YAZARLAR

Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki

Sivil bir anayasadan söz etmek gereksiz bir tekrara düşmektir, çünkü anayasa zaten tanım gereği sivil olan bir şeydir. Bugüne kadar Türkiye’nin sözcüğün gerçek anlamında bir anayasası olmamıştır. Bugünkü reform tartışmalarının gerçek bir anayasa getireceğine inanmak da safdillik olur. Bir arada yaşamın garantörü olarak anayasa vesayete değil, barışa odaklanır.

Geçtiğimiz hafta siyasi partiler arasında yoğun bir ziyaret trafiği yaşandı. Ziyaretlerde en çok öne çıkan gündem konusunun ise anayasa değişikliği olduğu görüldü. Hükümetin bir süredir hukuk reformu konusunda bazı çalışmalar yaptığı zaten biliniyordu. Şimdi bu çalışmalar bir anayasa değişikliği önerisine doğru evriliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı açıklamada “Ne kadar değiştirirsek değiştirelim anayasanın ruhuna dercedilen darbe ve vesayet izini silmek mümkün olmuyor.” diyerek, Anayasa değişikliği önerisini tıpkı önceki değişiklik süreçlerinde olduğu gibi, “sivil anayasa” çerçevesinde tartışmaya açtı. 1982’den bu yana irili ufaklı 19 değişiklik geçiren Anayasa’nın, büyük çoğunluğu AKP’nin iktidar olduğu dönemde başlatılan değişim süreçlerine kıyasla bu sefer önemli bir farklıkla tartışmaya açılıyor olması, dikkat çekici. AKP bugünkü değişim tartışmasını bir anayasa referandumu için gerekli olan milletvekili çoğunluğuna sahip olmadan ve böyle bir çoğunluğu mümkün kılacak bir uzlaşı siyasetini de dışarda bırakarak başlatıyor.

Çoğu insan bu koşullar altında getirilen bir anayasa değişikliği önerisinin halkı oyalamak için geliştirilmiş bir taktik, muhalefeti bölmek ve zaman kazanmak amacıyla yapılmış bir manevra olmaktan öte bir anlamı olamayacağını düşünüyor. İşin böyle bir boyutunun olduğunu, iktidarın mevcut siyasetsizliğini ve tıkanmışlığını açıklayacak bir parametre olarak anayasa sorununu gündeme getirdiğini söylemek anlamsız değil. Nitekim “vesayetçilik” bir kez daha sivil iktidarın elini kolunu bağlayan bir engel, sivilleşmeyse bir kez daha çözümün altın anahtarı olarak gündemde. Ancak değişik dönemlerin hepsinde sabit kalan, tüm diğer şeyleri değiştirirken kendisi bu değişimden etkilenmeyen şeylerin mutlaka konjonktürel olmanın ötesinde bir anlamı da vardır. Erdoğan vesayetçiliğin bugüne kadar yapılmış her anayasa değişikliğinin ardından geriye kalan iz olduğunu söyleyerek bize sadece değiştireceği anayasa hakkında bir şey söylemiş olmuyor, dolaylı olarak kendi anayasa anlayışı hakkında da bir şeyler anlatmış oluyor. Biz bu izi, AKP’nin inşa ettiği yeni siyasal rejimde farklı toplumsal kesimler ile devlet arasındaki köprüleri kuran anayasa mühendisliğinin işleyişini anlamak için takip edeceğiz.

Toplumsal ve siyasal değişimin gereklerine uygun olarak hukuki değişim başlatmak, devlet kurumları ve yurttaşlar arasındaki ilişkileri düzenleyecek yasal çerçeveyi tıpkı bir inşaat mühendisinin köprüleri veya yolları tasarlamasına benzer bir şekilde inşa etmenin yolları, 1980’li yıllardan itibaren “anayasa mühendisliği” başlığı altında tartışılmaya başlandı. Bu tartışmalarda yeni demokrasilerde ve özellikle etnik açıdan derin bir şekilde ayrışmış topluluklarda, örneğin Güney Afrika gibi ülkelerde toplumsal barışı ve özgürlükleri geliştirecek anayasa biçimlerinin ne olduğu sorusuna yanıt aranıyordu. Böylesi bir mühendisliğin temel aracı olaraksa seçim ve hükümet sistemleri sorunu öne çıkıyor; toplumdaki çeşitliliği olabildiğince yansıtacak nispi temsil sistemi ve parlamenter sistem çözüm olarak öneriliyordu. Bu genel eğilime aykırı olarak AKP Türkiye’de barajla sakatlanmış bir seçim sistemini başkanlık sistemiyle harmanlayan karma bir modeli benimsedi. AKP’nin, Türkiye’nin derin tarihsel, etnik ve dini bölünmelerinden kaynaklanan çatışma potansiyelini barışçıl bir şekilde yönetmek yerine vesayetçiliği anayasa tasarımının temel meselesi olarak öne çıkarması bu bakımdan onun anayasa anlayışının gerçek karakterini ele veren izdir.

Sivilleşme kavramının her anayasa değişikliğinin değişmeyen gerekçesi olarak bu genel sorun çerçevesi içinde karşımıza çıktığını görüyoruz. Sivilleşme, sadece askeri veya sivil bürokrasinin seçilmiş hükümet üzerindeki denetiminin bir aracı olarak tanımlanan vesayetten kurtulmanın reçetesi olarak değil, ülkenin demokratikleşmesinin de temel anahtarı olarak takdim ediliyor. Bugün başlayan sivil anayasa tartışması, bize AKP’nin ideolojik söyleminin üç temel bileşenini oluşturan demokratikleşme, vesayetçilik eleştirisi ve sivilleşme kavramları arasındaki ilişkinin doğasını anlamamızı sağlayacak bir çerçeve sağlıyor.

Buna göre önümüzdeki soru şudur: Onca esaslı reforma, hatta hükümet sisteminin değişmesine, denge ve denetim mekanizmasının temelden dönüştürülmesine rağmen iktidara halen Anayasa’nın yeterince “sivil” olmadığını düşündüren şey nedir? Yapılan açıklamalardan anlıyoruz ki Anayasa ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, geriye bakiye olarak hep vesayetçilik kalıyor. Giderilemeyen bu bakiye AKP’lilere göre mükerrer anayasa reformlarının ve kronik sivillik eksikliğinin temel nedenini oluşturuyor. Dolayısıyla farklı biçimler altında yaşadığımız tüm anayasa sorunları sonuç olarak hep vesayetçilik meselesine dayanıyor.

Öte yandan vesayetçilik dedikleri şeyin bugünkü koşullarda hangi biçim içinde açığa çıktığı sorusuna da yanıt bulmak gerekiyor. İktidar çevreleri şimdilik bu soruya derli toplu, açık bir yanıt vermiyor. Fakat gerek AKP’lilerin gerek MHP’lilerin önceden yaptıkları kimi açıklamalardan anlaşılıyor ki temel mesele yargının cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi içindeki yeri ve işleyişiyle ilgili. Burada iktidar bloku karşısında, özellikle Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aldığı kritik bazı kararların bir engel olarak durduğunu görüyoruz. Diğer yandan, bir dönem izlenen Avrupa Birliği’yle uyum siyaseti çerçevesinde gündeme gelen ve anayasal bir nitelik kazanan idam cezasının kaldırılması gibi kimi hususların da “milli irade”yle çelişen vesayetçi bir kalıntı olarak değerlendirilmesi söz konusu. AİHM’e ve AYM’ye bireysel başvuru çerçevesinde elde edilen kimi haklar gerçekten de iktidarın işleyişi üzerinde bir tür denetim uygulamaktadır. Ama burada uygulanan yargı denetimi darbe hukukunun yarattığı anayasanın geriye bıraktığı bir bakiye değil evrensel hukukun gereklerinin bir yansımasıdır. Bu çerçevede 12 Eylül’le süreklilik içerisinde düşünülmek şöyle dursun, tam olarak onun yarattığı düzende önemli gedikler açan, hak ve özgürlükler alanını genişleten bir uygulama olarak görülmesi gerekir.

O halde, hukuk standartları açısından yargı denetimi olarak kabul gören ve güçler ayrılığından kaynaklanan denge ve denetim süreçlerinin bugünkü hükümet tarafından vesayetçilik olarak eleştirildiğini söylemek yerinde olacaktır. Böylesi bir vesayetçilik kavrayışının doğal sonucu sivilleşmenin yargının partizanlaşması ve siyasal mücadelenin taktik bir aracı durumuna indirgenmesi olacaktır. Vesayetçilik ve sivilleşme çerçevesinde kurulmaya çalışılan yeni anayasa denklemini milli irade paydasında sadeleştirdiğimizde çoğunlukçu ve seçimci bir demokrasi anlayışının tüm bu ilişkiyi nitelediğini görürüz. Başka bir deyişle, “sivil anayasa” kavramı bugünkü egemen blokun sınırsız iktidar talebini, kendi siyasetini hiçbir engelle karşılaşmadan uygulamaya koyma arzusunu nispeten kabul edilebilir bir biçim içinde sunma çabasının sonucudur. Zaten “kurucu güç” olarak ilk Meclis’e ve 1921 Anayasası’na yaptıkları göndermeleri de bu çerçevede anlayabileceğimize inanıyorum. 1921 Anayasası’nın temel özelliklerinden birinin kuvvetler birliği olması onu AKP için çekici kılıyor olsa gerek.

Bu bağlamda iktidar, esasen anayasanın vesayetçi veya sivil olmayan biçimine değil, bizzat anayasa fikrinin kendisine karşı mücadele ediyor. Zira formüle edildiği ilk günden bu yana modern anayasa tahayyülünün temel amacını iktidar kullanımını sınırlamak oluşturmuştur. Türkiye’de evrensel hukuk standartlarının veya denge-denetim mekanizmalarının mevcut siyasal hükümetçe ayak bağı olarak görülmesinin nedeni de geçmişin vesayetçi bakiyesi değil, toplumun ihtiyaç duyduğu ve gerçekten siyasal barışı sağlayabilecek bir anayasa tahayyülünün olmamasıdır. Bu yüzden mevcut devlet kurumları toplumdaki gerçek bölünmelerin yarattığı çatışmaları yönetmekte başarısız olmakta, vesayetçilik veya “darbe mekaniği” de dahil bir dizi anayasal sorun bu çerçevede ortaya çıkmaktadır. Sivil olmak, kelimenin dar anlamıyla, askeri olmamak veya topluma ait olmak anlamına indirgenemez. Sivillik, insanların kalıcı ve gerçek bir barış ortamında yaşadıkları, en azından hangi konuda anlaşmadıkları hususunda anlaştıkları bir medenilik durumuna gönderme yapar. Yani sivil bir anayasadan söz etmek gereksiz bir tekrara düşmektir, çünkü anayasa zaten tanım gereği sivil olan bir şeydir. Bugüne kadar Türkiye’nin sözcüğün gerçek anlamında bir anayasası olmamıştır. Bugünkü reform tartışmalarının gerçek bir anayasa getireceğine inanmak da safdillik olur. Bir arada yaşamın garantörü olarak anayasa vesayete değil, barışa odaklanır.

 
 

Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.