Bu reform 'bir başkadır'
Berat Albayrak olayından sonra başlayan reform/değişim söyleminin karakteri de, bir yoksunluğun yeniden istismar edilebilme denemesi olarak özetlenebilir. Erdoğan, hemen her kesimde kendi bagajına ve fıtratına uygun “bir şeyler değişmeli” ihtiyacını, “değiştirebilecek” tek aktör olarak öne çıkarak kullanmayı deniyor.
Başlıktaki göndermeden Berkun Oya’nın Netflix’te yayınlanan dizisi “Bir Başkadır” hakkında yazacağım anlaşılmasın. Aslında dizi hakkında yazmak istediğim ve konuşulmasını faydalı bulduğum çok şey olmasına rağmen şimdilik kendimi tutuyorum. Ancak çok geniş bir yelpazede hararetle ve Sevilay Çelenk’in söylediği gibi “hararet üreterek” yürüyen tartışmaları da büyük bir zevkle izliyorum. Bir süre daha dinlemeyi arzu ediyorum. Çünkü -yazıp çizen birçok kişinin isabetle ortaya koyduğu gibi- dizinin kendi lafı, çizdiği panorama, biraz eskide kalmış, üzerinden epey geçilmiş bir resmi önümüze koyuyor. Durum artık “bir başkadır” denilen noktadan alıp başa döndürerek ortada bırakıyor. (Bunun bir eksiklik olmayıp, bilinçli bir tercih olduğu ve etkisinin bu “boşlukta” büyüdüğü fikrindeyim)
Dizinin –eksiği fazlasıyla– önümüze koyduğu “bir başka” Türkiye resminden çok, geçmişten kalan o tablonun bugünün ihtiyaçlarını ve hislerini nasıl hareketlendirdiğini görmek, benim için çok heyecan verici. Yeterince konuşulduğu, gayet iyi bilindiği sanılanların, bugünün ihtiyaçlarıyla yeniden ele alındığında, bırakıldıkları (kaldırıldıkları) yerde durmadıkları anlaşılıyor. Dizinin hiç agresif olmayan hatta yine eksiklik gibi görünen hayli naif kışkırtma girişimi, bu zeminin bereketli potansiyelini açığa çıkartıyor. Kısaca, diziyi izlediğim zevkle, neredeyse “ikinci sezon” haline gelen tartışmaları da seyrediyorum. İkinci sezonda da çok katmanlı, yüklü bagajlı karakterler, yenilenmiş kavgaları ve henüz onaylanmamış yüzleşmeleri için sahne alıyorlar.
“Bir Başkadır”, üzerine söylenecek pek çok şey yanında Türkiye’nin konuşma (terapi) ihtiyacını bir kere daha açığa vurdu. “Dümende ve başaltlarında insanlar vardı ki bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki...” Bu ülkenin hep canlı, hep şehvetli bir konuşma arzusu oldu. Lafına pek kıymet verilmemiş veya bunu hiç hissetmemiş olmaktandır belki. “Yeter söz milletin”, “konuşan Türkiye” diye yalan sloganların malzemesi yapıldı bu istek. Bugün gelinen noktada, yıllardır öfke dozu giderek büyüyen ama hep başkaları hakkındaki gevezeliğin gürültüsünü aralayıp kafasını yine uzatıyor. Hep başkaları hakkında konuşanların, “neden benden bahseden yok” dediğini, kendisini anlatmak için eksik kalmanın hayıflanmalarını da duyuyoruz.
Özel olarak ayarlanmış olması –en acayip komplo teorileriyle bile– mümkün olmayan bir zamanlamayla gündeme geldi dizi. Her şeyin artık “bir başka” olduğundan çok emin olunan, değişecek veya gidilecek bir yer kalmadığından korkulan bir zamanda. Hem hiçbir şeyin değişmeyeceği, hem hiçbir şeyin artık yerinde olmadığı hissinin aynı anda yaşandığı günlerden geçiyoruz. En “güçlü” olanın en güvensiz, en güçsüz görünenin en ciddi tehdit olabildiği bir zaman. Emin olunduğunda çoktan bitmiş, farkına varıldığında geçmişte kalmış gelişmeleri konuştuğumuz; daha başlamamışı özlediğimiz, yola çıkmamışı gecikmiş sandığımız çok oluyor. Bitenin gitmediği, gelenin kendini göstermediği, kriz rüzgarlarının savurduğu fazla uzun süren bir ara dönem bu.
Türkiye’nin (aslında dünyanın) konuşma ve değişme açlığı ortada. “Her şey zaten olağanüstü biçimde değişiyor ve zorunlu olan da bu” denilerek, “değiştirme” enerjisini/talebini insanların elinden alan model, artık bu tür seçeneksizlik iddiasını pek sürdüremiyor. Bu zorlamanın inandırıcılığı kalmadığı gibi ürettiği ve çözemediği krizlerle zaman zaman komik duruma bile düşüyor. Bütün dünyada ve Türkiye’de, popülist yöntemlere müracaat eden yeni otoriter güç konsolidasyonu, kendi dışındaki seçeneklerin tehlikeleri üzerinden konuşuyor. Kendi kerametini anlatmayı bırakmış, “var mı elinizde başka bir şey” demeye yönelmiş durumda. Depremden salgına, ekonomiden toplumsal gerilime kadar her tür sorumluluğu bireysel alana itekleyen tutum, kendi seçeneksizliğini ispat sorumluluğunu da aslında başkalarına yüklüyor.
Berat Albayrak olayından sonra başlayan reform/değişim söyleminin karakteri de, bir yoksunluğun yeniden istismar edilebilme denemesi olarak özetlenebilir. Erdoğan, hemen her kesimde kendi bagajına ve fıtratına uygun “bir şeyler değişmeli” ihtiyacını, “değiştirebilecek” tek aktör olarak öne çıkarak kullanmayı deniyor. Mecbur kaldığı, kendisinin bile acı ilaç olarak tarif ettiği ve aslında yenilgisi olan her şeyi, sanki yeni bir başlangıç noktasına taşıyormuş görüntüsü vererek kendi dışındaki bir tartışmaya dönüştürüyor. Olanın bitenin kendisiyle hiçbir ilgisi yokmuş ama ne olacağı ya da nasıl olması gerektiği tamamen onun ne yapacağına, söyleyeceğine göre şekillenebilecekmiş gibi. Herkesin hikayesine hakim ama kendi hikayesi kaybolmuş gibi.
Herkesin başka bir anlam ve rota biçtiği “değişim” ihtiyacının istismarına dayalı “reform” söylemi, Erdoğan tarafından muhatabı olmayan ve kimsenin pek de üzerine konuşma hakkı olmayacak bir vaat halinde ortaya konuldu. Söylenenin değil onun ne anladığının, beklenenin değil onun ne verdiğinin önemli olduğu bir durum olarak. Şimdi yaşananlar ve verilen tepkiler üzerinden bunun sınırlarını anlamaya çalışıyoruz. Elbette yine herkes kendi pozisyonuna veya fıtratına göre karşılık veriyor. Mesela piyasalar ve tek işaret edilen muhatap olan ekonomi çevreleri, ihtiyatlı bir memnuniyette pinti davranmadılar. Bu zeminden doğabilecek imkanlara odaklanmış olanlar, pazarlık başlıklarını çeşitlendirmeye yöneldi. Sorumluluktan kaçan mahcup memnuniyetsizler, biraz daha “bekleme” şansı yakaladı.
Elbette siyasi hamleleri tetikleyen veya -karmaşık cümlelerine rağmen- olası yürüme yolunu anlamayı kolaylaştıran ve iktidarın kılavuz kaptanlığını bırakmaya hiç niyetli görünmeyen Bahçeli’nin, seyrettiği sahneden ne çıkarttığı önemliydi. Olayın en hareketli saatlerinde sessiz kalan, Kıbrıs pikniğine kadar açık tavır göstermeyen Bahçeli, “reform” denilen şeyin ne olması gerektiğini grup toplantısında söyledi: “Ekonomide açılan ya da açılacak yeni ufuklar ile çemberin kırılacağını, muhteşem bir kalkışın yaşanacağını düşünüyorum. Başarı bizim hakkımızdır. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Türkiye'nin ihtiyacı olan tarihi bir yönetim reformu olarak devam etmektedir.” Yani reform denilen şeyin mevcudun eksiğini gediğini toplamaktan fazlasına tevessül etmesi gereksiz.
Erdoğan’ın daha fazlasını murat ettiği veya bu tavsiyeye uymayacağını düşündürecek fazla bir verimiz olmadığı ortada. Nitekim Bahçeli’nin hemen peşinden Erdoğan da, kabine toplantısı ardından yaptığı açıklamada; “Değişim dinamik bir süreçtir. Biz reform gündeminden hiç kopmadık. Yeni reformlarla yolumuza devam ediyoruz" dedi. Yani her şey bildiğimiz gibi devam edecek. Reform lafının nereye varacağını yapılacaklara bakarak anlamak için beklemeyi gereksiz kılan; günlerdir İmamoğlu’na soruşturma, Kurkut davası ve Çakıcı’nın mektubu gibi örneklerle süren pratiği anlamsız yapan bir netlik. Tamamlanmış, bitmiş ve aslında geçmişe ait bu hikayenin değişmesi, başka karakterlerin sahiden başka biçimde hikayeye katılma cesaretiyle mümkün olabilir.