Borges ile ‘Yedi Gece’
Borges’in yedi konferansının derlendiği 'Yedi Gece' kitabı, Can Yayınları tarafından raflarda yerini aldı.
Jorge Luis Borges’in yedi konferansının bir araya geldiği ‘Yedi Gece’ isimli kitabı, Süleyman Doğru çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarın ağırlıklı olarak Doğu kültürünü ele aldığı metinler okura farklı izlekler sunmakta.
Borges’in ‘İlahi Komedya', 'Kâbus', 'Binbir Gece Masalları', 'Budizm', 'Şiir', 'Kabala' ve 'Körlük’ başlıklarını taşıyan yedi konferansının derlendiği kitap, başlığından itibaren okuru büyülü bir izleğe davet etmekte. Zira, yedi sayısı bilindiği üzere mistik bir anlam taşımakta, tıpkı ‘gece’ sözcüğü gibi. Bu bağlamda, her ne kadar onda ‘böylesine yoğun estetik heyecanlar uyandıran başka bir kitap’ olmadığını söylese de yazarın ilk konferans metni olarak İlahi Komedya’yı tercih etmesi tesadüf olmasa gerek çünkü bu metnin temel iki ayağı var: İlki Dante’nin şefkat ve acımasızlık duygularına bir arada yer veren tarzı. İkincisi ise onun insana duyduğu şefkatin yanında acımasız bir dünyada yaşıyor oluşumuzu hatırlatmasıyla birlikte üçüncü bir konuşmacının varlığına işaret etmesi ki bu ‘öteki’ de Tanrı olarak karşımıza çıkmakta. Kitabın konusu ve üçüncü konuşmacıya işaret etmesinin yanında Antik figürlere yer vermesi ve şiirsel üslubu da bu büyülü çerçeveyi tamamlamakta. Ancak Borges’in belirttiği üzere Dante de tıpkı okur gibi İlahi Komedya tarafından oyuna getiriliyor ve ilahi yasalara karşı geliyor çünkü metinde görüldüğü üzere nihai kararların ona ait olmadığını belirtmesine rağmen Tanrı’yı deşifre ediyor. Tıpkı Odysseus gibi ‘saklı olanı, imkânsız olanı tanıma arzusuyla atıldığı o asil ve cüretkâr girişim’ içerisinde buluyor kendini:
“İşte bu yüzden Odysseus karakteri çok güçlü, çünkü Odysseus Dante’nin bir aynası, çünkü Dante belki de o cezayı hak edeceğini hissetti. Şu bir gerçek ki şiiri o yazmıştı, ama öyle ya da böyle gecenin, Tanrı’nın, Takdir-i İlahi’nin gizemli yasalarını ihlal etmekteydi.” (s.33)
‘Kâbus’ başlıklı ikinci metin ise ‘Rüyalar cinstir, kâbus ise tür.’ diye iddialı bir cümleyle başlamakta. Burada rüyaların bir kurgu olduğundan hareket eden yazar, insanın rüya sayesinde yakın geçmişini ve yakın geleceğini gördüğünü belirterek onun sunduğu ‘küçük çaplı kişisel sonsuzluk’ fikrini irdeliyor. Nitekim, bu sonsuzluğun makro ölçeği de yine Tanrı olarak karşımıza çıkmakta. Bu güce sahip olmayan insan ise ‘sönük hatırasını’ inceleyebildiği rüyayı eşzamanlı olarak uydurmakta mahir. Tür olan kâbus ise öncelikle etimolojik olarak incelenmiş: Özetle bu sözcüğün ‘gece’ ve ‘şeytan’ sözcükleriyle ilişkisini gözler önüne seriyor Borges. Ve türün iki temel unsurunu irdeliyor: fiziksel acılar ve dehşet duygusu. Bunlara bir parantez açarak kâbusun tadını da ekliyor. Böylelikle, arka planda rüyanın en eski estetik faaliyet olup olmadığı sorusunu da sormakta.
‘Binbir Gece Masalları’ konferansında ise sonsuzluk fikri ve Doğu imajı üstüne dikkatlerini sunmuş Borges. Bu kadim metinden hareketle ‘her şeyden önce insanların ya çok mutlu ya da çok mutsuz, ya çok zengin ya da çok yoksul oldukları bir aşırılıklar dünyasına, yaptıklarının hesabını kimseye vermek zorunda olmayan, bir anlamda tanrılar kadar sorumsuz hükümdarlar dünyasına’ tekabül eden Doğu imajı içerisinde ‘farklı bir nedensellik’ olarak tanımladığı ‘sihir meselesi’ne değinmekte.
Sonraki metin ise Budizm hakkında. Bedenin ve ruhun gerçekliğini reddeden bu dinin uzun ömrünü her zaman hoşgörülü olmasına ve derin bir inanç talep etmesine bağlıyor. Öte yandan Budizm’in tarihselliği reddeden yapısı onun edebiyata bakışıyla örtüşmekte çünkü Borges, edebi eserleri tarihsel bağlamda ele almaya karşı olduğunu her fırsatta belirten bir yazın insanı. Bir Budist için temel olanın Buda’nın hayatından ziyade Öğreti olduğunu belirttikten sonra ‘Şiir’ başlıklı müteakip bölümde üniversitede İngiliz edebiyatı hocalığı yaparken edebiyat tarihinden mümkün mertebe kaçtığını belirterek şöyle yazmakta:
“Öğrencilerimden benden kaynakça istediklerinde onlara şöyle diyordum: ‘Kaynakçanın hiçbir önemi yoktur; netice itibarıyla, Shakespeare’in Shakespeare kaynakçasından hiçbir zaman haberi olmadı.’ Johnson kendisi hakkında yazılacak kitapları öngöremedi. ‘Neden doğrudan metinleri incelemiyorsunuz? Eğer metinler hoşunuza giderlerse ne âlâ; eğer hoşunuza gitmezlerse onları hemen bırakın, zira zoraki okuma kadar saçma bir eylem olamaz, onun yerine zoraki mutluluktan bahsetmeyi yeğlerim. (…)” (s.98-99)
Böylelikle şiiri, onun okurla buluşması yahut kitabın keşfi olarak niteleyen Borges, metinlerin çok anlamlılığının altını çizmekte. Nitekim, bu nazardan bakınca her metnin onu farklı zamanlarda okuyan bir okura dahi farklı anlamlar sunacağını Herakleitos’un meşhur nehir metaforuyla belirtmekte. Zaten, ‘Kabala’ başlıklı sonraki metin de bu konuyu odağa alıyor. Klasik kitap/kutsal kitap ayrımından yola çıkan yazar, Kutsal Kitap’ın ‘sanki şifreli, kriptografik bir metinmiş gibi’ okunmasından hareket ederek Kabalacılar’ın tesadüfü reddeden ‘mutlak metin’ anlayışını irdeliyor. Ancak, Tanrı tahayyülü konusunda gerek gnostiklerin gerek kabalacıların ‘aynı şekilde çözdükleri temel bir sorun’ söz konusu: Kötülüğün varlığı.
‘Gnostikler ve kabalacılar bu sorunu evrenin, tanrısallık düzeyi neredeyse sıfır olan kifayetsiz bir ilahın eseri olduğunu söyleyerek çözüyorlar. Yani demek istiyorlar ki evren Tanrı olmayan bir Tanrı’nın eseridir. Tanrı’nın çok uzaktan akrabası olan bir Tanrı’nın.” (s.126)
Başka bir ifadeyle Kabala inancında Tanrı’nın türümleri olduğundan yani tanrıların birbirinden türediğinden hareketle ‘Tanrı yapım aşamasında,’ diyen Bernard Shaw’ın fikrine katılarak insanın yüce gönüllü, akıllı ve açık zihinli olduğu takdirde Tanrı’nın oluşumuna katkı sağlayacağını belirtmekte.
Yedinci ve son kısım ise ‘Körlük’ başlığını taşımakta. Bilindiği üzere Borges, görme yetisini neredeyse tamamen yitirmiş bir yazar. Öte yandan kendi ifadesiyle ‘körlüğün nimetlerini’ konu edinen ‘Gölgeye Övgü’ kitabının da müellifi. Bu bağlamda kendi ‘mütevazı körlüğünden’ hareketle Homeros, Milton, Poe, Groussac, Joyce gibi yazın insanlarından bahsettikten sonra sözünü Goethe’nin ‘Yakındaki her şey uzaklaşıyor’ cümlesiyle bitiriyor. Ölüm-yaşlılık-körlük prizmasından geçirdiği bu cümleden hareketle söyledikleriyle de konferansını noktalamakta:
“O kaderin ya da tesadüfün karşımıza çıkardığı hepsi birbirinden tuhaf araçlardan sadece biri olarak görülmeli.” (s.148)