YAZARLAR

Boşluktaki ülke

Bu öğrenilmiş çaresizlik halinden kurtulmanın yolu ne? Asıl sorun bu. Her birimiz gemisini yürüten kaptan, herkes kendi koltuğunun Erdoğan’ı olduktan sonra birlikte hareket etmenin, ortak iyinin peşinde koşmanın bir mümkünatı var mı?

Mathieu Kassowitz’in  1995 yılında yazıp yönettiği La Haine (Nefret) filmi, bir anekdotla başlar. Ellinci kattan düşmekte olan bir adam, düşerken “Buraya kadar her şey yolunda.” der, “Buraya kadar her şey yolunda. Nasıl düştüğünün bir önemi yok, önemli olan nasıl yere ineceğin.” Biz toplum olarak uzun zamandır düşüyoruz, her yeni durumda yeni bir dip görüyoruz ve sanki her seferinde hayatta kalmış olmanın, başımıza bir şey gelmemiş olmasının tesellisiyle bakıyoruz dünyaya. Buraya kadar her şey yolunda.

Ülke haftalardır yangınlarla boğuşuyor, üstelik bu yangınlar ilk de değil. Her yıl Çanakkale’de, İzmir’de, Muğla’da orman yangınları ülkenin zaten tehdit altında olan ekolojik dengesini daha da bozacak biçimde tekrar ediyor. Daha iki ay önce, Haziran ayında Mardin ve Diyarbakır’da çıkan yangında üç gün mücadele sürmüşken ve 12 kişi hayatını kaybetmişken, yaz aylarındaki riskler bilindiği halde hazırlık yapılmıyor, önlem alınmıyor, yangınla mücadele yetersiz kalıyor. Son olarak İzmir yangınında hala yanan yer orman mı yerleşim yeri mi tartışması yapılıyor, kimin yetki alanına girdiğine karar verilemiyor. Neredeyse “Bu bizim yetki alanımız değil, o zaman söndürmeyelim.” diyecek bir zihniyet var. Ülkenin üçüncü büyük şehri yanıyor, ilgili bakan 36 saat sonra teşrif ediyor, konuya nihayet dahil oluyor. Bir felaket anında dahi kurumlar arasında birlik ortaklık, siyaset üstü bir mücadele ve müdahale yok. Ülke akılla yönetilmiyor, neredeyse hiç yönetilmiyor, sanki bir boşluğun içinde akıp gidiyor.

Kurumsal çatışma siyasetin en üst kurumları arasında da kendini gösteriyor. Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesindeki hak ihlali kararı dikkate alınmıyor, Can Atalay’ın tutukluluğu sona ermediği için milletvekilliği görevini gerçekleştiremiyor. Sonuç olarak, bu hafta bu kararı görüşmek üzere olağanüstü toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, bırakın Can Atalay kararının görüşülmesini, basit bir demokratik tartışmayı, müzakereyi bile yürütemiyor, ortalık kan revan alanı. Devletin en yüksek kurumlarında o kurumların ağırlığını taşıyacak, hakkını verecek, kurumun kimliğini ve işlevini kendi kimliğinin ve çıkarının üstünde tutacak insanlar yok, tam tersine kurum kimliğini ve işlevini kendi çıkarı için kullanan, işine gelmeyen yerde de kaba kuvvete davranan zorbalar var. Artık bu ülkede kurumlar yok, krallar var, her biri gücü yettiğince hükümranlığını ilan etmiş. Futbol kulübünün başkanı geçit töreni yapıyor, üniversite rektörleri eşe dosta yandaşa kadro dağıtıyor, iktidar yandaşlarına vergi kıyağı çekiyor, bal tutan parmağını yalıyor ama kimse bu haksızlıklarla, yanlışlarla dolu düzeni değiştiremiyor. İnşaatçı çimentodan, demirden çalıyor,  restoran sahibi porsiyondan çalıyor, maden işletmecisi işçinin hayatından çalıyor, ama her birinin yaptığı yanına kar kalınca daha fazlası bunu yapmaya cesaret ediyor. Neyi, nerede kaybettik de bu hale geldik?

Modern toplumun ortaya çıkışında belirleyici olan politik, ekonomik ve sosyal örgütlenmedeki akılcılıktır. İlahi kaynaklardan, kişisel bağlardan ve ilkel mülkiyet ilişkilerinden arındırılmış bir toplumda çatışmayı ortadan kaldıracak kurumsal yapı ve yazılı kurallar bütünü, akılcı toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturur. Ancak böyle bir sistemin sürekliliği, tarihsel örneklerin de gösterdiği gibi akılcı yaşan biçiminin bireyler tarafından kabulü ve içselleştirilmesine bağlıdır. Akılcı bir sistemin sürekliliği, sadece çatışmayı ortadan kaldırmak için değil, aynı zamanda toplumsal ilerlemeyi tetiklemek için de önemlidir. Kurumlar halkın gözünde meşru kalabilmek için akılcılıktan kopmadan işlevlerini gerçekleştirmek, kişisel çıkarlara, ihtiraslara, hırsa ve güce yer vermeden halkın refahını, toplumsal düzeni ve ilerlemeyi gözetmek zorunda. Kurallar, kişilere göre esnetilmeden, kimseyi geride, dışarıda bırakmadan, birilerini diğerlerinden daha fazla korumadan uygulanmak zorunda. Oysa biz hala en basit kuralları, en klişeleşmiş “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma.”, “Birinin özgürlüğü diğerinin özgürlüğünün başladığı yerde biter.”, “Buraya çöp atan eşektir.” düzeyinde bir toplumsallığı dahi hayata geçirmekten uzak durumdayız. Bir arada yaşayamıyor, birbirimizin sınırlarını tanımıyor, birbirimize tahammül edemiyoruz. Kurumların ne işe yaradığını bilmiyor, kuralları hiç takmıyoruz. Yangın haberlerini dinlerken izmaritini arabadan fırlatanların ülkesinde yaşıyoruz.

Modern toplumun siyasi örgütlenmesini meşru kılan en temel unsur ise maddi koşullardaki ortaklık, insana yakışır bir yaşam standardını birlikte inşa etme motivasyonudur. Daha açıkçası, devletin iktidarını meşru bir biçimde sürdürmesi seçkinlerin çıkarlarını korumasına ve kitlelerin refahını muhafaza etmesine bağlıdır. Burada ve kapitalist devlet tartışmalarına derinlemesine girmeden, kapitalist sistemde devletin görece özerkliği veya refah yoluyla tehlikeli sınıfların kontrolü meselelerini deşmeden, basitçe toplumsal uzlaşının siyasi örgütlenmeyle olduğu kadar ekonomik bölüşümle de alakalı olduğunun altını çizmek gerekir. Oysa biz burada da ipin ucunu kaçırmış durumdayız. İster büyük şehirlerdeki emlak piyasasına bakın, ister market fiyatlarına, gelir dağılımındaki dengesizlik ve refahın dağılımı bu kadar bozukken bir arada yaşamaktan bahsetmek, insanları uzlaşıya ikna etmek, “Hepimiz aynı gemideyiz.” safsataları karşılık bulmuyor. Kaymak tabaka zevk-ü-sefa içindeyken emekliden ve asgari ücretliden sabır beklemek, halkın ferasetiyle alay etmek oluyor. İnsanların konuşmasını engelleyerek, resmi açıklamalarda rakamları yanlış veya eksik göstererek gerçekleri perdelemek sıradan vatandaşın sokağa çıktığı an karşılaştığı kriz koşullarını görünmez kılmak mümkün değil.

Çöküş döneminin tam olarak nerede başladığını tanımlamak zor. Gregor Samsa gibi bir sabah uyanıp dev bir böceğe dönüşmedik, ama üst üste gelen ve üstesinden gelemediğimiz felaketlerin sonunda hayatta kalmaya çalışan böcekler gibi çaresizliğe sürüklendik. Birbirinden bağımsızmış gibi görünen bütün bu farklı alanlarda karşımıza çıkan ortak sonuç, toplumsal düzeni sağlamakla sorumlu olan paydaşların sorumluluklarını yerine getirmediği, kamu yararını ve toplumsal iyiyi öne çıkarmadığı bir ortamda bireylerin ne yazılı kurallara ne de yazılı olmayan toplumsal kabullere riayet ettiği bir başıboşluk hali. Geçirdiğimiz her günün, atlattığımız her felaketin ardından tekrar ediyoruz: Buraya kadar her şey yolunda.

Bütün bunlar olurken bu öğrenilmiş çaresizlik halinden kurtulmanın yolu ne? Asıl sorun bu. Her birimiz gemisini yürüten kaptan, herkes kendi koltuğunun Erdoğan’ı olduktan sonra birlikte hareket etmenin, ortak iyinin peşinde koşmanın bir mümkünatı var mı? Birbirimiz için karşılıksız iyilikler yapmayı, bize bir getirisi olmadığı halde birilerinin hakkını savunmayı, erdemli olanı kayıtsız şartsız, kendimiz ve başkaları için, bugün ve her zaman gerçek kılmayı başarmalıyız. Korku ve baskıyla doğruluğundan emin olmadığımız kurallara itaat etmek yerine, toplumsal sorumluluk ve rızayla barışı inşa etmek, yenilikçi bir siyasi anlayışın hedefi olmalı. Geçmişin bayat meselelerini, miadı dolmuş tartışmalarını, siyasi çatışmalarını bir kenara bırakmalı, geçmişe değil geleceğe odaklanmalı. Bunu yaparken dünyanın neresindeyiz, dünyada neler olurken biz nelerin derdindeyiz anlamamız gerekiyor. Ülkenin gençlerini Türkiye’den kaçıran koşulları tersine çevirmeli, “Giderlerse gitsinler.” diyenlere inat, hakkaniyetli bir politika yapımı  ve çalışma ortamı için stratejiler geliştirmeliyiz. Bunun için başta siyasi alandaki muhalefete ama bunun yanında meseleleri kamusal alanda görünür kılacak akılcı bir muhalefete de ihtiyaç var. Sansasyon peşinde koşmayan, tıklanma rekorlarına oynamayan, ama eldeki sınırlı demokrasi alanını etkin kullanan, basitçe muhalefet olsun diye değil, akılcı alternatifleri görünür kılmak ve başka bir siyasetin, başka bir ekonominin mümkün olduğunu kitlelere duyurmak için çalışan bir muhalefet. Bu nedenle yenilikçi bir siyasi anlayışın aynı oranda yenilikçi ve yaratıcı bir muhalefetten çıkacağını kabul etmeli, iktidarı eleştirdiğimiz kadar muhalefeti de aynı kararlılıkla ve daha kıyasıya eleştirmeli, çünkü yanlışı kimden ve neden kaynaklandığına bakmadan ifşa etmezsek aynı teselliye boyun eğmekten başka çaremiz kalmayacak: Buraya kadar her şey yolunda.


Aslıhan Aykaç Kimdir?

İzmir’de doğdu. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans ve doktora derecelerini Binghamton Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden aldı. Burada yazdığı doktora tezi Yeni İşler, Yeni İşçiler adıyla 2009 yılında İletişim Yayınları’ndan Türkçe olarak yayımlandı. 2007 yılında Middle East Research Competition fonundan yararlanarak yürüttüğü araştırmanın sonuçları Toplum ve Bilim dergisinde “Karşılaştırmalı Bir Bakış Açısından Sosyal Güvenlik Reformunun Emek Piyasasına Etkisi” başlığıyla yayınlandı. 2014 yılında Fulbright Doktora Sonrası Araştırma Bursunu kazandı ve 2014-15 akademik yılını Rutgers Üniversitesi’nde araştırmacı olarak geçirdi. Bu araştırma 2017 yılında İngiltere’de Routledge yayınlarından Political Economy of Employment Relations: Alternative Theory and Practice adıyla İngilizce olarak yayımlandı. 2018 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan Dayanışma Ekonomileri bu araştırmayı temel almaktadır. Makaleleri Toplum ve Bilim, New Perspectives on Turkey, Anatolia gibi dergilerde yayımlandı. Nazilli Basma Fabrikası üzerine yürüttüğü araştırması Devletin İşçisi Olmak: Nazilli Basma Fabrikası’nda İşçi Sınıfı Dinamikleri adıyla 2021 yılında İletişim Yayınları tarafından basıldı. Çalışma alanları arasında, siyaset sosyolojisi, çalışma ilişkileri, sosyal politika ve turizm sosyolojisi yer alıyor. Halen Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmalarını sürdürüyor.