Boğaziçi ülkemizin geleceği -ya Erdoğan, Meral, Kemal ve diğerleri?
Son sözü Boğaziçili öğrenciler söyledi: Hepinize, hepimize, iktidar ve muhalefet el ele, haydin “güle güle” dediler. Ama şöyle yürekten, şöyle kocaman, şöyle ağız dolusu bir GÜLE GÜLE! Uğurlar ola Erdoğan, uğurlar ola Meral, Kemal ve diğerleri.
Ülkemizin geleceğine dair aldığı kadar şeamet tellallığı içeren aşağıdaki yazının çatısını, Cumartesi sabahı uykum kaçanda henüz kargalar kahvaltılarını etmeden çatır idim. Sonra geri yatıb, daha kalkanda baktım her yeri koyu bir sis basıb. O ara Boğaziçi Dayanışması’nın Cumhurbaşkanına Açık Mektubunu okudum. Sonra döndüm bir daha okudum. Mektubu ana akım muhalefet liderleri, İstanbul ve Ankara belediye başkanları ve hepsinin siyasal iletişim danışmanlarının da okumuş olmalarını dilerim. En dar açıdan bakışla, oyu istenecek 2000’li seçmen kimmiş, bilvesile müşerref olmuş olurlar.
Peşrev bitti, sadede gelelim inceden. Hem öğleden sonra güneş de açtı. Erdoğan bu ülkenin, bizim ülkemizin parlak geleceğini mi temsil ediyor? Yahut, doğrudan soralım, ülkemizin geleceği parlak mı? Herhalde önceden yazılmış, ne olursa olsun kaçınılmaz biçimde, düşüp kalkarak da olsa, inişlerden çıkışlardan da geçilse, mutlaka ulaşacağımız bir gelecek yok. Zamanında Çetin Altan’ın yazılarında anımsattığı gibi, ülkemizde ancak dedemizin adını bilecek kadar geçmiş bilincine ve torunumuzu görecek kadar ömre sahibiz, ortalama.
Diğer deyişle yaşımıza (ve sağlığımıza, talihimize vs.) göre kişi olarak geleceğimiz aşağı yukarı belli. Normal hava ve yol koşullarında benim için “gelecek” kabaca bir çeyrek yüzyıl daha demek. Bir dairenin formülü olduğuna göre, 75 yılda bir gördüğümüz Halley kuyrukluyıldızının da yörüngesini kesinlikle biliyoruz. Yaptığımız, baktığımız dar açıdan kestirme. Yine birey olarak Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarıyız. Buralıyız ve buradayız. Yurttaşlar topluluğu olarak cumhuriyetimiz için bir yaldızlı alınyazısı (“manifest destiny”) varlığından söz edebilir miyiz?
Varsayımım doğruysa Erdoğan ülkemizin geleceğini simgelemiyor. Pekiyi, Meral Akşener ve Kemal Kılıçdaroğlu ne denli geleceğimizi temsil ediyor? Buna karşılık Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri bizim geleceğimiz. Benim 2008 doğumlu kızımın yüzüne baktığım zaman Boğaziçili öğrencileri unutmam, onlar için kaygılanmamam olası değil. Her fırsatta siyasetten kendi için bir beklentisi olmadığını vurgulayagelen Kılıçdaroğlu 1948, Akşener 1956 ve Osman Kavala 1957 doğumlu. Sizce, aralarından hangisi buradan, içinde bulunduğumuz şimdiden geleceğe kurulacak ortak bir köprünün yapıtaşlarını koymak için daha çok ve etkin emek harcamış?
Kavala, üç yıldan fazla süredir siyasal rehine. Ülkemizin, önceki dönemden Ortadoğu uzmanı yazarı Cengiz Çandar’ı tam bilgelik döneminde zorunlu sürgüne göndermeyi becerdik. Yetmedi, ardından gelen dönemden yine aynı alanın seçkin uzmanı Fehim Taştekin’i de sürdük. Tüm bunları tam da Ortadoğu konusunda bilgiye ve yoruma en fazla gereksinim duyduğumuz dönemde yaptık. Bitmedi, şimdi sevgili Fehim’i sürgünde kendi için değil çocuklarının geleceği için içi titrer duruma soktuk. İftihar etmeliyiz başarımızla.
Hangi birine yanalım? Kendimize mi yanalım yoksa? Erdoğan’ın derme-çatma, gecekondu diyeceğim “sultanizm” düzeni onun ardından devam edecek; diyelim yerine Soylu, “I. Süleyman” olarak taç giyecek öyle mi? Gırtlağımıza çökmüş haramiler, din diyecek, millet diyecek, çoğunluk da “hüloğ” diyecek, bu karadüzen de ilelebet sürüp gidecek öyle mi? Sahi mi? Neden? Çünkü toplumun ortalaması buymuş, çünkü çoğunluğun dayatması buymuş. Öyle mi acaba? “Vasatın tasallutu” diyoruz da yirmi yıllık iktidarın icraatına bakıp, dönüp sürekli o aynı ortaya top şişiren ve ileri gittiğini sanan muhalefete bakınca da vasata amadelikten, vasata medyunluktan öncülük, kılavuzluk, vizyon mu umuyoruz?
Milenyum “çocukları”, yani 2000’li yıllarda doğanlar artık oy kullanıyor. Bu genç seçmen, dönüp uydurulmuş bir şanlı mazi anlatısına bakacak, sonra dönüp kapkaranlık, beklentilerinin hiçbirinin karşılanmasına olanak bulunmayan bir ati görecek önünde. Sonra, tam da tepemizdekilerin istedikleri gibi “başını eğip” önüne konan oy pusulasına bakacak ve Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Akşener gibi isimlerin arasından o geleceği aydınlatacak bir yol göstericiye mührü basacak. Aklınız alıyor mu? Benim almıyor. Doğrusu, ben o gençlerin “sen de sıktın be vır vır…” diyerek kendi kıçıma da basacakları güçlü tekmeyi bekliyorum umutla.
Neden olmayacağını yirmi yıllık memuriyetimden de biliyorum. Şu ünlü Sezen Aksu şarkısındaki gibi: “Senin için harcanan zamana yazık/Sen en güzel duyguların katilisin”. Yirmili yaşlarındasınızdır. Işıltınız dişlilerin arasında henüz matlaşmamıştır. Ne deseniz, ne etseniz o karşınızda kendince güngörmüş, beşuş çehreyi görürsünüz. Keramet ararsınız amirde, öğrenmek, gelişmek istersiniz. Sonuçta eğilirsiniz, bükülürsünüz, örselenirsiniz kırılmamak için. Erdem addedilir bu. Çürürsünüz, kurursunuz içten içe nihayet.
İşte ana akım muhalefet o gerçek demokrasi potansiyelini böyle heder eder. Devlet der, dönüşüm demez. “İcat çıkarma” der, “şimdi fazla şey etme” der, “o işleri bırak da” der. Sık kullandığımız bu “potansiyel” sözcüğü henüz etkin olmayan güç demek. Yani mermiyi fırlatan barut. Barutun ateşlenmesi, merminin de namluya sürülmesi gerekiyor bu gücün açığa çıkması için. Yoksa bir çuval barutun var ambarda, ne gam. Hani potansiyel vaat eden oyuncu gibi. Düşünün Zlatan İbrahimoviç 1981, Batuhan Karadeniz 1991 doğumlu. İkisi de halen aktif oyuncu. Açığa çıkmayan potansiyel, cumhuriyetin tarihi.
II. İnönü Zaferi’nin ardından Atatürk İnönü’ye hani şu metni çok iyi bilinen telgrafı çekiyor: “Siz orada (…) milletin makûs (uğursuz) talihini de yendiniz.” Devam ediyor: “Üstünde durduğunuz tepenin (…) milletimiz (…) için yükseliş parıltılarıyla dolu bir geleceğin ufkuna da baktığını (…) söylemek isterim.” Belki gerçekten böyle düşünüyordu. Belki cepheden cepheye biriktirdiği savaş deneyimine dayanarak emrindeki komutanın direncini yükseltmek istiyordu. Kim bilir. Zira o sırada “Bozüyük yanıyor”, şaka değil, düşünün durum ne denli ciddi.
Sonra? Sonra ne olmuş, hikâyenin devamını hepimiz biliyoruz Atatürk siroz olup, ölmüş. Önünde duran, gördüğü gerçek beklentilerine, tasarımına uymadığı için onulmaz bir yeise kapıldığından ötürü mü acaba? Belki. Yaş meselesine dönersek Atatürk öldüğünde 57 yaşında. Daha önce de yazmıştım, günahı sevabıyla eleştirilebilir ve eleştirilmelidir de kuşkusuz ama bir vizyon, bir tasarım, bir düşünce olduğu yadsınamaz Atatürk’te. Genç mi o anlamda genç yani. Ama ortalama mı? Herhalde değil. Ortalama kaygısıyla mı davranmış? O da, herhalde değil.
O yüz yıldır açığa çıkamayan “potansiyel”, “barut” analojisini sürdürürsek, ambarda ıslanıp öylece durup duracak mı? Başka türlü düşünelim Tito, Atatürk’ten ancak on yaş genç, 1892 doğumlu ama 1980’de öldüğünde 88 yaşında. Yugoslavya’nın “potansiyeli” neydi, açığa çıktı mı, nasıl çıktı? Tanrı korusun. Ya İstanbul gibi “emperyal başkent” görünümündeki haşmetli Viyana? Caddelerinde, parklarında yürürken dönüp Avusturya’ya bakınca “bu kocaman, taçlı başın gövdesi nerede?” duygusu yaratır insanda. Şaşalı bir geçmiş, görünmeyen bir potansiyel ile aynı şey değil sanırım.
Yeniden bugüne geri gelelim. Ruşen Çakır ve Kemal Can çok güzel anlattılar, iktidarın lideri, bakanları, sözcüleri eliyle demokrasi, vesayet, faşizm gibi kavramları nasıl çarpıttığını. İçi boşaltılmış, iğdiş edilmiş söyleme Batı dillerinde “travestileştirilmiş” deniyor. Tam da bunun için irili ufaklı muhalefetin, hemen, henüz “istikşafi görüşmeler” tezgâhı kurulmadan “yeni anayasaya değil, bu ortamda yeni anayasa yapmaya hayır” demesi zorunlu. Der mi? Sicile bakınca, bilemezsin ki.
Bugünden devam. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan üniversitenin karşısında. Pekiyi Kılıçdaroğlu, Akşener, diğer ana akım muhalefet liderleri neyin yanında? O da belli değil. Üniversite demek gelecek demek. Üniversite demek işte o muhteşem potansiyeli açığa çıkaracak aracı kurum demek. Üniversite demek özgür düşüncenin de, ifade özgürlüğünün de fideliği demek. Üniversite aile değil. Üniversite, “talim terbiye” hiç değil. Meslek okulu da değil. “Eğitim bölüğü” de değil. Medrese de.
Her neyse söylenecek ne varsa söylendi, söyledik durduk. Son sözüyse Boğaziçili öğrenciler söyledi: Hepinize, hepimize, iktidar ve muhalefet el ele, haydin “güle güle” dediler. Ama şöyle yürekten, şöyle kocaman, şöyle ağız dolusu bir GÜLE GÜLE! Uğurlar ola Erdoğan, uğurlar ola Meral, Kemal ve diğerleri. Maiyette iletişim müdürü Fahrettin de istediği kadar gözlerini belertsin, nafile. Sizden geriye kala kala bir enkaz yığını kalıyor. Kaldırması zahmetli olacak, boşa zaman, emek harcanacak ama olsun. Çok şey yıktınız, umudumuzu tükettiniz, hayatlarımızı da kararttınız ama yeni gelenler neyse ki ikinci ligde oynamamaya kararlı çıktı. Vakittir, toparlanın hep beraber kalkıyoruz.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI