Bugün İnsan Hakları Günü!

30 yıl bu alanda mücadele veren Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ‘TİHV 30 Yaşında! 30 Yıldır Ateşin Düştüğü Yerdeyiz’ dosyasını kamuoyuyla paylaştılar.

TİHV Başkanı Metin Bakkalcı
Google Haberlere Abone ol

Zafer Kıraç* [email protected]

İnsan Hakları Günü, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin kabul edildiği gün olan 10 Aralık 1948'den bu yana her 10 Aralık'ta kutlanan gündür. 10-17 Aralık haftası insan hakları haftası olarak çeşitli etkinliklerle işkence ve kötü muamelenin tartışılmasına vesile olur. (1)

Türkiye’de sadece hapishanelerde çeşitli gerekçelerle (çıplak arama, kelepçeli muayene) girişte ve sonrasında devam eden kaba dayak, siyasi suçlardan tutuklananların “terörist” olarak damgalanması ve bu gerekçeyle şiddete maruz kalmaları, her türden keyfi muamele ve keyfi disiplin cezaları, hücre cezaları, sürgün ve sevk uygulamaları yakın tarihte görülmedik boyutlara ulaşmıştır.

Geçen haftaki yazımda Türkiye’de İşkence Var! demiştim ve yaşanan insan hakları ihlalleri, kötü muamele ve işkence iddialarından örnekler aktarmış ve bunların önlenebilmesinin yolunun özellikle bağımsız izlemeye izin verilmesi ve cezasızlık uygulamasına son verilmesiyle mümkün olabileceğini söylemiştim. (2)

30 yıl bu alanda mücadele veren Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ‘TİHV 30 Yaşında! 30 Yıldır Ateşin Düştüğü Yerdeyiz’ dosyasını kamuoyuyla paylaştılar. (3) Vakfın Başkanı Metin Bakkalcı ile vakfın kuruluş sürecinde ülkenin bulunduğu durumu, yaşadıkları zorlukları ve verdikleri mücadeleyi konuştuk. Yakın zamanda ve bugün yaşananları ele aldık. Uzun bir sohbet oldu bu nedenle üçe bölmek durumunda kaldım. Bugün ilk bölümü okuyacaksınız diğer iki bölüm insan hakları haftası içinde yayınlanacak.

Ben şöyle başlamak istiyorum, bu yıl otuzuncu yılı vakfın, fakat yeni nesil vakfın ve o dönemin geçmişini yani 12 Eylül sürecini ya da 90’ların başını ne kadar biliyor? Vakfın otuz yıl önce yaşanan kuruluş öykünüzü yeniden hatırlatmak istiyorum ben. Biraz da şöyle bakarak hatırlatmak: Şimdi güncel bir sürü insan hakları sorunları yaşıyoruz. Dolayısıyla bugünden oraya bakarak belki gençler bir şey kurarlar diye, o dönemki kuruluş öykünüzü birkaç cümleyle almak istiyorum. TİHV hangi amaçla kuruldu, o zaman ortam nasıldı? 

Tabii ki şu anda bu yazını okuyacak olanların bir kısmının doğrudan yaşama -benim açımdan- şansı oldu 70’ler dönemini ama bir kısmının olmadı. Haklısın, bu önemli bir şey. Bu ülkede tam 40 yıl önce bir askeri faşist darbe yaşandı. Vakfın öyküsünde daha önceki birikimleri, bir an için, onların da hepsi kıymetli, unutmamak kaydıyla, 12 Eylül 1980’de yaşanan askeri faşist darbe kritik bir dönemeçtir vakfın kuruluşu açısından. Çünkü öyle bir askeri darbe dönemiydi ki, çok kısa süre içerisinde, 2,5 yıl içinde örneğin, (yaklaşık olarak bizim yaptığımız çalışmalar ama) tabii ki olabildiği kadar ulaştığımız verilere dayalı çalışmalardı, 250 bin kişi; 1980 askeri darbe döneminden 1990’a kadar da yaklaşık olarak 650 bin kişinin işkenceye maruz kaldığı bir dönemden bahsediyoruz. 

Öyle bir dönemdi ki o pek çok hak ihlali çok derin bir şekilde yaşanırken, bu işkence sonucunda da bizim yine ulaşabildiğimiz bilgiler çerçevesinde 171 insan doğrudan işkenceyle yaşamını yitirmişti. Ama sonuç olarak o yüzbinlerce insan salt gözaltı yerlerindeki işkence değil, yanı sıra daha sonra gönderildikleri cezaevlerinde, isimlerini anmayalım haksızlık olmasın pek çok cezaevinde.

Pek çok cezaevinde doğru, haklısınız, hapishane isimlerini anmayalım.

Diyelim ki Karadeniz’de ya da Doğu Anadolu’nun pek çok yerinde aynı zamanda çok yoğun işkenceler yaşanmıştı. Onlar unutulabiliyor. Bu yüzbinlerce insanın, şöyle hayal edelim lütfen: O gün 12 Eylül 1980 askeri darbe döneminde, bu ülkenin nüfusu 45 milyondu. Yani bir 45 milyonluk büyüklük içinde ya da 90’da 55 milyona çıkmıştı, bu büyüklük içinde çok önemli bir orandan bahsediyoruz.

Evet. Çok önemli bu.

İşkencenin amacı bilindiği gibi doğrudan kişinin benlik saygısına yönelik bir eylem olmakla beraber aynı zamanda topluma yönelik de bir suskunluk yaratma eylemidir. O kötücül cezalarını sürdürmenin bir yolu anlamında topluma yönelik de bir yanı var. Bunun anlamı şu: Fiilen o işkence görenin en yakınları diyeceğimiz, -yaklaşık olarak Türkiye’de bir aile yaklaşık dört kişiden oluşur. Bir defa böyle de bir oran çıkar ortaya bu durumda. 45 milyon ya da 90’daki 55 milyon büyüklükleri göz önüne alındığında müthiş bir orandır. Ama aynı zamanda bütün topluma yönelik olduğu için de sonuç olarak bütün toplumu etkileyen bir şeydir ve ben de bir sağlıkçı olduğum için, bizim alanımızdaki tabiri de bir halk sağlığı sorunudur. 

Evet işkence ve kötü muamele bir halk sağlığı sorunudur.

Şimdi bu insanlar, yaşamını sürdürenler bu maruz kaldıkları işkence sonucunda, yıllar içerisinde salınmaya başladılar. Salınmaya başlayınca bunların birtakım ihtiyaçlarını karşılamak için bu ülkenin çok güzel sağlıkçıları, hekimler başta olmak üzere, ama bütün sağlıkçıları son derece mesleklerinin gereği olan, o arada tabii insani değerlerinin de ışığında çaba göstermeye başladılar. 

Evet. Tabipler Odası değil mi o dönem? Tabipler Odası ve İnsan Hakları Derneği.

İnsan Hakları Derneği ve Tabip Odaları bünyesinde kümelenen güzel insanlar. Bu somut bir ihtiyaç. Hani bir, özel bir durum analizi falan gerekmiyor. Bir somut durumdu bu. Şimdi zaman içinde bu güzel insanlar, 'bu çalışmayı daha nasıl nitelikli hale getirebiliriz, daha nasıl organize hale getirebiliriz', -çünkü yıllar içinde ihtiyaç da büyüyordu, daha organize olmak gerekiyordu. Ayrıca da çok ciddi bir bilgi birikimi de ortaya çıkmıştı bu gündelik ihtiyaçları karşılama çabalarının içerisinde. Bilgi birikimi vardı, insan gücü vardı, büyük bir gönüllüler ağı vardı. Çok rastlantı değil, 70’ler dönemi aynı zamanda, işte Şili’deki Allende’ye yönelik darbeyle başlayan askeri faşist cunta ile başlayan, ama Latin Amerika’da özellikle daha sonra yayılan ve bunun karşısında da bütün uluslararası ortamda da başladı o günlerde yaşanan bu olaylar, Türkiye’de yaşanan o arada ve başka pek çok ülkede yaşanan olaylar karşısında uluslararası bir boyutu da var.

Bağımsız, bilimsel değerleri ve etik değerleri kılavuz edinen ve işkence görenlerin tedavilenmesine yönelik çabayı esas alan bağımsız bir kurum kurulması hedeflendi. Bu öneri o günlerin yegâne İnsan Hakları Derneği, -bugünün en geniş insan hakları kurumu olan-, içinde de paylaşıldı. İnsan Hakları Derneği de özel bir kararla kurumsal olarak katılma kararı aldı. 32 kıymetli insanın katkılarıyla vakıf somut -zaten sürmekte olan çalışmaları daha nitelikli hale getirmek için-, işkence görenlerin tedavilenmesine yönelik bir kurum olarak kurulması 1990 yılında gerçekleşti.

Ortada bir ihtiyaç var ve bunun için artık TİHV kurulmuş oldu. Burada bir şeyi de eklemekte yarar var gibi geliyor bana. Kurumlaşmasının, daha örgütlü bir yapı olmasının, vakıflaşmasının getirdiği pozitif şeyleri. Mesela, daha öncesinde nasıldı bilmiyorum ama benim elimde bir işkence atlası kitabınız var, çok kıymetli benim için, sürekli önümde duran, bana bu ülkede neler yaşandığını da hatırlatan bir çalışmanız bu. İşkencenin sizin örgüt aracılığıyla, bu vakıf aracılığıyla çok geçmişe dönük izlerini bulmakta, yani işin teknik boyutuyla ilgili bu sorum. Yani vakfın kurulması ve daha tematik olarak bu alanda çalışan örgütsel bir yapının olması, bilgi ve birikiminin de yeterince oluşması, galiba işkenceyi tanımlamakta, ortaya çıkartmakta, çok yıllar bile geçmiş olsa üzerinden, bize böyle bir avantaj sağladı diye düşünüyorum. 

Şimdi birinci bölümde nasıl kurulduğu soruna yanıt verirken iki sözcükte de temel kılavuz ilkelerimizi andım. Tabii ki geniş bir spektrumda bir ilkeler manzumesi var ortalıkta Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın çalışmalarına yol gösteren. Ama iki tanesini özellikle andım. Bilimsel bir perspektif ve etik değerler dedim. Bu ikisinden şimdi süzülerek şöyle gelelim soruna. Baştan itibaren her ne kadar sıklıkla vurguladığımız gibi, işkence görenlerin tedavisinden ve rehabilitasyonundan bahsediyorsak, (yani aslında tıbbi bir meselenin daha esas alındığından bahsediyorsak), başından itibaren biz bu tedavi ve rehabilitasyonun tıbbileştirilmemesi gereğini hep söyleyegeldik. Bunu neden böyle söyledik? Çünkü işkence tedavisi bir, hani şöyle bir anlayışın zaten geçerli olamayacağını bu dönem de kanıtladı, başından beri de biz zaten bunun geçerli olamayacağını söylüyorduk. Hani dünyada birtakım kötücüller var işkence yapıyorlar, bu tarafta da birtakım insanlar var, örneğin vakıf ortamında bizler gibi, burada işkence yapılanlara burada da tedavi yapıyoruz, yaralarını sarmaya çalışıyoruz ve sistem böyle işliyor. Şimdi bu zaten akıldışı bir şey. Bir defa zaten vakıf bu nedenle kuruluşundan itibaren önüne iki şey koydu: Bir ateş düştüğü yeri yakar, biz ateşin düştüğü yerdeyiz. Hayatın içindeyiz demek bu. 

O kadar önemli ki bu söylediğiniz...

Evet çok önemli. İşkence gören her bir insan biriciktir ve onunla beraberiz. Ondan, bu toplum adına aslında, bu çabamızla bir tür toplumsal düzeyde de bir özür dileme ortamı isteriz. Ama aynı zamanda ilk başından itibaren temel hedefimiz, gerçekten gerçekleşebileceğine kesin inandığımız, mümkün olduğuna kesinlikle inandığımız, işkencesiz bir ülke ve dünya için çaba gösteriyoruz. Yani hedefimiz bizim gibi kurumlara, işkencesiz bir ortam yaratıldığında ihtiyacın kalmadığı, yani kurumumuzun sönümlenmesidir amacımız. Kurumlarımızı onun için büyütüyoruz. Paradoks gibi gelebilir. Bu kurum kendini nitelik ve nicelik olarak onun için çok daha kuvvetlendiriyor. 

Hedefimiz bir bütünlüklü yaklaşımı gerektiriyor. Bu bütünlüklü yaklaşımı senin soruna dayalı olarak birçok düzeyde ele alıyoruz. En önemlisi nitelikli bir tedavi verebilmek için, nitelikli bilginin yeniden üretilmesi gerekiyor. Bu nasıl üretilir? Bilimsel çalışmalarla üretilir. Nitelikli bilgi ve birikimin yaygınlaşması gerekiyor. Gönüllü ağı. Başından itibaren biz bir gönüllü ağında çalışıyoruz. Yani biz profesyonel bir örgüt değiliz. Tedavi merkezlerimizde profesyonel çalışanlarımız var, onlar da aslında bir tür gönüllülükle çalışırlar. Çok yaygın bir gönüllülük ağı var ülke genelinde. 

Dolayısıyla gündelik hayattaki tedavi pratiği, bilimsel çalışmalar ve eğitimle bütüncül ele alınmak durumundadır. Zaten bu bilimsel çalışmalar vakıf kurulmadan önce bile başlamıştı, senin andığın ‘İşkence Atlas’, kemik sintigrafisini kullanarak yaptığımız çalışmaların bir tanesi. Üstünden 32 yıl geçse bile, dışardan herhangi bir işkence izinin görünmediği bir ortamda biz işkenceyi kanıtlayacak bu kemik sintigrafisi gibi yöntemlerle bunu kanıtlayabiliyoruz. 

Bilimsel çalışmalar, bir yandan tedavinin niteliğini yükseltirken, öte yandan tıbbın zaten olmazsa olmaz koşuludur, belgelenir. Belgelemelerle tıbbi kanıt biçimine bürünüyor. Bu tıbbi kanıt, ama aynı zamanda ikinci düzeyde bütüncül yaklaşım diye şimdi andığım konuya son derece içkindir. Bilimsel yaklaşımla ürettiğimiz tıbbi değerlendirme raporlarımız, adalet duygusunun tesisine anlamlı bir katkı verecek yargılama süreçlerinde bir tıbbi kanıt olarak kullanılır. 

Bu tıbbi belgelemeler başvuranlar tarafından arzu edilirse, kendi hukuki süreçlerinde, ülke içinde ülke dışında, her düzeyde, ulusal uluslararası düzeyde, kendi istedikleri, ihtiyaç duydukları ölçüde kullanılıyor ve çok katkısı oluyor hakikatin ortaya çıkmasında. Bir sonraki bölümde hem belgelemenin önemi hem de İstanbul protokolü üzerine konuşacağız.

DEVAM EDECEK...

1- https://tihvbelgeselfilm.org/11/ 

2- https://www.gazeteduvar.com.tr/turkiyede-iskence-var-haber-1505942 

3- https://tihv.org.tr/duyurular/tihv-30-yasinda-30-yildir-atesin-dustugu-yerdeyiz/

*İnsan Hakları Çalışanı