YAZARLAR

Brezilya günlükleri: Anne biz artık zengin miyiz?

Onu, mahalle kütüphanesindeki değiş-tokuş kitapları rafında buldum. Bir iki seyahat kitabının yanında silik, sönük duruyordu. Alelade bir defter. Kim, bunu neden buraya koymuş ki diye bakınca, kapakta, artık silinmeye yüz tutmuş koyu mavi mürekkeple yazılmış başlığı gördüm: Brezilya Günlüğü…

1.

Onu, mahalle kütüphanesindeki değiş-tokuş kitapları rafında buldum. Bir iki seyahat kitabının yanında silik, sönük duruyordu. Alelade bir defter. Kim, bunu neden buraya koymuş ki diye bakınca, kapakta, artık silinmeye yüz tutmuş koyu mavi mürekkeple yazılmış başlığı gördüm: Brezilya Günlüğü…

Kapağın alt tarafında, başlığın biraz aşağısında, çocuk defterlerine özgü o etiket kısmı vardı. 

Bu defterin sahibi: Amalia

Yaşı: 13

Adresi: Rio de Janeiro

Tarih: 1997

Sayfalarını karıştırdım; harfleri bazen sağa bazen sola yatıran, keyfekeder genişletip daraltan kararsız bir çocuk yazısı… Bir yandan da şaşırtıcı derecede akıcı, işlek, hatta olgun bir Hollandaca. Aklı boyundan büyük bir kız çocuğunun defteri… Yine de bir çocuk defteri. Kapaktaki koyu renk, mürekkepli kalemle yazılmış; bazı kelimelerin, cümlelerin üzeri özensizce çizilmiş. Bazı paragraflar tamamlanmamış, cümlenin yarısında havada kalmış. Sanki Amalia oturmuş bunları yazarken, annesi içeriden seslenmiş ve onu yemeğe çağırmış gibi…

Defteri hemen çantama attım. 

2.

3 Ocak 1997

Geçen kış sıcaktı; bu kış daha sıcak. 

Noel zamanını yine sahilde miskinlik yaparak geçirdik. Babam sürekli kahve annem ise caipirinha içiyor. Akşam da tam tersi. Ev sahile 546 adım uzakta. Tam olarak. Biliyorum çünkü dış kapının önünden saydım. Bizim bahçeyi de saymam gerekiyor mu, emin değilim. Dış kapıdan tam 546 adım sonra havlumuzu serdiğimiz noktaya ulaşıyoruz. Babam nereden buluyorsa hemen plastik bardakta bir kahve buluyor. Elini yaka yaka içiyor. 

Dün yine babam çok istediği için Cristo Redentor’a gittik. Üçüncü defa. Şehre tepeden bakan o dev heykele… Yine yağmura tutulduk. Vardığımızda İsa, her zamanki gibi sisler içindeydi. Onu bir türlü güneşte yakalayamadık. Babam “ben böyle seviyorum” diyor ama bence bozuntuya vermemek için numara yapıyor. 

Bundan sonra her kış böyle sıcak mı geçecek? 

28 Mart 1997

Bana mektup yazan herkes Karnaval’ı soruyor. En sonunda Carolien de sordu. Mektubunu yazmadan önceki gün televizyonda görmüş. 

Nisan olmak üzere artık. Ne kadar geç geliyor mektuplar.  

Bu sene ikinci Karnaval’ımı yaşadım. İlk seneyi çok hatırlamıyorum çünkü rüya gördüğümü düşünmüştüm. Değilmiş. İnsanlar gerçekten düşlerdeymiş gibi giyinip dans edebiliyormuş. Bu sene biraz da Portekizce bildiğimden, gazetelerde ve televizyonlarda nasıl hazırlandıklarını takip de ettim. 

Rio’da çok önemli dans okulları var. Vila İsabel, Unidos de Tujica, Beija Flor, Tradição, Imperatriz, Mangueira, Portela… Bunlar gerçek okul değiller, yani her gün bu okula gidip sınıf geçmek için uğraşmıyorsun, karne almıyorsun ama bir okul kadar ciddiler. Sene boyunca bir sonraki Karnaval için çalışıyorlar. Hangi danslar seçilecek, kim dans edecek, kıyafetler nasıl olacak?

Kıyafetler… Yaldızlar, tüyler, renkler… Geçen sene bana “rüya görüyorum herhalde” dedirten en çok onlardı. Sonraki günlerde rüyada kendimi gerçekten Karnaval’da gördüm. Dans ediyorum, şarkı söylüyorum, davul çalıyorum. 

Eskiden kadınların dans etmesine izin verilmezmiş. Kadınların davul çalmasına halen izin verilmiyor. Evet, Rio’da. Karnaval’da. Bu erkekler kendini ne sanıyor?

Sadece erkeklerin dans ettiği bir Karnaval… Ne saçmaymış. İyi ki değişmiş. Davul işi de değişecek… O zaman belki ben de çalarım. Karnaval’a ancak öyle katılabilirim; çünkü sopa yutmuş gibi dans ediyorum. Burada ben değil Carolien olsaydı, samba okulunun kraliçesi olurdu. 

Her okulun her sene bir de Kraliçe seçtiğini söylemiş miydim? En güzel olanı, en iyi dans edeni seçiyorlar. Evet, arılar gibi…

11 Nisan 1997

Sahile çok yakın bir evimiz var. Okuldan çıkınca, okyanusa girebiliyoruz. Çoğu akşam dışarıda yemek yiyoruz. Hollanda’da yaşarken bunların hiçbiri yoktu. 

Anneme “artık biz zengin miyiz” diye sordum. 

Dikkatle düşündü ve “değiliz” dedi. “Bizden daha fakir insanların arasına geldik sadece.”

Zenginlik bu değil mi zaten?

6 Haziran 1997

Manaus’tayız. 

Burası Amazon ormanlarının başkenti. Nehrin kenarında, tam değilse de yağmur ormanlarının ortasında bir şehir… Manaus’a gelmek için küçük, pırpırlı bir uçağa binince babam, “kendimi Mister No gibi hissediyorum” dedi sevinçle. Annem, “her şeye ‘hayır’ dediğin için mi” diyerek güldü. Babam suratını astı. “Hayır” dedi… Annem yine güldü. Bu defa babam da sırıttı biraz. 

Mister No, babamın çok sevdiği bir çizgiroman. Annem de bunu biliyor. Hatta annem de seviyor. Ama annem babama takılmayı daha çok seviyor. 

Mister No’nun küçük bir uçağı var. Yağmur ormanlarının üzerinden aşarak bulduğu her açıklığa iniyor. Esas görev yeri ise Manaus. Bu gördüğüm Manaus değil ama. Burası dev gibi bir şehir, çizgiromandakine pek benzemiyor. 

Ya da birazcık benziyor. Örneğin pembe mermerden opera binası çizgiromanda da var. Ama gerçek hayatta neden var, orasını pek anlamadım. Bizi gezdiren rehber, Manaus’un 1800’lü yılların sonunda bir tür ‘belle epoque’ (bu kelimeyi sonradan sözlükte aradım) yaşadığını anlattı. Buradaki kauçuk ağaçlarından çıkarılan kauçuk maddesi dünyanın tümünde araba lastiği yapımında kullanılıyormuş ve Manaus’ta bu işi yapanlar çok zengin olmuş. İşte bu pembe opera binasını da zenginliklerinin sembolü olsun diye inşa etmişler. Tüccarlar, kauçuk tohumlarını dışarıya kaçırıp, bu ağaçları başka yerlerde de yetiştirmeye başlayınca dünya Manaus’tan vazgeçmiş. Zenginlik bitmiş. İşte o zaman opera binası da unutulmuş. Geçen seneye kadar… 1996’da 100 yaşına gelen binada ünlü tenor José Carreras konser verdi. Manaus Opera Binası yeniden çalışmaya başladı. Biz de geldik işte. 

Kafama halen oturmadı. Bu bina bir Avrupa binası. Buraya yabancı. Benim gibi. Dışarıdaki yoksulluğu görünce, bu zenginlik buraya daha da yabancı geliyor. Bir hata gibi duruyor. Yanlış anlatılmış bir masal gibi.

1 Eylül 1997

Hollanda’ya gidip döndük. Bana herkes “Brezilya nasıl bir ülke” diye sordu. Anlattım. Yağmurlar, okyanus, yağmur ormanları, futbol. Biraz coğrafya, biraz kültür dersi gibi… Bu kadarını biliyorlardı zaten. Sadece dedeme, “orası ülke değil, müzik” dedim. Gerçekte hissettiğim bu. Dedemden başka kimseye bunu söyleyemedim, biraz utandım.

Bir şarkı, bir ritm, müzik. Brezilya’nın ruhu notalardan örülmüş. Bunları başkalarına anlatmaya çekiniyorum. 

Yoksulluğu anlatmaya da çekiniyorum. Hollanda’da bunu kimse anlamaz. Favelalara bakarlar, sahillere bakarlar, futbolculara bakarlar, hepsini birbirine bağlarlar. Müziği de o yüzden anlatamıyorum. “Fakirler ama mutlular” demesinler diye… Çünkü ikisinin birbiriyle ilgisi yok. 

Mutlu olmak için zengin olmaya gerek yok ama fakir olmaya da gerek yok. Bunu anlamak için neye gerek var peki?

Büyüyünce bir kitap yazmak ve bunları herkese anlatmak istiyorum… 

3. 

Defteri iki saat içinde okuyup bitirdim. Amalia, Salvador’a, Bela Horizonte’ye, Porto Alegre’ye, São Paulo’ya ve daha birçok başka yere, annesi ve babasıyla beraber yaptığı seyahatleri anlatıyor, Brezilya’daki yaşam biçimini çocuksu ama yine de yaşına göre keskin bir üslupla tarif ediyordu. Yoksulluğa çok üzülüyordu. Kendini bir haksızlığın parçası olarak görüyordu. Öfkeleniyordu. Hem iyi hem de vicdanlı bir yazardı Amalia…  

“Acaba şimdi nerededir” diye düşünürken, defterin sonundaki boş sayfada kısa bir nota rastladım. Başka bir Amalia tarafından kaleme alınmıştı. Daha kararlı bir yazıya sahip, büyümüş bir Amalia tarafından. 

“Merhaba, ben Amalia.

Bu defteri ben unutmuştum ama annem-babam saklamış. Yıllar sonra başka bir şeyi ararken buldum. Tekrar tekrar okudum. Ağladım. Hep defteriyle dolaşan bu küçük kız çocuğunu ne kadar özlemişim… Her şeye, her ana şaşırıyordu ve Brezilya’da her şeye şaşırmak ne kolaydı. Ne kadar az şey kaldı bu şaşkınlıktan geriye. 

Annemin işi için Brezilya’daydık. 2000 yılında Hollanda’ya döndük. Brezilya’yla ve Portekizce’yle bağımı hep korudum ama 13 yaşındaki Amalia, bana şimdi bir başkası gibi geliyor. Görmüş ve yazmış. Müziğin içinde yaşamış. Kızmış, söylenmiş, itiraz etmiş.

Belki ona ne olduğunu merak etmişsindir, sevgili okur. Ne olmadığını söyleyeyim... Büyüyünce bir yazar olmadı. Müzisyen oldu. Perküsyon çalmayı öğrendi; halen de çalıyor. O küçük Amalia bilse herhalde mutlu olurdu; dans etmeye de başladı. Üstelik yıllar sonra bir Karnaval’da hem dans etti hem o küçük kız çocuğunun gücüne giden son tabu da yıkılmış olduğundan perküsyon çaldı. Hayatını böyle kazanıyor şimdi. Hollanda’da, Brezilya’da, daha birçok yerde. O küçük kız çocuğu seyahat etmeyi halen çok seviyor.

Bir farkımız var onunla. Artık yazmıyor. Yazmıyorum.

13 yaşındaki Amalia yazar olmayı çok istiyordu. Ama hayat öyle gelişmedi, ne yapalım… Yine de ona borçlu olduğum bir şey var. 

Sene 2019… Ben artık 35 yaşındayım ve 13 yaşındaki Amalia’nın yazdıkları okunsun istiyorum. Hem de o haliyle, o şekliyle. Birazdan bu defteri götürüp bir değiş-tokuş kitaplığına koyacağım. Bu defteri bulup okuyan kişi, onu bir başka kitaplığa ya da nerede bulunacağını düşünüyorsa oraya koysun, olur mu?

Güle güle tatlı ve öfkeli Amalia. Seni çok seviyorum. 

A.

Amsterdam, 2019”

4.

35 yaşındaki Amalia’nın istediğini yaptım. Defteri götürüp başka bir yere koydum. Bir kısmını Türkçeye de çevirdim ki başka bir dilde de okunsun. Brezilya’ya çok uzak ama bir şekilde benzer bir ülkede de…

O 13 yaşındaki kız çocuğu yeni okurlarını bilse, mutlu olur muydu acaba?


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.