Bu yazının başlığı ‘Vallahi billahi açız aç’ olabilirdi
Tahtlardan birinde kalabalık bir grup oturuyordu. Arada sesleri yükseliyordu, bu sayede Peker videolarını konuştuklarını duyabildim. Biri “O, bu yok, hepsi katilimiz unutmayın” diyordu arkadaşlarına.
DİYARBAKIR- Hava sıcaktı ve neredeyse boş caddede, sıcağın altında çalışıyordu adamlar. Kaldırımları yeniliyorlardı. "Belediyeye mi çalışıyorsunuz?” sorusuyla muhabbete giriş yapmak istedim. “Bizim belediyeyle işimiz yok abê” dedi biri. Taşerondan almışlar işi.
Diyarbakırlılar için malumdur, şehirde hiç bitmeyen bir çalışma varsa o da kaldırımların yenilenmesidir. Belediyelere atanan kayyımlar bu işi çok hevesle yapıyorlar. Göreve atanır atanmaz yollara asfalt döküyorlar ve kaldırımları yeniliyorlar.
Bu asfalt dökme, kaldırım yenileme gayretine şehir ahalisinin yüklediği anlamı düşünürken başka bir adam katıldı bize. Yaşı 60’ın üstünde olmalıydı ve oğlu için iş istiyordu ustadan. Dediğine göre oğlu iyi bir ustaydı ama iş bulamıyordu. Bana döndü (keşke bana dönmeseydi) ve “Evde yiyecek bir şey yok, vallahi billahi açız aç” dedi.
Usta telefon numarasını aldı adamın. Belki bir iş bulunabilirdi. Belki gereksiz bir ayrıntı: Oğluna iş arayan adam Bitlisliydi, işçiler ise Bingöllüydü.
SANAT SOKAĞI YA DA BAHTSIZ SOKAK
Sanat Sokağı boştu neredeyse. Yeni kayyım sokağı güzelleştirmeye çalışmış ama özellikle ışıklandırma çalışması, havaalanı kavşağına konulan heykeller kadar sevimsiz. Adına Sanat Sokağı denilen bir sokağa, Diyarbakırspor’un renklerini de olsa, hiç yakışmamış.
“Sanat Sokağı Hatırası” afişi ile sanat dallarını temsil eden görseller ise belki sadece bana komik geliyordur ama manasız olduğu muhakkak. Çünkü burada, bir iki bağımsız kurum dışında sanat adına bir şey yapılmıyor. Burada adına yakışır şekilde sanat yapılması için bir çaba da sarf edilmiyor.
Bir eleştiri de yerel medyaya yapmadan geçmek istemiyorum Sanat Sokağı’nı. Belli aralıklarla sokakta fuhuş yapıldığı, uyuşturucu satıldığı yönünde haberlere yer veriyorlar. Fuhuş ve uyuşturucu gibi konuların üzerinde durmak, fuhuşun ve uyuşturucun engellenmesine gazeteci olarak katkıda bulunmak elbette önemli. Ancak bir sokağı bu şekilde yaftalamak, günah keçisi yapmak da hiç doğru gelmiyor bana. Sokağı fuhuş ve uyuşturucunun merkezi şeklinde yorumlamak, en başta buradaki esnafı zor durumda bırakıyor ve buralardaki kafelerde vakit geçirmek isteyenleri de elbette.
Korona tedbirleri kapsamında mekanların kapalı olması ve sık sık fuhuş ve uyuşturucu ile gündeme gelmesi nedeniyle Sanat Sokağı, Diyarbakır’ın belki de en talihsiz sokaklarından biri.
‘ABÊME SÖYLİYEM’
Qada Şex Seid, eski adıyla Dağkapı Meydanı’nda da geçtiğim güzergâh boyunca karşılaştığım ıssızlık hakimdi. Gerçi elleri arkasında aylak dolaşanlar, çocuklarını parka çıkaranlar da vardı ama her günkü kalabalıktan eser yoktu.
Şehrin en kalabalık caddelerinden biri olan Gazi Caddesi de ıssızdı neredeyse. Tatlıcılar, çerezciler ve restoranlar açıktı fakat kapılarında birikmiş bir kalabalıktan söz etmek mümkün değildi.
Ciğercinin çığırtkanı hevesi kaçmış bir şekilde boş caddeye doğru “Buyrın, buyrın” diye bağırıyordu. “Kimse yok ki, neden bağırıyorsun?” diye sordum. İtiraf etmeliyim ki normal zamanlarda adamın var gücüyle bağırmasından hiç hoşnut değildim. Şimdi kısık sesle ve biraz umutsuzca bağırmasından haince bir haz aldım.
Ciğercinin kasasında duran adam, “Şimdiye kadar 3 defa ceza kestiler bana” dedi. Birinde masalar korona koşullarına uygun yerleştirilmemiş diye, birinde de koronaya karşı önlemleri gösteren afişi asmadığı için. Devletin verdiği hiçbir yardımı da almamış şimdiye kadar. “3 bin lira hibe verecekler. Yahu bu 3 bin lira benim elektrik faturama yetmez” diyor. Siyasi göndermeler de yapıyor, “Oturdukları koltuklardan konuşsunlar, ‘şöyle yardım yaptık, böyle yardım yaptık’ desinler ancak. Abême söyliyem, millet perişan, perişan” diyerek.
BEKÇİ ÇAY TEKLİF ETTİ
Ofis semtinde oğlu için iş arayan adam, yürüyüş yolu boyunca sık sık aklıma geliyordu. Ciğercide yaptırdığım dürümü, Hz. Süleyman’a doğru ilerleyerek yemeye başladığımda da “Vallahi billahi açız aç” dediğini hatırladım. Oğlu iş bulabilecek miydi? Oğlu iş bulabilirse muhtemelen bütün aileye bakacaktı ve kim bilir kaç kişi aç uyumayacaktı.
Sur kapısından girecekken, barikatın ardında duran bekçiler durdurdu beni. “Gazeteciyim” deyince kimliğimi istediler. Gösterdim. Hafta sonu sokağa çıkma yasağı olduğu için Hz. Süleyman Camisi’nin olduğu parka kimseyi bırakmıyorlarmış. Gazeteci oluğum için bana izin verdiler. Ama esas ilginç olanı, “Buyur, çay ikram edelim” demeleri oldu. Gencecik adamlardı, bekçiydiler, karıştıkları şiddet olayları nedeniyle hiç iyi anılmıyorlardı ve bana çay ikram etmek istiyorlardı. Memleket tuhaf bir yerdi işte.
DİYARBAKIR DUT ŞEHRİ MİDİR?
Ta Lise Caddesi’nde görmüştüm. Okulun duvarından sarkan ağacın dallarından kopardığı dutları iştahla ağzına atıyordu bir kadın. Meydandaki dut ağacına bir genç tırmanmış, dalları silkelemiş, dutlar yağmur gibi yere serilmiş çulun üstüne dökülmüştü. Aşağıdaki adamlar çulun üstünde biriken dutları poşetlere doldurmuş, nereden baksan birer ikişer kilo dutla evlerinin yolunu tutmuşlardı.
O kadar çok dut ağacı var ki Diyarbakır’da, başka hiçbir şehirde yere dökülen dutlar yüzünden kaldırımlar kirlenmiyordur herhalde. “Diyarbakır dut şehridir” diye düşünürken, Diyarbakır’ın eski zamanlarını da hatırlıyorum ve Diyarbakır’a gül şehri denildiğini.
Matrakçı Nasuh’un 1564 yılında yaptığı Diyarbakır minyatürlerine gülü nakşettiği biliniyor. Öte yandan, denildiğine göre Osmanlı döneminde “en iyi gül nerede yetişir” diye bir araştırma yapılmış ve bunun Diyarbakır olduğu tespit edilmiş. Bu araştırmanın ardından Diyarbakır gül yetiştirme merkezi olarak ön plana çıkmış.
Diyarbakır ve gül denildiğinde Yaşar Kemal’i anmamak olamaz: “Nereye gitsen gül… Her yan gül. Mardinkapı'da Millet parkı var. Parkta gülden başka hemen hiçbir çiçek yok. Göz alabildiğine gül. Bütün şehir gül kokuyor. Satıcılar, başlarında tablaları, bağıra bağıra gül satıyorlar. Bir tanesi, bir köylü, gül sergisi yapmış, bir destesi beş kuruşa… Koca bir top gül beş kuruşa.”
Şimdi öyle değil ne yazık ki. Restore edilen evlerde bile kimsenin aklına gül ağacı dikmek gelmiyor ve en azından benim için Diyarbakır dut şehridir. Çünkü Gazi Caddesi’nde gül değil, kara hübür dutu satılıyor.
İLKAY AKKAYA’NIN SESİ
Hevsel’e inerken yapmak istediklerimden biri de mevsimi geçmeden kara hübür dutunun tadına bakmaktı.
Dicle’ye doğru inersem en dokunulmamış, dalları yolunmamış dut ağaçlarını göreceğimden emindim. Ama zaten yol kenarlarında da sayısız dut ağacı vardı. Hem kara hübür hem de beyaz dut ağaçlarının yola yakın dalları yolunmuştu ama ağaçlarda dut bereketi vardı. Kara hübür topladım. Dutların rengi, “avuçlarımdaki mor sıcaklık o günden kalmadır” dizesiyle birlikte avuçlarıma geçti.
Dicle’ye doğru inerken, ağaçların arasına konulmuş tahtlarda ve kursîlerde oturan adamlar gördüm. Meğer yeni bir mekanmış. Çay ve su söyledim, hayatında daha önce hiç garsonluk yapmadığı her halinden belli olan genç adama. Suyla ellerimi yıkadım, kara hübürün mor rengi suyla akıp giderken tuhaf bir keder hissederek.
Tahtlardan birinde kalabalık bir grup oturuyordu. Arada sesleri yükseliyordu ve bu sayede Sedat Peker’in videolarını konuştuklarını duyabiliyordum. Biri, “O, bu yok, bunların hepsi bizim katilimiz, unutmayın ha” diye uyarıyordu arkadaşlarını.
Aşağıdan bir yerlerden, ağaçların arasından İlkay Akkaya’nın sesi duyuluyordu. “Amed şehrim benim/Sende saklı tüm düşlerim/Amed yaram benim/Sende kaldı tüm düşlerim” diyordu Akkaya.
Kim dinliyordu bu şarkıyı? Bütün Amed’in aynı şarkıyı dinlediğini hayal ettim ve bu hayal bitmesin diye şarkıyı kimin dinlediğini öğrenmek istemedim.
Surların dibinden Mardinkapı’ya doğru ilerlerken, aklımda oğlu için iş arayan Bitlisli adam vardı yine ve eğer “Korona Günlüğü” tutuyor olsaydım, bu yazının başlığı “Vallahi billahi açız aç” olacaktı diye düşündüm.