Bugün ile bakışma: Bir Başka Devrim
Birdal 1960 ve 70’li yılları karşısına alıp bakıyor; tarihsel olarak kimin bu bakışın neresinde olduğunu bilmiyoruz. Fakat bu bakışmada, bugünün karanlığını delecek, zayıfça da olsa onda delik açacak bir karşılaşmanın peşinde, potansiyeli gösterme arayışında olduğu açık.
İnsanın kendini bir topluluğun üyesi olarak saymasının koşulu, o topluluk ile kurduğu yaşamsal bağlar, alışverişlerdir. Bu, akademik topluluk için de böyle. Bulunduğun bilim dalında kimin ne çalıştığını bilme, yazdıklarını okuma, tartışma bir akademik topluluğun var olabilmesi için temel koşullar, yaşamsal bağlar. Özellikle de doktora tezlerinin henüz jüri önüne çıkmadan bilim dallarınızdan ya da bilim dalınızın hemen kıyısındaki akademik yoldaşlık zincirinde tartışmaya açılmasının özel bir önemi var. Bir bakıma ilk jüri oluyor bu, çoğunlukla işleri kolaylaştırıcı bir jüri. Sonrasında üzerinde yiyecek içecek bulunmayan, onun yerine bir terslik çıkaracağı her halinden belli, her sayfasına postitler iliştirilmiş kağıt yığınının hemen önünde duran hocaların karşısına çıktığınızda daha güçlü bir savunmayı mümkün kılıyor. Bulunduğum anabilim dalında elime ulaşan arkadaşlarımın tezlerinin hepsini okumaya çalışmıştım, tartışarak, özenerek, kıskanarak… Hele kitap olduysa zaten okumamak ayıplanırdı. Şimdi ne durumdadır, bu gelenekler sürüyor mu, açıkçası bilmiyorum, ama sanmıyorum da. Sevgili hocam Murat Sevinç’in “üniversite için fuhuş yuvası diyen profesöre kızan üniversiteyi terör yuvası olarak gören profesörler”i anlattığı son yazısı ne yazık ki akademik gerçekliğimiz. Zaten artık bir anabilim dalım da yok. Ama neyse ki Tanıl Bora var, haberdar ediyor, sorumlulukları hatırlatıyor.
SERHAT CELÂL BİRDAL’IN KİTABI
Serhat Celâl Birdal’ın Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 2017 yılında savunduğu doktora tezi, Bir Başka Devrim: Türkiye Sol Hareketinde Arzu, İdeoloji Politika başlığı ile İletişim Yayınları’nca basıldı. Devrimcilerin son on yılda sayısı giderek artan, şimdiden çok geniş bir literatürü oluşturmuş anı kitaplarını elinden geldiğince okumaya çalışan, yazmayanları teşvik eden, karşılaştıklarını çeşitli sorularla sıkıştırıp onları yormayı iş edinmiş biri olarak benim için heyecan verici bir kitap. Araladığı kapı bakımından da çok önemli. 1960’lı ve 70’li yıllara bugüne kadar bakılmamış bir yerden bakmayı, en önemlisi de kronolojik bir zaman algısının ötesine geçip o zamanın “olay”ı ile bugünün eşzamanlı bir bakışmasının zeminini arıyor. Kitabın temel meselesi, 1960’lı ve 70’li yılların devrimci hareketlerinin arzu üretimi ve baskılanmasının sentezlerini ortaya çıkarmak, mekanizmalarını çözmek. Bu nedenle önce yolunu temizliyor. Türkiye siyasi tarihinde bu dönemin ele alınış tarzlarını kendi yolunu çizmek için eleştiriyor. Bu dönemin özgüllüğünü kavramaktan yoksun bakış açılarını, örneğin 1961 Anayasası’nın yarattığı özgürlükçü ortam ya da 12 Eylül darbesine giden yolu döşeyen 70’li yıllar gibi ifadeleri kitapta yalnızca eleştirildiği yerlerde görüyorsunuz. Devrimci hareketleri, ideolojik, örgüte ya da önderliğe ilişkin ayrımlar bakımından ele alan çalışmaların dönemin özgül niteliklerini ortaya koymadığını, devrimci hareketlerin ideolojik zayıflık, bilgi ve strateji eksikliği nedeniyle başarısızlığa uğradığı tezini kanıtlamak için yazılan tarihlerin ise gerçekliği yalın biçimde karşısına almadığını savunuyor. Bu bağlamda Kemalizm ile devrimci hareketlerin ilişkilenmesini psikolojik ya da daha doğru ifade ile psikoanalitik çerçevede ele alan yaklaşım ile de kavgası var.
DEVRİMCİ ARZU
Birdal asıl olarak “arzu” kavramını bir eksiklik ve yasak bağlamında kavrayan Freud’un tarihsiz, toplumsuz, politikasız oidipal üçgeninden kurtararak onu toplumsal ve politik üretim, yaratım ve fazlalığın bastırılması bağlamında ele alıyor. 1960’lı ve 70’li yıllarda devrimci kimliğin engebeli, dolambaçlı ve sert yolunda devrimcileşen öznelerin bedensel karşılaşmalarını, çoğalma ve yaratımlarını ele alırken bir yandan da temsil ilişkisi içerisinde sıkıştırılan, silahlı mücadele dışındaki arzularını fazlalığa çeviren fedakârlıkla biçimlenen bastırılma tertibatını ele alıyor. Bunu yaparken de belli bir devrimci parti, yapı ya da harekete odaklanmıyor. 1960 ve 70’li yıllarda devrimcilik iddiasında bulunan her yapı bugün ile bakışır halde kitapta karşımıza çıkıyor.
Eser bunu yaparken zorlu bir yolu kat ediyor, önce arzuyu evrensel bir ailenin içine sıkıştıran ve onu bir eksiklik ve yasak konusu yapan Freud’un oidipal üçgeni ile hesap görülüyor. Ardından Spinoza’nın karşılaşmaları geliyor, upuygun karşılaşmalarla sevinçlenen, kudretleri artan, upuygun olmayan karşılaşmalarla kederlenen, kudretleri azalan -devrimci- bedenlerin varlıklarından haber ediliyor. Buradan da psikoanalize güçlü bir eleştiri getirerek yerine şizoanalizi koyan Deleuze ve Guattari’nin arzunun üretim ve baskılanma mekanizmalarına, makinenin nasıl çalıştığına, arzunun üretim ve baskılanma tertibatının nasıl işlediğine ilişkin soru ve yanıtlara geçiyoruz. Bu teorik yolculukta, önden zaten temizlenmiş olan yolun yazarın perspektifi bakımından açıldığını görüyoruz. Bu perspektifin içinden 1960’ların sonunun gençlik hareketlerini -eleştiri silahını- burada yaratılan öznellik içinde arzunun üretim ve baskılanmasını, ideolojinin arzuyu nasıl ketlediğini, ardından 1971’i ve silahların eleştirisini sonra da 74 affı sonrası 68 kuşağının önderlik ettiği kitlesel hareketlerdeki karşılaşma ve çoğalmaları. Devrimin bir ihtimal olarak var olduğu üzerindeki ihtilaflı bölümde; yani nesnel koşulların Marksist teori içinden bakan biri için hiç de uygun olmadığı bir dönem bakımından Marksist devrimciler için devrimin güncelliği ile karşı karşıya geliyoruz.
Birdal 1960 ve 70’li yılları karşısına alıp bakıyor; tarihsel olarak kimin bu bakışın neresinde olduğunu bilmiyoruz. Fakat bu bakışmada, bugünün karanlığını delecek, zayıfça da olsa onda delik açacak bir karşılaşmanın peşinde, potansiyeli gösterme arayışında olduğu açık. Hatta Birdal’ın eseri bana baştan sona bu bakışmanın peşine düşmüş gibi görünüyor.
Not: AİHM Büyük Daire’nin verdiği karar Demirtaş’ın derhal serbest bırakılmasını gerektirir. Karar, sadece bununla değil; dokunulmazlıkların kaldırılmasına, Altıparmak’ın deyişiyle bütünü bakımından bir 18. madde kararı olması itibarıyla Türkiye’de yargı bağımsızlığına ve hukuk devletine ilişkin yönleriyle çok önemli bir karardır. Karar hakkında Prof. Dr. Başak Çalı ve Dr. Kerem Altıparmak’ın değerlendirmeleri için bkz.