Bu dünyaya ait olmanın imkânsızlığı: Matthew Wong ve Vincent van Gogh
Matthew Wong ve Vincent van Gogh... İkisi de ancak 20’li yaşlarının sonlarında sanatçı kimliğini kazanmışlar, manzara ressamları olarak övgü toplamışlar ve 30’larının ortasında kendi kararlarıyla hayata veda etmişler. İki sanatçının tuvallerinde benzer bir ruhsallık, canlı renkler ve dışavurumcu bir üslup hâkim.
“Onun içinde kendimi görüyorum. Bu dünyada ait olmanın imkânsızlığını.”
Matthew Wong’un 2018 yılında galericisine Vincent van Gogh ile ilgili gönderdiği mesaj.
Yılın son günlerinde, en sevdiğim müzelerden biri olan Kunsthaus Zürich’teyim. Çok ünlü bir sanatçının sergisi var ana sergi salonunda, aylardır reklamı yapılıyor. Sonra müzenin koleksiyonunun ve nispeten daha küçük sergilerin olduğu, daha sakin ama daha görkemli binaya geçiyorum. Ve o daha sakin, daha görkemli binada, daha sakin ama daha görkemli bir sergide gördüğüm resimlere vuruluyorum...
Matthew Wong ile ilk tanışmam bu. Zaten bundan sonra ancak tekrarı olacak ama yeni keşifler olmayacak; çünkü Wong’un hassas ruhu, 35 yaşında bu dünyaya veda etmeye karar veriyor. Benim kişisel tarihim ve zevklerim için daha ne kadar güzel bir denk geliş olabilirdi bilemiyorum ama 30’larımın sonlarında tanıyıp vurulduğum Wong’un eserleri ile Wong’un ilham perilerinden, çocukluğum ve gençliğim boyunca kendi seçimimle odamda asılı tek röprodüksiyonun sahibi Vincent van Gogh’u Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi, “Matthew Wong, Vincent van Gogh: Son Çare Olarak Resim” başlıklı sergide bir araya getirmiş. Sergi önce Amsterdam’da, şimdi Zürih’te, daha sonra da Viyana’da olacak.
Bu harika birlikteliği mümkün kılan serginin tek başlangıç noktası Wong’un Van Gogh hayranlığı değil; iki sanatçının aralarında bir asırdan fazla zaman olsa da, hayatları dikkat çekici şekilde paralellikler taşıyor: İkisi de ancak 20’li yaşlarının sonlarında sanatçı kimliğini kazanmışlar, manzara ressamları olarak övgü toplamışlar ve 30’larının ortasında kendi kararlarıyla hayata veda etmişler. İki sanatçının tuvallerinde benzer bir ruhsallık, canlı renkler ve dışavurumcu bir üslup hâkim. Her ikisi de impasto tekniğini yoğun bir şekilde kullanmış ve fırça darbeleriyle duygularını dışa vurmuş. Sonradan kendine kendine keşfedilen yetenek, kendine has tarz, renk ve melankolik sonlar... Zürih’teki sergide Wong’un iç dünyasına girdiğinizi derin derin hissettiğiniz, 40 eseri, Van Gogh’un yalnızca altı eseri bulunuyor. Küratörler, bu sergiyi, Wong’u Van Gogh’un evine davet etmek olarak görmüşler. Wong’un direkt olarak Van Gogh’a referans vererek 2019 yılında yaptığı “Yıldızlı Gece” gibi eserleri ve Van Gogh’un kaybolan “Tarascon’a Giden Ressam” tablosunun bir kopyası olan Wong’un “Ağaçların Arasında” (Wong, merkezdeki yalnız figürü, Edmonton’da -hayatının en zor anlarını geçirdiğini belirttiği- bir parktaki bankla değiştirmiştir) eseri ile Van Gogh’un eserleri buluşuyor. Kopya dediysem de, gerçek bir kopya gibi düşünmeyin... Evet, referansı anlıyorsunuz ama Wong’un farklı akımlardan beslenen tarzı bambaşka. Üstelik Wong, hepimiz için tarihsel bir figüre, uzak bir efsaneye dönüşmüş Van Gogh’un yanında bugünün yalnızlığına, çaresizliğine dair bir tanıdıklık gibi...
Sergide olduğu gibi, Wong’u biraz mercek altına alalım. Matthew Wong, 1984 yılında Toronto’da doğmuş. Ailesiyle birlikte Hong Kong’a taşındıktan sonra yeniden Toronto’ya dönmüş. İlk olarak antropoloji okuyan ardından fotoğrafçılık üzerine yüksek lisans yapan Wong’un sanatla olan yakın ilişkisi ancak 2010 yılı civarı böyle başlamış. Bu dönemde özellikle Facebook üzerinden hem kendi teknikler öğrenmiş, hem diğer sanatçılarla bol bol yazışıp fikir paylaşmış. Sanat tarihine derin bir ilgi duyan sanatçı, Van Gogh’un yanı sıra, Henri Matisse, Shitao, Gustav Klimt, Yayoi Kusama ve Alex Katz gibi sanatçıların eserlerini çalışıp onlardan da referans almış. Tüm bunlar bir yana bence Wong’un resimlerini acayip etkileyici yapan unsur, Wong’un eserlerine yansıtabildiği duygusallığı. Otizm spektrumunda olan, Tourette sendromu ve kronik depresyonla da mücadele eden Wong, resmi bir terapi, bir kendini ifade etme biçimi olarak görmüş. Üretmeyi içsel bir gereklilik olarak gördüğü resimlerinde Wong’un kullandığı renklerin ve fırça darbelerinin enerjisi size geçiyor. Renkli tablolarla coşarken, sanatçının seçtiği giderek koyulaşan renklerinde, koca bir manzaradaki küçücük tek bir figüründe onun yalnızlık duygusunu da anlıyorsunuz. Sergideki videoda anlatıldığı gibi, Wong’un tıpkı bir caz müzisyeninin doğaçlama yaptığı gibi, özgürce dolaşan bir düşünsel akışa sahip olan resimlerinde günümüz insanın içsel boşluğunu, yalnızlığını ve melankolisini duyuyor, kalbinin kırıklığını hissediyorsunuz.
Matthew Wong, hakikaten üretiminin baharında bu hayata veda ettiği için onun gelişebilecek tekniğini, iç dünyasının daha da derin noktalarını göremeyeceğiz. En azından Wong, ilham perisi Van Gogh’un aksine başarıyı tatmış ama... Wong’un 2019’da New York’taki ilk kişisel sergisi, ABD’nin en ünlü sanat eleştirmenlerinden övgüler almış; sanatçının eserleri, sanatçı hayattayken uluslararası büyük fuarlarda sergilenmiş ve müzelerin koleksiyonlarına katılmış. 2019’da Christie’s müzayedesinde 700 bin dolarla satışa çıkan bir Wong tablosu, 4.47 milyon dolara alıcı bulmuş. Beğeni, övgü ve şöhret Wong’un kıymet verdiklerinden olmadığından, bunlar sanatçının 30’larının ortasında bu hayata veda etmesine engel olamamış.
Matthew Wong’un resimlerini bu yazıda paylaşıyorum; ama sizi temin ederim ki Wong’un resimlerinin karşısına geçtiğinizde resimlerin verdiği etkinin yüzde biri bu dijital resimlerde yok. Sergi, 26 Ocak 2025’e kadar Kunsthaus Zürich’te, daha sonra Viyana’da, ikisine de denk gelmezseniz, umarım hayatınızın bir döneminde bir şekilde karşınızda...