Bu da gelir, bu da geçer ağlama!
Soluk kesmek istedikçe oluk oluk bir şeyler akıyor, bir diğerine karışıyor, çoğalıyor. Tabiatın yeter deyişi, hayvanların yeter diye inleyişi, kimi insanın yeter diye bağırışı bir diğerine el uzattı uzatıyor, omuz verdi veriyor. “Kötülüğün sıradanlaşması”na karşı “İyiliğin sıradışılığı” diye bir şey de var. Sıraya girmez, boyun eğmez, ilanihaye teslim olmaz, sesini soluğunu yutup kalmaz!
Gece, çoğu zaman aynı saatte, bir familya halinde, minikler peş peşe tek sıra, büyükler gerçekten büyük, yaban domuzları geliyor.
Çöplüklerde insanlardan artanları, bahçelerde ağaçlardan düşenleri, ıslak toprak altındaki başka canlıları toplamak için.
Hem avcılar, hem toplayıcı.
Hem özgürler, hem kaderlerinin ve zamanın rehinesi.
Hem açlar, hem hayata tutunacak kadar inatçı.
Elbette insan diye adlandıramadıkları bu garip, arsız, muhteris; hayatı ve tabiatı temerküz altına alan yaratıkların; kendilerini yangınla, betonla ormanlardan, tepelerden açlığa sürgün edişine karşılık, insanın kendini güvende sandığı arazisine giriyorlar.
Bir intikam duygusuyla da değil, muhtemelen; ihtiyaç dürtüsüyle, kendilerini, çocukları doyurmak, bu hayattan küçük bir pay almak için.
İnsanlar, yani bizler, korkuyoruz, kızıyoruz, bağırıyoruz, kovalıyoruz, sopalar ve gürültüyle tehdit ediyoruz.
Ama yaban domuzları ertesi gece tekrar, aynı saatte geliyor.
Çünkü aç bırakırsan, haneye tecavüz edersen, tabiatıyla oynarsan, onurunu zedelersen, olacağı bu.
İnsanın insana ettiklerinde de farklı bir şey yok aslında.
Ezilenin, ötelenenin, itilenin, tehdit edilenin, yasaklananın, aç kalanın, evlatlarını doyurmak isteyenin de içinde birikiyor, birikiyor, birikiyor.
Tabiat böyle.
Ezme ve ezilmenin tabiatı öyle.
Onuruyla, hayatıyla oynandığında, yüreğin tabiatı öyle.
Boğmaya kalktığında, hayatını kuşattığında, zihnini rehin almak istediğinde, durmadan hakkını yediğinde ve bunu seslendirdiğinde üzerine basmak istediğinde; boyun eğecek sandığın başının dikilişi öyle.
Düşüncesini, dilediğine inanma-inanmama hakkını, kendi hayatının hak ettiği saygıyı; özünü sözünü, şiirini şarkısını, sesini nefesini, aşkını tutkusunu, hayalini umudunu yasaklamak, yok etmek istediğinde; aklının kıvrımlarının tutuşması öyle.
Nefretine, hiddetine, şiddetine, kibrine, böbürlenmene, kudret ve kuvvet histerilerine rağmen; omuz omuza duruşların daha mümkün hale gelişi öyle.
Birini, birilerini linçe kalkıştığında, tüm pisliklerinin dökülüşü, çöplerinin karıştırılışı; unutturmak istediklerinin hatırlanışının arkasındaki öfke öyle.
Cem Adrian, Munzur Festivali’ne sokulmayan Grup Yorum ve Grup İsyan için de o yüzden söylüyor…
Nasıl Sezen Aksu yalnız kalmamışsa, Birce Akalay da tehdit karşısında kendisiyle dayanışanlarla birlikte daha da büyüyor.
Migros deposundaki işçiler öyle öyle yenilmedi.
Tıp fakültesi yıllık 300 bin liranın üzerinde talep eden üniversitedeki taşeron işçiler o yüzden insan ve insanlık hakları için direnebiliyor.
Boğaziçi’nde mavi dayanışma o yüzden inadına sürüyor.
Doktorların hepsi o yüzden “İktidarın doktorları” olmuyor.
Soluk kesmek istedikçe oluk oluk bir şeyler akıyor, bir diğerine karışıyor, çoğalıyor.
Tabiatın yeter deyişi, hayvanların yeter diye inleyişi, kimi insanın yeter diye bağırışı bir diğerine el uzattı uzatıyor, omuz verdi veriyor.
“Kötülüğün sıradanlaşması”na karşı “İyiliğin sıradışılığı” diye bir şey de var.
Sıraya girmez, boyun eğmez, ilanihaye teslim olmaz, sesini soluğunu yutup kalmaz!
Şimdi Cem Adrian’ı dinleyelim Munzur’dan, Dersim’den, Tunceli’den:
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Göklere erişti figânım ahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Bir gülün çevresi dikendir hardır
Bülbül har elinden ah ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Daimi´yem her can ermez bu sırra
Gerçek aşık olan yeter o nura
Yusuf sabır ile vardı mısıra
Bu da gelir bu da geçer ağlama