsal uzlaşmaya varabilmiş, bu konuyu geride bırakmış olursak anlamlı bir siyasal mücadeleye, bir siyasal tartışmaya girişebiliriz. Tersten söylersek, bugün, şu anda, burada biricik anlamlı siyasal mücadele de demokrasiyi yerleştirmek, kurmak mücadelesidir. CHP, İYİP ve onların ardından gelen Saadet, Deva ve Gelecek’in bu gerçeğin bilincinde olmadıkları açık. Yasalın karşısına kutsal konulamaz. Siyaset konuşulurken dinsel hassasiyetler konu dahi edilemez. Bunlar radikal çıkışlar değil, konunun abecesi. 2021 yılında bunları konuşmak dahi abes. Yine birkaç güncel örnekle devam edeyim izin verirseniz.
Her karşılarında mikrofon, masalarında klavye bulduklarında “kutsallarımız…” diye söze girmeyi usul ittihaz etmiş sözcü dörtlüsü Kalın-Altun-Çelik-Ünal’dan söz etmeyeceğim. Onların başat görevi zaten söylemi zehirlemek, mayınlamak. Bunu marifet sanıyorlar. Ancak görevi söylem değil eylem olan ve cumhuriyetin yurttaşları olarak hepimizin güvenliğinden sorumlu Soylu’nun bir üniversiteye dönüp, öğretim üyelerini bir bütün halinde karşısına alarak “sizlerden beklediğimiz…” yollu bir çıkış yapabilme cüretini göstermesi çok daha vahim. Vahim, çünkü bunu diyebilen İçişleri Bakanı’na “ya beklentilerine uymazsak?” sorusunun yönetilmesini gerekli ve zorunlu kılıyor. Üstelik hükümetin herhangi bir bakanının ya da başının bir üniversiteye bu siyaset dışına itme çıkışını yapabildiği yerde ne üniversitenin ne demokrasinin varlığından söz edilebilir. Üniversiteyi yüksekokul, ülkeyi garnizon sanmanın doğal sonucudur bu tutum.
Gelelim CHP’ye. Faik Öztrak da CHP’nin sözcüsü. Yani onun ağzından çıkan, “şahsını” değil partiyi bağlıyor. Partinin belirli bir konudaki tutumunu bizlerle yani kamuoyuyla paylaşıyor. Demek ki hem yeri geldiğinde hazırcevap, deyim yerindeyse “gelişine çakacak” konumda, hem genel başkan ve yetkili kurullarla istişare edip, düşünüp tartarak, kılı kırk yararak konuştuğunu varsayıyoruz. Öztrak, Boğaziçi rezaleti konusunda önce şu yukarıda zikrettiğim “hassasiyetlerden” söz edecek oldu. Sonra, (örnekse benim görebildiğim Özgür Özel gibi) sair “parti tenorlarının” başka perdeden (bana göre doğru yerden) tepkileri üzerine, çizgi değiştirdi. Buna karşılık Öztrak, durumu toparlamaya çabalarken “ancak” demeyi uygun gördü ve yine iktidarın mayınladığı “hassasiyetler ve provokasyon” alanına girdi.
İşte Ankara’da göreve başlayan yabancı diplomatlara biz yerli muhataplarının “ama’dan sonra ne söylediğine dikkat etmelerinin” tembihlendiği yönünde bir rivayet vardır. Öztrak’ın da söylediklerini bir yana bırakıp, o ancak’tan sonra ne dediğine bakarsanız, “tut kelin perçeminden” der kalakalırsınız. Öte yandan, nasıl söylediği de ayrı vahamet konusu. Çocukla bile artık böyle konuşulmuyor. Muhalefet seçmenleri herhalde gün be gün reisin kendi ağzından azarlanmaktan, olimpiyen kibir dağları üzerine tünemiş iktidar sözcülerinin öfkeden kasılmış çehreleriyle yaptıkları aşağılayıcı, ayrıştırıcı açıklamalardan doygun. Adeta yukarıdan aşağıya bakarak, ayar verir üslup ve içerikte konuşmak CHP sözcüsüne en azından yakışmıyor.
Yarın, öbür gün başkanlık seçimi aday gösterilmesi olasılığı en güçlü isimlerden İBB Başkanı İmamoğlu da ortada yani Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde görülmemesi bir yana, geç ve yasak savar içerikte bir açıklamayı adeta lûtfen ve geç bir vakitte sosyal medyadan paylaştı. İmamoğlu ayrıca, “benim gündemim farklı” dercesine itfaiyeye eleman alımı bağlamında “liyakat zinciri” vurgulu bir açıklama daha yaptı. Diğer deyişle konu katılım, laiklik, temsil, yerinden yönetim, hukuk devletini geçtim, kayyum Bulu bile değil, Boğaziçi özelinde dışarı vurulan hak ve özgürlüklerin boğuntuya getirilmesi hiç değil, yalnızca liyakat! Nasıl ki Genel Başkan Kılıçdaroğlu’ndan “mutfakta yangın var” dışında zinhar bir gocunma belirtisi gelmiyorsa, demokrasi ittifakının umudu İBB Başkanı İmamoğlu da aynı yerde.
Üstelik İmamoğlu’nun bir de “yetkililerle temas halinde olma” vurgusu var ki, insanın aklı duruyor. Yani eski deyişle silsile-i meratip içinde kalarak İmamoğlu, “ben belediyeyim, belediye olarak İçişleri Bakanı’na bakarım” demeye getiriyor. Neden? Sorarsanız “kutuplaşma ve iş görememeye bahane aramıyoruz da ondan” yanıtını alırsınız. Affedersiniz ayıp kaçacak belki ama sözkonusu tutumun bana sorarsanız yüzünüze tükürüldüğünde “Rabbim ne de güzel rahmet yağdırıyor elhamdülillah” demekten hiç bir farkı yok. Sorunun kaynağı, sorunu yaratanın kendi nasıl aynı zamanda çözüm kapısı olarak muhatap alınabilir, benim yarım aklım bunu almıyor. Böyle yapınca, bürokrasiyle siyaset birbirine karışıyor, o “kutsallarımız” zincirine esasen bir kamuya hizmet aygıtından ibaret olan “devlet” de başköşeden ekleniyor.
Özcesi, gideceği yeri bilmeyen yelkenliye hiç bir yelden hayır gelmeyeceğini belirten Hint atasözü gibi bastığı zemini dert etmeyen muhalefetten de ülkemize hayır geleceğini sanmıyorum. Son varsayımsal örnek: Derdim konuyu kişiselleştirmek, isimler üzerinden bir polemiğe girmek hiç değil. Velev ki ismi başkanlık yarışı için CHP-İYİP adayları arasında sayılanlardan “X” yarın başkan olsun. Ekonomi, eğitim hatta adalet, bunlar tamam diyelim. İçişlerini de, takdim edip İYİP’e, geçtiniz. Geldiniz dışişleri ve ulusal savunma konularına. Hariciye de görece kolay, kerli ferli diplomatlardan bir sunum dinleyip, dil bilen, oturmasını kalkmasını bilen birine orayı da emanet ettiniz. Savunma deyince ne yapacaksınız? Genelkurmay’dan brifing alıp, “haa, bak ben bunları bilmiyordum paşam” deyip, aynen devam mı? Ya Kürt meselesi? Tebessümle, “şimdi fazla da şey etmemek gerek” diyerek günü kurtarabileceğinizi mi sanıyorsunuz?
Bu yazdıklarım ne özgün, ne radikal. Benim gibi kıytırık kalemşörleri bir yana bırakınız, günümüzün demokratik ülkelerinin külliyatları nice düşünürlerin bu konularda yazdıkları tuğla gibi kitaplarla dolu. “Burası Norveç değil kardeşim” kafasıyla mı yaklaşacaksınız? Başkanlık seçiminden önce, ilk işaret fişeğini bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın attığı üzere, önümüze anayasa referandumu sandığı gelecekse, oradaki evet-hayır’ın, “tamam mı-devam mı” anlamına geleceğini idrak edebilip, bizlere, kamuoyuna anlatabilecek misiniz? Sonuç olarak, “Boğaziçi” bunların tamamına dokunuyor, ayırdında mısınız? Hegemonyaya karşı muhatap ve taraf olmak niyetiniz var mı? Kültürü, habitusu dönüştürmekten, dönüşümden, cumhuriyetimizi güncellemekten, gerçek demokrasiden yana mısınız?
Yazımı tamamlarken, Kadıköy Kaymakamlığı’nın yasak kararı açıklandı. AKP’ye kongre serbest, halka açık hava toplantısı yasak. CHP’nin “bu nasıl iş” deyip, daha güçlü motivasyonla, en tepesinden en aşağısına, İBB’den ilçe belediyelerine, milletvekillerinden il ve ilçe örgütlerine dek rıhtımda olacağını umarım. Umarım da doğrusunu isterseniz hiç umudum yok. Dilerim bu yazı Çarşamba günü yayımlandığında yanıldığım tescillenmiş olsun.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI