Bölgede savaş rüzgarları ülkede Kürtçe karşıtlığı artıyor
Orta Doğu kaynıyor, Türkiye’nin bunun dışında kalması mümkün değil. Irak ve Suriye’de sınır ötesi harekatlara heves etmek İsrail’in savaş politikasına hizmet eder. İktidar sınır güvenliğini sınır içinde sağlamaya yönelmeli ve aynı zamanda Kürt yurttaşlara eşit muamele görevini yerine getirmeli.
Netanyahu Hükümeti, İsrail ve dünya halklarının tepkisine karşın büyük devletlerden aldığı güçle ve Suudi Arabistan gibi bazı devletlerin iş birliğiyle başta Filistin olmak üzere Orta Doğuyu yeniden şekillendirmeye soyundu. Hakkında Filistin halkına karşı yürüttüğü savaşın soykırım olduğu iddiasıyla açılan dava sürerken pervasızca tüm bölgeyi kana bulamak niyetinde gibi görünüyor.
Hamas ve Hizbullah bahaneli saldırılar, suikastlar Lübnan ve İran’ı kışkırtarak bölgesel savaş çıkarmak niyetiyle açıklanabilir. Ne Hamas ne Hizbullah sütten çıkmış ak kaşık. İşledikleri insani suçlar listesi de hiç kısa değil. Ancak ezilenlerin başkaldırısını temsil ettiklerine de kuşku yok. Ezilenlerin varoluşu savunma amaçlı suçlarıyla egemenlerin emperyal amaçlı saldırılarla işlediği suçları aynı kefede tartmak da insanlık dışı yaklaşım olarak görülmeli. Netanyahu halkların gördüğü bu gerçeği perdeleyerek hem iktidarının ömrünü uzatmak hem de İsrail’i bölgenin eli kanlı jandarması konumuna yerleştirmek için Devletler Hukukunu ve savaş kurallarını çiğniyor. Desteği çok biliyoruz ama bilmediğimiz Türkiye’nin ne yapmaya çalıştığı. Tamam ‘İsrail’e de gireriz’ çıkış ve karşılığı ‘Saddam’ göndermesi için kazan-kazan danışıklı dövüşü diyelim ama 31 Temmuz sonrası bu artık geçerli değil bana kalırsa. Türkiye dahil bölgedeki diğer ülkelerin Netanyahu kadar çılgın olacağını sanmıyorum fakat onu nasıl durduracaklarına dair politika geliştirebilecekleri de söylenemez. Orta Dünyada işler karıştı bakalım ‘yüzük’ kimin eline geçecek.
Böylesi zamanlarda Türkiye politikası için baştan kurulmuş çok işlevsel bir ilke var elimizde: Yurtta sulh cihanda sulh. Fakat ağzına geleni söyleyip, aklına eseni yapacakmış gibi görünüp de yapamayan bir yönetimle içte ve dışta barış politikası yürütülebilir mi? İşte bütün mesele bu çünkü artık açıkça görülüyor ki birinin söylediği diğerinin yaptığıyla taban tabana zıt iki ayrı iktidar, devlet içinde devlet var. Ya da bile isteye bu görüntüyü veren Cumhur İttifakı'nın seçili politikasıyla kötü polis ve birazcık daha az kötü polis oyunu izliyoruz. Oysa şu anda gerçekten bölgede sağlam durabilmek gerek. Hem ülkenin hem bölgenin selameti için gerilimin bölgesel savaşa evrilmesini önleyecek barışçı politika geliştirilmeli. Öncelikle de ülke içinde toplumsal gerilimi düşürmeliyiz ki son günlerde tam tersine gelişmeler yaşanıyor.
Sosyal medya gündemini işgal eden halay jurnali furyası ve buna bağlı gözaltına alma, tutuklama işlemleri derhal durdurulmalı. Halay, Kürtçe türkü velev ki arasında slogan olsun suç değil, suç gibi gösterilip çocuklar, gençler tutuklanamaz, derhal vazgeçilmeli bu hatadan. Halay sırasında “Biji Serok Apo” sloganı atılmış bile olsa suç değil. Eğer suç olsaydı iktidar, TRT Kurdî yayınına şimdi hayatta olmayan ama o günlerde arananlar listesinde bulunan Osman Öcalan’ı çıkarıp Abdullah Öcalan’ın mektubunu okutmazdı. Eğer bu yayını yapanlar, yaptıranlar gözaltına alınıp tutuklanmadıysa bu yayını izleyerek büyüyen çocuklar, gençler de suçlanamaz.
Son genel ve yerel seçimlerde iktidar partisi meydanlarda Kürtçe kampanya yürüttüğüne göre Kürtçeyi caddelerden silmek kimin haddine? Devlet içindeki devletin mi? Tarihi muktedirler yazsa bile hiçbir muktedirin tarihinde yönetenin halkın kültürüne galebe edebildiği yazmaz, yazamaz çünkü yoktur. Zor gücüyle denendiği takdirde bile geleceğe akmanın yolunu bulmuştur kültür. Halay Kürt kültürünün bir parçası ama aynı zamanda bütün Anadolu’ya yayılmış ortak kültürümüzün bir parçası haline gelmiştir. Örneğin ben uzun yıllardır Denizli’de, İzmir’de zeybek, harmandalı oynanmayan düğün gördüm de halayla bitmeyen düğün görmedim.
Van’da yaya geçitlerine Kürtçe yaya öncelikli trafik akışını yerleştirmek ve halkın güvenli yaşamına katkı sunmak için yazılan Kürtçe uyarıların üzerine Türkçe slogan yazmak da neyin nesi? Düşmanlığı göstermekten, düşmanlaştırmaya yol açmaktan başka ne işe yarar? Hem de dört bir yanımız ateş çemberi olmuşken tam birbirimize dört elle sarılıp tutunarak bölgesel savaş ihtimalinden kurtulmak ve hatta önlemek mümkünken kaldıysa eğer devlet aklı bunu akledemez mi? Soylu’nun sözüyle “stratejik devlet aklı” sadece Hizbullah’a mı çalışır?
Kürt illerinde son zamanlarda yoğunlaşan özellikle kadınlara yönelen saldırıların Hüda-Par ve Hizbullah bağlantılı oldu görüşü halkta hakim. İllerden kimle konuşsam aynı odak işaret ediliyor. Basında özellikle Diyarbakır haberleri yer alsa da Mardin, Batman, Şırnak ve diğer yerlerde kadınların ve gençlerin gündelik yaşamını kısıtlama ve değiştirme yönünde müdahaleci saldırılar yaşanıyor. Diyarbakır’da bir sitenin yüzme havuzunda kadınlar tehdit edilirken söylenen “biz sizin ağababalarınızı öldürdük de hala mezarları bile belli değil” sözleri elbette ki derhal 90’lar ve Hizbullah çağrışımı yapacak. Bu tehdidin üzerine de şezlongları baltalarla kırıp havuza atmaları, boş tehdit olmadığını gösterir. Basından arkadaşlarla görüştüğümde bazı kafelere “bu sokaktan kadınlar ve çocuklar geçmeyecek” yazılı notlar bırakılıp gece de baskın yapıldığı yönündeki haberlerin gerçek olduğu ama gerçeğin sadece bir parçası olduğu belirtiliyor. Kadınların mini etek ve dekoltesine, erkeklerin şortla gezmesine, tacize varan müdahaleler yaşandığı duyuluyor. Hamas’ın 7 Ekim saldırısından sonraki günlerde artan Starbucks saldırılarında Diyarbakır’da yapılan eylemle parti ve örgüt bağlantılı iki kişi tutuklanmıştı. Hatta parkta bale gösterisi yapılmasına Hüda-Par karşı çıkmış resmi açıklama da yapmıştı. Bilinenler, parklarda, cadde, sokak ve kafelerde her türlü tacizkar hareketin ve saldırının partiyle ve Hizbullah ile ilişkisi olduğunu haklı olarak düşündürüyor. Ama stratejik akıl gerçekten akıllı olsa ülke içinde toplumsal barışı imkansız kılacak bu tür hareketlere izin vermez.
Türkiye’nin geri kalanı bu sorunları medyada veya sosyal medyada görse de gündemin üst sıralarına taşımadığı için Kürt nüfusun yoğun olduğu illerde kimi kamu görevlilerinin desteğinde bu saldırılar pervasızca yükseliyor. Ama TBMM’de iktidar oylarıyla hayvan katliamı yasasının geçmesinden bile DEM Parti vekilleri sorumlu tutularak eleştiriliyor. Hayvan hakları yasasına, hayvan katliamına onay vermesi nedeniyle karşı çıkmak meşru bir duruş ve haktır. Ancak iktidarın sorumluluğunda Kürtlere, Kürtçeye, Kürt kültürüne yönelen saldırılar karşısında dayanışma örmek yerine katliam yasasından DEM Partiyi sorumlu tutmak akıl alır gibi değil. Fakat parti yetkilileri büyük bir nezaketle bunları bu şekilde söylemiyor. 20 Temmuz günü Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan içinde bulundukları şartların hepsini değil sadece bir kısmını anlatarak meseleye açıklık getirmek zorunluluğu hissetti. Söylemek zorunda bırakmak faşizmdir ama oylamaya bazı vekiller katılmadığı için partiyi hedef tahtasına oturtan arkadaşlar sanırım bunun farkında değil. Ertesi gün 31 Temmuz'da da partinin grup başkan vekili Gülistan Kılıç Koçyiğit Mecliste düzenlediği basın toplantısıyla hem yasama yılının faaliyet dökümünü paylaştı kamuoyuyla hem de Kürt illerinde yaşanan sorunların bir özetini paylaştı bir kez daha. Bu kadar köşeye sıkıştırmak olmaz bir muhalefet partisini. Defalarca bu yasaya karşı konuşmuş, önergeler vermiş vekillerden bazıları oylamaya katılmadığı için suçlu ilan edilemez, savunma yapmaya zorlanamaz. Ve bu partiler eleştirilemez demek değildir. Haklı, gerçekçi eleştiri gerekir. Soru yöneltilir ama itham etmek yakışıksız oldu. Üstelik iktidar ve muhalefet partilerinin ve tüm toplumsal kesimlerin ortak politika geliştirip toplumsal gerilimi ortadan kaldırmak için çalışması gereken zamanda yanlış oldu.
Büyük sorunu bir kere daha hatırlayalım Orta Doğu kaynıyor, Türkiye’nin bunun dışında kalması mümkün değil. Irak ve Suriye’de sınır ötesi harekatlara heves etmek İsrail’in savaş politikasına hizmet eder. İktidar sınır güvenliğini sınır içinde sağlamaya yönelmeli ve aynı zamanda Kürt yurttaşlara eşit muamele görevini yerine getirmeli. Diline ve kültürüne yapılan saldırılar önlenmeli ki ülke iç barışımıza dair bir umut geliştirelim. Yurtta sulh cihanda sulh ilkesi gereği iktidar kadar muhalefet partileri de sorumluysa bu politikadan aynı zamanda toplumsal muhalefet de bu sorumluluğu idrak etmeli.
Berrin Sönmez Kimdir?
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.
Sözü barıştan yana kurmak 18 Ekim 2024
İpotekli vekil iradesi ve cinskırım politikası 11 Ekim 2024
Ülkü Ocakları MHP’nin Demir Kubbesi mi? 04 Ekim 2024
Soyadı eşitliği yerine yeni ayrımcılık katmanı getiremezsiniz 27 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI