Bu bahar çok ölü yaptık
İlk şiir kitabı yayınlayan Gül Abus Semerci, şiiri doğrudan doğruya dizelerle yazmıyor, önce bir atmosfer kuruyor ve dizeleri o atmosferin içine yerleştiriyor.
‘Dışarıdan İyiyiz Ama İçimizdeki Sıkıntılar Büyük’, Gül Abus Semerci’nin ilk şiir kitabı. Öncesinde öykü kitaplarıyla, senaryolarıyla tanıyoruz Semerci’yi. Elbette öykü ve senaryo yazarlığının kazandırdığı gözlem yeteneği ve bunun sonucunda edinilen, karakterlerin gündelik hayattaki davranışlarının duygu dünyalarıyla ve kişilik özellikleriyle çelişki içinde olmaması gerekliliğinin çok iyi bilinmesi, şiirlerdeki kişilerin sonuna kadar ‘gerçek’ olmasını sağlıyor. Kişilerin yerine kadınların mı demeliyim yoksa? Çünkü şiirlerin ana öznesi, içindeki sıkıntılar büyük olan ama dışardan bakınca ‘iyi’ymiş gibi duran, öyle davranmak zorunda kalan kadınlar. Erkekler yok mu peki şiirlerinde? Var elbette. Aynı hayattaki kadar ve hayattaki işlevleriyle varlar. Erkin temsilcisi olduklarına inandırıldıkları için kendilerini güçlü ve hakim sanan silik karakterler olarak yani.
Anlatımcı bir şiiri var Gül Abus Semerci’nin; ama bu tespiti yapmanın bir anlamı yok, çünkü bir şiirin anlatımcı olup olmaması değil, anlatıyorsa ne anlattığı, çağrıştırıyorsa ne çağrıştırdığıdır önemli olan. Şiiri doğrudan doğruya dizelerle yazmıyor, önce bir atmosfer kuruyor ve dizeleri o atmosferin içine yerleştiriyor. Dizeler birbirine eklemlendikçe görüntü değişebiliyor, bir sonraki kareye kayıyor gözlerimiz. Şiir dili akıcı ve tam da kendimizi dilin ritmine kaptırmışken, araya bazı ‘pürtüklü şeyler’ giriyor. Dilimizin dolanmaya başladığı anda diğer görüntüye geçiyoruz. Hayat böyle akışkan ve kaygan değildir, diyor sanki bize; bir durun bakalım, sırada tökezleme anları var.
Daha kitabın ilk sayfasında ‘Şiir Yazan Bir Ev Kadınının Ahlakı’yla karşılaşıyoruz. Bu, sıradan bir karşılaşma değil. Orhan Veli’nin “Gemliğe doğru denizi göreceksin/Sakın şaşırma” dizelerinde olduğu gibi, şaşırtıcı bir karşılaşma. Virajı dönünce, aniden, şiir yazan bir ev kadını çıkıyor karşımıza. Onun ahlâkı da çıkıyor demiyorum, gereksiz olur, çünkü ahlâkı ona dahil. Pazar günleri şiir yazan bir kadın bu. Kocasıyla, biri kız diğeri oğlan iki çocuğuyla yaptığı Pazar kahvaltılarını sevmiyor. Zaten kim sever ki, sever gibi yapanlardan başka? (Elbette Türk tipi baskıcı/boğucu aile yapısı dahilinde söylüyorum bunu. Ruh serbestse ve kahvaltı tercihse, neden sevilmesin?)
Sonra bir kafeye gidip kadınların kıyısında oturur. Kızla oğlan kurstayken yazılacaktır şiir. Başka kadınların kıyısı, kocasını aldatmaktan korkan kadınların oturması gereken yerdir zaten. Peki, kocasını aldatma gibi bir arzusu var mıdır kadının? Ne fark eder ki? Belki yoktur, büyük ihtimalle yoktur ama ne olur ne olmaz, kadın yine de tedbirini almalıdır, içinde olur olmaz bir arzu belirmesin diye. Çünkü bir ev kadınının ahlâkı bunu gerektirir. Şiir yazarken hayal kurar mı, kurar. Zaten şiir, düşünsel bir sıçrama, sıradan bir boşluğu metaforlarla doldurma eylemi değil midir bir bakıma? Derken kocası gelir aklına. Bunları bilse ne der kocası? “Ne ayaksın kız sen” der, “Yatırır s.ker.” Bu son dize çok mu avam olmuş? Yoo… Evli bir adamın, karısıyla arasındaki cinsel münasebetin hem düşünsel hem eylemsel birebir aktarımı bu.
FAKİRLER DENİZDE ÇIRPINA ÇIRPINA YÜZER
Peki Nagihan şiirlerin neresinde? Bir gündelikçi olarak, tam merkezinde. Nagihan ter kokar. Nagihan pistir. Nasıl olmasın ki, gündelikçi Nagihan’ın işi pisliği temizlemektir zaten. Elleri ekmeği bir kerede koparan bir kadındır Nagihan. Onu eve gündelikçi olarak alan kadın, bir kerede koparmaz ekmeği, nazikçe mi koparır artık, yoksa bıçakla ince dilimler halinde mi keser, orasını bilemeyiz. Tahmin edebiliriz ama. “Nagihan’ın koca kıçının yanında benimki ufacık yusyuvarlak” der şiir öznesi kadın. Bu dizeden yola çıkarak kadınların kalçaları sınıfsaldır, diyebilir miyiz? Tabii ki diyebiliriz. Haftada en az üç kere spor salonuna giden bir kadınla Allah'ın günü gündeliğe giden bir kadınınki nasıl aynı olabilir? Onu bir yana bırakın, yüzmek bile sınıfsaldır: Dengeli ve ahenkli serbest stil bir yüzüşüm/ var. Dikkat ettiniz mi; fakirler denizde/ çırpına çırpına yüzer…
‘Tedirgin Dalış’ adlı şiirde, “Yazları denizde,/ kışları evin bahçesinde boğmayı/ düşünüyorum kendimi…” diyen bir kadınla karşılaşıyoruz. Bu dizelerdeki kendini boğma düşüncesi; boğma mevsimi olarak kurgulanan yaz/ kış ve boğma mekânı olarak kurgulanan deniz/ evin bahçesi ikilemlerinin üzerinde durmak gerektiğine inanıyorum. Yazın, yani güneşli, sıcak ve aydınlık mevsimde mekân tüm genişliği, enginliğiyle deniz olurken; kışın, yani kapalı, kasvetli, soğuk mevsimde, dar bir alana, evin bahçesine dönüşüyor, sıkışıyor hatta sığlaşıyor. Ancak, hem deniz hem de bahçe, her ikisi de doğanın birer parçası. Yaz ve kış mevsimleri de zaten doğanın döngüselliğini imliyor. Kadın boğarsa eğer kendini, doğada boğuyor. Evde, odada, mahzende değil.
Biliyoruz ki, kadın, sadece antik Yunan’dan itibaren değil, çok daha eski dönemlerden beri doğayı simgeler. Kadın doğanın ta kendisidir. Peki kendini boğma düşüncesi için ne diyebiliriz? (Düşünce diyorum çünkü şiirde boğma eylemi gerçekleşmiyor, sadece düşünülüyor.) Öldürme yetisi, erkeğin, kendini var edebilmek için tarihsel süreç içinde elde ettiği bir yetidir. Doğurma, doğanın en büyük yetisidir ve kadına aittir. Aynı güçte olmasa bile, en azından ona yakın sayılabilecek bir yeti edinemezse, erkek hep eksik ve geri planda kalmış bir homo sapiens olarak kalacaktır. O yüzden, uğraşa didine öldürme yetisini elde eder; güç dengesini sağlamak için. Şiirde, şiirin öznesi olan kadın, bir başkasını değil, kendini öldürmeyi düşünüyor. Bunu düşünebilmesinde bir sakınca yok, çünkü özkıyımı felsefi anlamda bir öldürme, bir “katl” eyleminden çok, kendi varoluşunu sonlandırma olarak görebiliriz. Özkıyım, kişinin kendi hakkındaki tasarrufudur bir anlamda. O yüzden, kendini öldürme eylemini, erkeğin elinden ‘öldürme’ yetisini almak olarak göremeyiz. Ki kadın, onu da başaramayacaktır zaten. Kendini boğmayı doğada, (yani kendi varoluşu içinde, kendine ait olanda, kendinde simgeleşen yerde) yapmayı düşünmüştür ve tam da bu yüzden başarısız olmuştur. Doğa (kendi benliği) buna izin vermemiş, yine doğayı simgeleyen başka canlıları, kuşları göndermiştir. “Ve eğer anladıysanız eğer, evin bahçesinde/ kendimi boğmanın mümkün olmadığını da/ fark etmişsinizdir./ Bir grup kuş el ele vermiş, sanki bok varmış/ gibi cik cik ötüyorlar…” Doğa/ doğum arketipi bu kez kuş sesiyle dile gelmiştir. buna rağmen kendini öldürebilmek, ancak on binlerce yıldır süregelen bu arketipin tersine dönmesiyle mümkün olabilir ki, bu da mümkün değildir.
BİR KADIN EN ÇOK 72 YAŞINDA ÜZÜLÜR
Çünkü artık yaşlanmıştır ve yaşlılık dönüp geriye bakabilmektir. Gül Abus Semerci’nin dizesiyle söylersek, “İsimlerini hatırlamadığı adamların yüzlerini düşünür” artık kadın. Hatta, “çöpü dışarıya çıkardığında Atalay’a söyleyemediği bazı şeyler”i de (kendisi öyle söylemiyor ama bence bunun için de en uygun yaş 72 olabilir) düşünür. “Ah Atalay!/ ah gözümün feri!/ ah aptal!” diyerek, hem sevgiyle hem kırgınlıkla içinden geçirir ona söylememek istediği, belki kaç kez dilinin ucuna gelip de söyleyemediği şeyleri. Bu söylemek isteyip de söyleyememe halinin çöpü dışarı çıkardığında meydana gelmesi önemli. Çöp, evin kiridir. Çöp (geçmişteki acı gerçekler) evden uzaklaştırılırken, ev kirden (geçmişteki acı gerçeklerden) arındırılmış olur. Tam zamanıdır ama söyleyememiştir işte. Çünkü söylemek kararlılık gerektirir ve ancak terazinin bir kefesinin diğerine ağır basmasıyla gerçekleşebilir. Bence kadının terazisi (sevgi/ kırgınlık, kızgınlık/ acıma, sahiplenme/ dışlama) dengededir henüz.
Peki, nasıl bir adamdır Atalay? ‘Boyu posu yerinde, ince pürüzsüz teninin hemen altındaki o sert kıvrımları göz alıcı’ bir adamdır. Şiir öznesi, böyle tarif ettiğine göre, fiziksel olarak hâlâ hayranlık duymaktadır Atalay’a. Ama onun ölümünü düşününce, “Yıkayacaklar seni çırılçıplak sefil! Öne arkaya yana döne/ savuracaklar! Senin pek övündüğün, benim/ söylemeye utandığım şeylerin sağa sola/ çarpacak…” demekten kendini alamaz. Hatta Atalay’ın ölümü düşüncesi, bastırılmış bir ‘haz’zı açığa çıkartır. Gasilhanede yıkanırkenki görüntüsü, yıllardır içinde biriken acının, alamadığı intikamın, soramadığı hesabın simgesidir adeta. Onu öyle görmek ya da hayal etmekten başka, yüreğini soğutacak bir şey kalmamıştır. Ha, bir de onu bekleyen cehennem vardır tabii. ‘Yanacak’ olmasını düşünmek de içini rahatlatır. Hem de tek başına değil, ona eşlik edecek o kızla birlikte yanacaktır Atalay. Cehennemin o kızgın alevleri içindeyken bile, ne yapıp edip yanında o kızın olduğunu fark edecektir. “Nasıl da fark edeceksin hayvan!” diye sorar kadın ve cevabı kendisi verir. Cevabı biliyordur çünkü yaşadığı hayat, ona bu bilgiyi öğretmiştir çoktan: “Koca memelerinden tanıyacaksın. Selin/ diyeceksin. Gel tatlım diye uzatacak elini./ Memelerin tesirinde o tarafa ilerleyeceksin./ Salaksın Atalay…”
Hikâyeler mutlu bitmiyor Gül Abus Semerci’nin şiirlerinde. Ama herkes mutsuz da değil. Farkında olmakla olmamak, kabullenmekle kendince bir neden uydurup görmezden gelmek arasındaki şeyi çelişki, ikilem falan gibi kavramlarla tanımlayıp geçebiliriz. Ancak, bu sözcükler, hayatın iki ucunu ya da iki uçtaki hayatlar arasındaki uçurumu ifade etmekte yetersiz kalır. “Sanırsın beklediğimiz hep bir erkek /Sanırsın aşktan küf tuttuk” diyen bir kadın, fotoğraflara bakıp bakıp, zaten çirkindi, diye avutabilir kendini; ama bir başkası, boğucu bir duygunun sarmalında, “Ben o çekyatların arasında boşuna ölmüyorum Aziz,” diye seslenebilir son bir çabayla. Biz ise, şiirleri okurken tüm bunları düşünüp hayatı tekrardan teraziye de koyabiliriz, okuduklarımızı kafamızdan atmak için oturup kek yapabilir, spor yapabilir hatta ağlayabiliriz. Ama etkisinden kurtulamayacağımız bir şey var: Hepimiz biliyoruz ki, “bu bahar çok ölü yaptık”. Ve korkarım bundan sonraki baharlarda, daha çok ölü yapacağız!