Bölünmüş Kıbrıs kimin eseri?

Karşımızdaki sorunu çok katmanlı şekilde yeni baştan, taze bir bakış açısıyla irdelememiz gereken böyle bir günde Kıbrıslıların tam manasıyla deneyimlemediği bir tecrübenin altını çizelim: Özeleştiri.

Fotoğraf: Reuters
Google Haberlere Abone ol

1974'teki darbenin ve savaşın 50'nci yıldönümünde yanlış anlaşılmalara mahal bırakmadan bu yazının girizgahında, tarih ve siyaset bilimcileri tarafından geçmişte altı çizilen bir noktanın altını çizelim. Kıbrıs meselesinin kronikleşmesinde soruna dahil olan dış aktörlerin mesuliyeti yadsınamaz. 1878'de adaya, önce 'yönetici güç' konumunda, sonrasındaysa 'kolonyal güç' olarak yerleşen Britanya İmparatorluğu, izlediği birçok bakımdan hatalı ve tutarsız politikalarla Kıbrıs sorununun içinden çıkılmaz bir hal almasında kilit rol oynadı.

Aynı şekilde, modern Yunan devletinin mukadderatını belirli aralıklarla 19'uncu yüzyılın sonlarından günümüze dek elinde bulunduran Yunanistan sağının meşhur Megalo İdeası'nın, bugün Kıbrıs'ta yaşanmakta olan çıkmazın baş müsebbiplerinden birisi olduğuna şüphe yok. Yunanistan topraklarında Nazizm'e diz çöktüren Yunanistanlı komünistlere ve yol arkadaşlarına 1945'lerde kulak verilseydi, büyük ihtimalle bugün gerek Balkanlardaki genel durum gerekse de Kıbrıs'taki durum çok farklı olacaktı. (İkinci Dünya Savaşı'nın son günlerinde komünistlerin çatı organı EAM-ELAS'ın yayın organlarında Kıbrıs'ın Yunanistan ile birleşmesi yönünde bazı yazılar yayımlandı. Bu yazılar, iç savaş döneminde (1946-1949), hiçbir zaman partinin resmi çizgisine dönüşmedi. Yunanistan Komünist Partisi (KKE), Balkanlar, Ege ve Akdeniz özelinde, Batı Bloku'nun hatalı planlarının arkasından sürüklenen Atina ve Ankara'daki sağcı iktidarları yermeye devam etti.)

Türkiye'nin Kıbrıs politikası, her ne kadar milliyetçi çevrelerin hoşuna gitmese de birçok açıdan sorunlu olmuş ve Kıbrıs sorununu kalıcı hale getirmiştir. Bu gerçek, Kıbrıs'taki bölünmüşlüğün 50'nci yıldönümünde bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Türkiye, 1974'te garantör ülke sıfatıyla adaya müdahale ettiğinde, Kıbrıslı Rum ve Yunan faşistlerin bozduğu anayasal düzeni yeniden tesis etmek yerine, Birleşmiş Milletler (BM) üyesi ve egemen bir ülkenin topraklarını bölmüş ve bir kısmında uluslararası toplum tarafından bugüne kadar tanınmayan bir devlet yapılanması inşa etmiştir.

Bu noktada, konuyu fazla uzatmanın bir anlamı yok. Kıbrıs'ın üç garantör ülkesi, kendi hatalarıyla adanın bölünmesinde başrol oynamıştır. Ayrıca, 'sabıkalı' dış güçler listesine ABD, Batı ve Soğuk Savaş gibi faktörleri de eklemek gerekmektedir. Ancak, Kıbrıs meselesinin bu boyutunun ayrıntılı olarak incelenmesi, bu değerlendirme yazısının kapsamını aşmaktadır.

Giriş bölümünde Kıbrıs meselesinin dış boyutuna kısaca değindikten sonra, şimdi asıl vurgulamak istediğimiz konuya odaklanalım. Bilindiği üzere, 20'nci yüzyıldan günümüze kadar Kıbrıs halkı birçok sıkıntı ve sorunla karşı karşıya kalmıştır. Ada, iki dünya savaşını Britanya İmparatorluğu'nun saflarında yaşamıştır. Kıbrıslılar, savaş cephelerine asker ve askeri teçhizat göndermişlerdir. 1930'lu yıllarda Kıbrıs halkı, Londra'nın otoriter yönetimine direniş göstermiştir. Bu isyanı, 1940'lı yıllarda Kıbrıs emekçilerinin ırk, din ve etnisite ayrımı gözetmeksizin büyük sermayeye karşı gerçekleştirdiği ve tarih sayfalarına altın harflerle yazılan direnişi takip etmiştir. 1950'li yıllarda ise Kıbrıs halkı (Rumlar, Türkler, Ermeniler, Maronitler, Latinler ve Roman insanlar), Kıbrıs sorununun yarattığı tarifi imkansız acılarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Soğuk Savaş döneminde Batı Bloku'nun diplomatik ve askeri 'mutfaklarında' hazırlanan militarist ve ırkçı-aşırı milliyetçi stratejiler, adadaki silahlı Kıbrıslı Rum ve Türk çetelerin yardımıyla (bu çeteler birbirlerine saldırmaktan ziyade en iyi bildikleri işi yapmışlar; komünistlere kurşun yağdırmışlardır) Kıbrıs'a enjekte edilmiş ve bu çabaların sonucunda ada 1974 yılında bölünmüştür.

Yirmi yılı aşkın bir süredir, tarih bilimi ve medya emekçiliğine ilk adımlarımı attığım dönemden bu yana, iç savaş ve bölünmenin Kıbrıs'ta açtığı yaralara bizzat tanıklık ettim. Kıbrıs Cumhurbaşkanı'nın tek taraflı olarak Anayasa'yı değiştirme girişiminden sonra patlak veren iç savaşta kaybettiğimiz, tek suçu Kıbrıslı Türk olmak olan insanlarımızın ve bebeklerimizin acı deneyimlerini yakınlarından dinledim. Aynı şekilde, 1974'te Mağusa'nın portakal bahçelerinde, çocuklarıyla birlikte Larnaka'ya kaçmaya çalışan Kıbrıslı Rumların rövanş arayan ırkçı çeteler tarafından nasıl kurşuna dizildiğini de kayıt altına almak durumunda kaldım.

 

'SELF-VICTIMIZATION'

Kıbrıs'taki savaşın acılarını derlemeye çalışsak, irdeleme yazıları serisi veya fasiküller bizlere yeterli olmayacaktır. Bu yadsınamaz bir gerçektir. Ancak karşımızda duran sorunu çok katmanlı bir şekilde, yeni baştan ve taze bir bakış açısıyla irdelememiz gereken böylesi bir günde, Kıbrıs halkının bugüne dek tam manasıyla deneyimlemediği bir tecrübenin altını çizerek bu yazıyı sonlandıralım: Özeleştiri.

Siyaset bilimcilerin ve tarihçilerin, etnik çatışmaların odağında milliyetçi yaklaşımların bulunduğu durumlarda sıklıkla karşılaştığı bir davranış şekli 'self-victimization', yani kendini mağdur etme durumudur. Karşı tarafı suçlama ve kendini mağdur gösterme suretiyle bir etnik-dini kümelenmeye eklenen bireyler, genellikle bir sorunun yoğunlaşmasındaki kendi rollerini ya görmezden gelir (bir nevi gizli körlük) ya da bu rolü bilerek dikkatlerden uzak tutar. Kıbrıs'ta son 50 yıldır yaşanan durum budur.

Yunanistan ve Kıbrıs sağının yönlendirmesinde Enosis mücadelesine atılan Kıbrıslı Rumlar, iç savaş ve bölünmeden yıllar sonra hâlâ Kıbrıs'ın kaderinde söz sahibi olmak isteyen Kıbrıslı Türklerin neden görmezden gelindiğine, Edward Said'in özetlediği bir nevi oryantalist-şarkiyatçı yaklaşımla Kıbrıs'taki Türk gerçekliğini ikinci sınıf bir kimlik olarak görme eğilimine bugüne dek açıklık getirebilmiş değiller. Fransız İhtilali kaynaklı ulus-devlet gerçekliğinin çoğunluk-azınlık ilkesi üzerine kurgulandığı yadsınamaz. Ancak Kıbrıs'ın kendine özgü, özel durumundan dolayı bu ilkenin geçersiz olabileceği hususunda Rum tarafındaki 'suskunluk' oldukça anlamlıdır.

 

YEREL UNSURLAR SINIFTA KALDI

Kıbrıs meselesinin karmaşık bir hal almasında Kıbrıslı Türklerin de payı yadsınamaz. Rum toplumunda olduğu gibi Türk toplumunda da bir avuç cesur sol entelektüel ve hak savunucusunun dışında "Rumlara direniyoruz" iddiasıyla, Ankara'da Özel Kuvvetler tarafından silahlandırılan silahlı grupların girişimlerine bugüne dek kapsamlı bir eleştiri dile getirilmemiştir. Öte yandan, Kıbrıs Türklerinin daha büyük bir açmazı da söz konusu. Rum tarafı ile en büyük destekçileri olan Ankara arasında kalma durumu, Kıbrıslı Türklerin geleceğini gölgelemeye devam etmektedir. Bu durumu, 1974 savaşında Türk saflarında savaşan, ismi bende saklı bir kaynağın sözleriyle özetleyelim: "Kıbrıslı Türkler olarak yıllarca en önemli stratejimiz her iki tarafın sırtından geçinmek olmuştur. Kıbrıslı Rumların yarattığı tehlikeyi kullanarak Ankara'yı arkamıza aldık. Bugün de birçok açıdan Türkiye'nin desteğinden faydalanmaya devam ediyoruz. Diğer taraftan, dün düşman bildiğimiz Rumların pasaportunu kapmak için sıralarda bekliyoruz." Bu yaklaşım tarzı ne yazık ki kendi ayakları üzerinde durabilen, özgüven sahibi bir toplumun inşasının önünü kesmektedir.

Okuyucuyu fazla yormadan böylesi sıcak ve birçok açıdan trajik bir günde son noktayı koyalım. Kıbrıs meselesinde dış güçlerin yanı sıra yerel unsurlar da sınıfta kalmış durumda. Bölünmüş Kıbrıs aslında hepimizin eseri. 'Barış Harekatı' ya da 'Helen Adası'nı müdafaa' gibi söylemler, kendi hatalarımızı gölgeleme çabasından başka bir şey değil.

Etiketler kıbrıs 1974