YAZARLAR

Boşluk

İnsanın yapma kudretini olumsuz etkileyen duyguların aksine “boşluk”ta çıkışsızlığın daha belirgin olduğunu söyleyebiliriz. Bu duyguda odaklanılması gerekenin ne olduğuna dair kesin bir nesne yok.

Hayatın anlamsızlaştığı, değer verdiğin ne varsa tek tek elinden kaydığı, seni sen yapan, "ben" olabildiğin, kendini tanımlayabildiğin her şeyin bir savruluşun içinde adını koyamadığın bir şeye dönüştüğü bir ortamda, anlamlandıramadığın, yapma kudretinin günden güne tüketilmesiyle, ayaklarını yerden kayıyormuş gibi hissettiren bir duygu boşluk. İnsan türünün dünyada olduramadıklarından, seyirci konumunu aşamamasından, devamlı dehşete, şiddete tanık olup edilgin bir duruma geçmesinden kaynaklanan bir his olarak da görülebilir bana kalırsa. Elinde bir dünya var ama yaşamak istediğin, nefes alabildiğin bir yer değil artık, dahası böyle olmaması gerektiğini biliyorsun; çözümler bulmaya çalışıyorsun ama yapma gücü bulamıyorsun, kendi kendine konuşuyormuşsun hissine kapılıyorsun çünkü yaşananlara müdahil olamamanın getirisiyle, çaresizlik duygusunun da işin içine girmesiyle, kendini mevcut ve ait hissetmediğin bir anda takılıp kalıyorsun.

Blanchot’nun, Karanlık Thomas’ının söylediğine benziyor bu; "Yokum ama süreduruyorum; varlığı ortadan kalkmış bu varlık için acımasız bir gelecek sonsuzca uzayıp gidiyor.”(1) Boşluk hissi bizi yakaladığında yokluğumuzu duyup, hiçliğimizi kabul edebiliriz ne var ki sürmekten, dünyada sürüklenmekten kurtulmuş değilizdir, bu nedenle sürüp gidenden “acımasız” olduğunu bilsen de kaçmak zor.

İnsanın yapma kudretini olumsuz etkileyen diğer duyguların aksine “boşluk”ta çıkışsızlığın daha belirgin olduğunu söyleyebiliriz. Bu duyguda odaklanılması veya düzeltilmesi gerekenin ne olduğuna dair kesin bir nesne yok. Hissin nedeni genel olarak dünyada varlık olmakla ilişkilendirilebilir ancak boşluk, içine düşen için kesin bir şekilde tanımlanamıyor, varlığını biliyorsun ama adını koyamıyorsun. Melankoliyle de benzer yanlar bulunabilir belki ancak onda kopulamayan, daha net bir nesneden bahsedebiliyoruz.

İnsanın içine düştüğü bu durum belki de Kierkegaard’un şu cümleleri ile ifade edebilir: “Bir örümcek, sabit noktadan hedefinin içine doğru seğirtirken önünde daimi bir boşluk görür, ayak basacak yer bulamadığı bir boşluk, ne kadar çırpınırsa çırpınsın. Ben de bu durumdayım, önümde daimi bir boşluk, beni ileriye doğru güdüleyen şey, arkamda yatan netice, bu hayat geriye dönük ve korkunç, tahammül edilir gibi değil.”(2) Bu cümleler hakkında düşündüğümüzde, boşluk hissinin geleceksizlik hissiyle de ilgili olabileceğini söyleyebiliriz.

Kierkegaard’un örümcek bahsinden yola çıkarsak, atılacak adımın seni mevcut hissettirmeyeceğini, adımının yerini bulmayacağını bilmek ve çırpınıp durmak geleceğe yönelik boşluk duygusunun süreceğini düşündürür. Bu da duygunun çıkışsız hissettirmesinin bir nedeni olarak görülebilir. Ayrıca, filozofun “önümde daimi bir boşluk” ifadesinden de, içinde bulunduğu boşluk hissinin geleceğe yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle, önümüzde uzanan şey, o gelecek yokluğu da bu duygunun ortaya çıkışında önemli görünüyor ve Karanlık Thomas’ın bir başka cümlesini hatırlatıyor: “İçimde hiçbir şey yok ki, korkunç bir hazza açılır gibi gelecekteki boşluğa açılmasın.” Boşluk hissinin gelecek zamanla benzer ilişkisini burada da kurabiliyoruz. Ancak Kierkegaard’un ifadesinin devamına bakarsak bir şeyi daha fark ediyoruz: “Arkamda yatan netice, bu hayat geriye dönük ve korkunç, tahammül edilir gibi değil” diyor, burada şu anlamı bulabiliriz, şimdiye kadar yaşanmış olanın, arkamızda yatan o geçmişin korkunçluğu da boşluk hissini etkiliyor. Bu duyguyla boğuşan için hem geçmiş hem de gelecek zaman belirleyici olabiliyor ama bana kalırsa bu hissin zamanla ilişkisinde belirleyici olan, geleceğe yönelik adımların yönünü bilememekle ilgili.

Boşluk gibi duygular, çok kolay “anormal” olarak değerlendirilebiliyor. Bana kalırsa insanın yapma gücünü aşındıran duyguları kolayca böyle bir yere konumlamamak önemli çünkü duyguların pek çoğu yaşadığımız sistemden, zamandan, onun getirdiği kaygılardan azade değil. Boşluk duygusunda, melankolide olduğu gibi belirli kayıp bir nesneye tutunmak yok belki ama her duygu gibi dışarıdan kaynaklı nedenler tespit edilebilir.

Chul Han, Neo-liberalizmin getirdiği performans öznelliğinin boşluk duygusuyla ilişkisini kuruyor ve bu duygunun depresyona neden olduğunu düşünüyor, performansın bir tür bağımlılık hâline gelmesinin bu duygu üzerinde etkili olduğunu hatırlatıyor. Haklı olabilir ancak performans özneliğini Chul Han’ın bahsettiği şekliyle sadece sosyal ağlarda kendimizi tatmin etmek, görünmek, rekabet etmek, kendi kendimizin girişimcisi olmak dışında düşünemez miyiz? Günümüzde güvencesiz yaşama hapsedilen pek çok insan bir şekilde hayatta kalmak için devamlı performans göstermeye zorlanıyor. Böyle bir konumda varlığı sadece gösterdiği performansa göre ölçülen, performans gösterdiği kadar geliri olan bireyin boşluk duygusuyla cebelleşmesi normal değil mi? Chul Han, meseleyi daha ileri bir boyuta taşıyor ve son yıllarda insanların bedenlerine çizik atmasının arttığını ve bunun neo-liberal performans düzeni tarafından hissizleştirilen bireyin boşluk duygusu nedeniyle “kendisini hissetmek” için başvurduğu bir yöntem olduğunu düşünüyor. Ona göre: “Kendini yaralayanlar genellikle depresyon ve kaygı bozukluğundan mustarip. Suçluluk ve utanç duygusu, darbe yemiş özdeğer duygusu onlara eziyet etmektedir. Sürekli yaşadıkları içsel boşluk duygusu artık hiçbir şey hissetmemelerine yol açmaktadır. Çizik attıklarında bir şey hissediyorlar ancak.”(3)

Yaşadığımız sistem bizi hissizleştiriyor, devamlı enformasyon altında yaşıyoruz ve bunların çoğu dehşet ve şiddet içeriyor. Bunun boşluk duygusuyla ilişkisi kurulduğunda, aslında sebep hissetmemekten çok, fazla hissetmenin ve maruz kalmanın da bir sonucu olarak görülebilir bana kalırsa. His kaybı yaşandığı doğrudur ama bir duyguyla boğuşurken gerçekleştirdiğimiz edimler bir şekilde hâlâ yaşamı tutma veya çektiğimizi hafifletme duygusuyla ilgili de olabilir. “İnsanın kendi bedeninde açtığı yara acıyı biraz dindirir”(4) der Breton, bu nedenle boşluk duygusu ve kesikler arasında bir ilişki kurulacaksa bu hissizlikten çok o an dışarıdan kaynaklı bir nedenden oluşan olumsuz duyguyu dindirme çabası olarak da görülebilir. Breton, mahkumların kendilerine zarar vererek acılarını dindirmelerinden bahsederken, yönetimin bir hatası yüzünden Noel’de oğlunu göremeyen, Québec’li bir kadının cümlelerini aktarır: “Kendi kendime bağırdım çağırdım, başkalarına bağıracağıma kendi içime kustum her şeyi, hücreme gittim bir şeyler yapmam gerekiyordu. Korkunç bir öfke vardı içimde, dışarı çıkması gerekiyordu bunun. O kadar kötü bir şey olmuştu ki ilk kez derimi kestim diyor.” Burada görüyoruz ki bedendeki kesikler, Chul Han’ın bahsettiği gibi depresyonda olan veya borderline kişilik bozukluğu yaşayan insanların “kendimi hissetmiyorum” diyerek başvurdukları bir yöntem olmayabiliyor her zaman, anlık bir tepkinin veya öfkenin de yansıması olabiliyor.

İnsan boşlukla mücadele eder, onu reddetmeye ondan kurtulmaya çalışır ama kolay değildir. Antonin Artaud, boşluğu reddetme çabasından bahsederken şöyle diyor: “Uzun zaman önce Boşluğu hissettim fakat kendimi içine atmayı reddettim. Korkakça davrandım, gördüğüm her şey gibi. Dünyayı reddettiğimi sandığımda aslında reddettiğim Boşluk’tu. Çünkü bu dünyanın var olmadığını biliyorum, nasıl varolmadığını da. Şu âna kadar bana acı veren, Boşluğu reddetmiş olmam. Zaten içimde olan Boşluğu…”(5) Boşluk kaçmaya çalıştığımız bir duygudur, hissettiğimiz ama adını koyamadığımız bu duygudan kurtulmak zorludur çünkü “zaten içimizde olandan” nasıl kaçabiliriz ki? Artaud denemiştir bu duygudan kaçınmayı, dünya ve ona dair olan pek çok şey gibi bu hissin de reddedilebileceğini düşünmüştür ama sonunda teslim olmuştur: “Tamam, bu dünyayı oluşturan her şey umutsuzluğumu tamamladığından beri gerçekten o Boşluğa düşmüş bulunuyorum” der. Bu cümleler, boşluk duygusunu umutsuzlukla birlikte düşünmeye de izin veriyor. Artaud’un bahsettiği dünyadan çok daha çıkışsız hissettiğimiz bir zamanda yaşıyoruz, boş bir umuda kapılmadığımızda, dünyanın sancısını hissettiğimizde umutsuzluk kaçınılmaz oluyor ve bu durumda bireyin boşluğa düşmesi de çok “anormal” değil.

Kötü bir zamanda, Gülten Akın’ın deyimiyle belki de “çağın en karmaşık yerinde durduk”. Böyle bir durumda insanın boşluğa düşmesi de normal, umutsuzluğa kapılması da, devamlı yok hissettirildiğin bir sistemde hiç hissetmek de normal. Boşluğa düşüp hissizleşiyorsun çünkü yapabileceğini bildiğin şeylerin önü devamlı kesiliyor. Var mıyım, yok muyum, bu soru içinde büyüyor çünkü varsam yapmalıyım diye düşünüyorsun ama hayatın engelleri yapabilme gücünü aşındırıyor. Senden beklenen ile senin yapabildiğin arasında boşlukta takılıp kalıyorsun. Bunu çoğumuz yaşıyoruz çünkü yaşamın askıya alındığı bir yerde ve zamanda yaşarken çaresiz kalıyorsun. Bu nedenle, boşluk gibi duygular hakkında konuşurken onun nedenlerini sorgulamak gerekiyor çünkü insanı anlamak için duygular belirleyici bir yerde duruyor. Tüm bu yapma gücümüzü zora sokan duyguları aşmak da bizim elimizde ama her zaman o gücü kendimizde bulamayabiliriz ve bana kalırsa bu da gayet insani.

1 Blanchot, M., (2015), “Karanlık Thomas”, s. 86-86, (Çev. Sosi Dolanoğlu), İstanbul: Metis Yayınları.
2 Kierkegaard, S., (2013), “Aforizmalar”, s. 24, (Çev. Nur Beier), İstanbul: Pinhan Yayıncılık.
3 Chul Han, B., (2021), “Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü ‘Eziyet Çektiren Boşluk’”, s. 55-61, (Çev. Çağlar Tanyeri), İstanbul: İnka.
4 Breton, D., L., (2010), “Ten ve İz”, s. 92, (Çev. İsmail Yerguz), İstanbul: Sel Yayıncılık.
5 Artaud, A., (2019), “Ben Antonin Artaud”, s. 122, (Çev. Mehmet Bağış), İstanbul: Ve Yayınevi.


Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.