Bugünün ve geleceğin kışkırtıcısı olarak yakın geçmiş
Ertuğrul Meşe'nin 'Mukaddesatçı Anti - Kemalizm' kitabı, 'İslamcıların Atatürk ve Cumhuriyet Algılarının Sosyolojisi' alt başlığıyla İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
Musa Yazıcı
Geçmişi, bugünü ve geleceği kimi bağlam ve izlekler üzerinden değerlendirmek, tartışma konusu etmek aynı bugün ve gelecek açısından kuşkusuz büyük önem taşıyor. Bu önemliliğin geçmiş, bugün ve gelecek arasında kurulmuş olan bağ ve ilgilerin ötesinde üçünün iç içe geçmişliğiyle yakından ilgisi var. Bu noktada geçmişe dönük yapılacak olan her değerlendirme ve çıkarım, bugün ve geleceği kurma, inşa etme (David Harvey) ve canlandırma (Todd May) açısından önemli ve gerekli görünüyor. Hatta geçmişin bugün ve gelecek bağlamında baştan beri hem olumlu hem de olumsuz anlamda bir "mücadele alanı" olduğunu da belirtmemiz gerekiyor.
Geçmişin temel özelliklerinden biri, kendinden kalıcı olmaya baştan eğilimli, arkaik olması muhtemel bir söylem üretilmesine her zaman izin vermesidir. Kuşkusuz bu söylem, geçmişin kendisi kadar onun tekrardan icat edilmesiyle de ilgilidir. Buysa söylemin gerçekle ilgisini zayıflatıp, hatta büyük ölçüde geçersizleştirirken özellikle sözün içinde ve onun alanında artık gerçek dediğimiz ya da gerçeğin yerine geçirdiğimiz, gerçek diye bildiğimiz ya da öyle kabul ettiğimiz bir hayaletin dünyada dolanıp durmasının nedeni haline gelmekte gecikmez. Söz konusu söylem, aynı zamanda bugün ve gelecek karşısında onun kuyusunu kazmaya hazır olduğu kadar bugünü ve geleceği kışkırtma noktasında etkili ve belirleyici bir güçtür. Bu iki yanlı durum, sözden yazıya geçmekte zorluk çekmeyen her türlü söylemi tartışma konusu etmeyi zorunlu hale getirir.
ANTİ-KEMALİZM TEMELİNDE CUMHURİYET VE SONRASI
Ertuğrul Meşe’nin ilk kitabı 'Komünizmle Mücadele Dernekleri'nden (İletişim, 2016) sonra yayımlanan 'Mukaddesatçı Anti-Kemalizm'inin (Alt başlık: İslamcıların Atatürk ve Cumhuriyet Algılarının Sosyolojisi, İletişim, 2023) temel özelliği ve yazarın yapmak istediği, Cumhuriyet ve sonrasını Anti-Kemalizm temelinde ve söylem/ler üstünden değerlendirmesi ve tartışma konusu etmesidir.
Bunun anlamı, tartışma pratik/ler üstünden sürdürülse de söylenenin ve hatta bugünde etkisini sürdüren söylem haline getirilenin yani sözel kültürün kişi, cemaat, tarikat ve başka örgütlenme ve biçimlerin gündelik hayatta oluşturduklarının, bunun devlet, iktidar ve hükümetleri yönelik karşılıklarının yine eylem ve söylem düzeyinde ele alınması ve tartışılmasıdır. Kuşkusuz Ertuğrul Meşe’yi "söylem analizi" temelli bir çalışmaya iten de bu söylem ağırlıklı ya da onun baştan beri belirlediği bugün üstünde tekrarla hala etkisi süren, geniş kitleleri belirleyen ve harekete geçiren olgulardır.
Bunun son tahlilde Anti-Kemalizm’le Cumhuriyet ve Kemalizm arasında geçen ama başta Cumhuriyet ve onun oluşturdukları kadar kalıcılaştırmaya çalıştıklarının, toplumun Cumhuriyet temelli sorunlu ya da değil kazanımlarının, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü başta olmak üzere kişi daha başka olguların da dahil edildiği kendini baştan sözel şiddete ve şiddetin başka biçimlerine sonuna kadar açmış uzun zamandır süren ve daha da sürmesi mümkün olan ölme ve öldürmeye kadar giden bir çatışma olduğu söylenebilir.
Günümüz dünyası, kendini görsel olan üstünden gerçekleştirse de Mukaddesatçıların/İslamcıların tarihten gelen (Bu tarihi öncesi başka bir tartışma konusu olmak üzere Cumhuriyetin kuruluşundan başlatmak mümkündür.) ve kalıcılaştırdıkları söylem, sözel olanı temel alır ve bu da kapsayıcı görünmesine rağmen kültür ve eğitim ama daha çok din ve dinini yaşama ve bunu iktidar, politik ve ekonomik güç haline getirme noktasında geri kalmış kitlelerle, özellikle merkez denen şeyin dışında kalan/ bırakılan kesimlerle/kişilerle ilişki kurmalarını sağlar.
MAĞDURİYET SÖYLEMİ
Bunun en temel sonuçlarından birisi ise her koşul altında işe yarayan mağdur edebiyatı ve bunun oluşturduğu büyük ölçüde yine sözelden kalkınan ve geniş bir kesimin kendini ifade biçimi haline çoktan gelmiş/getirmiş artık devleti de dalga dalga etki altına almaya başlayan, hatta kendine dahil eden bu söylemdir.
Bu mağduriyet söylemi artık ve tekrardan sözel olanın alanına da çekilmiş, kendini yazıdan çok sözün içinde tutan (edebiyatı ve daha özelde şiiri de bu sözelin bir parçası olarak değerlendirmek gerekir.) gerçekle ilişkisi ya belirsizleştirilmiş ya da abartılmış olmadı ortadan kaldırılmıştır. Bir bakıma sözelin içinde kimi belirtilere de bakılarak/ gözetilerek böyle bir mağdurluk otoriter bulunması mümkün laikliğin ve daha başka Cumhuriyet kurumlarının tartışma konusu edilebilecek pratiklerini de az ya da çok söz konusu edilerek üretilmiş, hatta icat edilmiştir bile denebilir.
Bu mağdurluk zaten yazıdan çok sözel olandan beslenir, güç alır, güçlenir. Aslına bakılırsa dinler baştan beri kendini sözel olanla ifade etmiş ve yaygınlaştırmış hatta kendine alan olarak sözü almıştır ve söz özelliği kazanmıştır da denebilir. Bu sonradan yazıda da kendine alan/yer açmışsa da sözelin etkisi ortadan kalkmamış tersine yazılanı bugün olduğu gibi belirlemiş hatta yazının yerini almış yazı sözün de alanı haline gelmiştir.
Bunun üniversitenin dışında kalan alaylı dini eğitimle (tekkeler, zaviyeler, medreseler) yakından ilgisi vardır. Kaldı ki din düşüncesinin Kuran’ı Kerim’e ve başka metinlere rağmen genelde kendini ifade ettiği ve geliştirdiği alanlara bakarak baştan beri merkezin dışında (merkezin belirleme ve yönetme arzusu ve çabasına rağmen) tarikatlar ve cemaatler (Nakşiler, Ticaniler vs.) üstünden gelişip yaygınlaştığını söylemek de mümkündür. Hatta son tahlilde görece özerkliğinin iyice gerilemesine de bağlı olarak artık üniversiteyi de bunun bir parçası saymak için de epey bir belirti bulunabilir.
Bu mağdurluk, kişilerden çok tarikat ve cemaatlerin, dini grupların, vakıf ve dernek örgütlenmelerinin (bir zaman sonra partiler de buna dahil olmuştur) oluşturup bugüne getirdiği ve iktidar söylemi haline getirdiği bir şeydir. Bu noktada Cumhuriyet'in başta oluşturup bir biçimde dayattığı otoriter ya da değil laiklik pratikleri çoktan önemsizleşmiş batı ve modernizm düşmanlığı batı ayrı bir tartışma konusu ise de modernizm teknik olarak onların da benimsediği bir biçim, yaşama ve mücadele alanı haline gelmiştir. Böylelikle anti-modernist bir eğilim olan modernist bir eğilim haline gelmiştir. Buysa onlar için hem modernizmle hem de kapitalizmle sorunsuz bir yaşamanın ve kendini ifade etme biçimi olarak kapılarını sonuna kadar açmıştır.
Bu noktada sözün eğitimli/eğitimsiz tabakalar, ahaliler üstündeki derin etkisi zaten baştan beri biliniyor. Buysa bugün bile dinsel olan söz ve söylem üstünden kendini geliştirmesinin ve taraftar edinmesinin imkanı da oluyor. Bugüne baktığımızda ise bunun kelimenin tam anlamıyla vahim boyutlara geldiğini söylemek mümkündür.
ANTİ-ENTELEKTÜEL SÖYLEM
Bugüne ama daha çok geçmişe Ertuğrul Meşe’nin kitabında verdiği örneklere bakarak Anti-Kemalist söylemi asıl belirleyenin sözün yani sözel olanın belirlediğini tekrarla söyleyebiliriz. Bu tabii öncelikle dinsel olanın söz üstünden kendini ifade etme imkanı olarak önde ve belirleyici olarak tutmasının fazlaca etkisi vardır. Yanı sıra Cumhuriyet'le birlikte İslamcılık'ın bir yanıyla illegal bir örgütlenme ve muhalefet biçimi (Muhalefet her zaman bir iktidar biçimidir. Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi) haline geldiğini düşünürsek sözün asıl belirleyici olmasını ya da o hale gelmesini de anlayabiliriz.
Ne var ki burada biraz da sözün egemenliğine bağlı olarak Mustafa Sabri, Eşref Edip, Serdengeçti ve Necip Fazıl gibi örneklere de bakarak üretilen ve yaygınlaştırılanın anti-entelektüel söylem, Cumhuriyet'e yönelik karşılıklarını ve muhalifliklerini hakaretimiz ve şiddetli bir saldırıya dönüştürmelerinin de imkanı da oluyor. Bu noktada söz konusu hakareti edepsizlikle açıklamak mümkün değilse de ürettikleri pornografinin faşizme yönelmesi de kaçınılmazdır.
Kuşkusuz işin bu yanı Raoul Vaneigem’in belirttiği gibi, barbarlığın ve acımasızlığın bütün dinlerde içkin olmasıyla da açıklanabilir duruyor.
Ertuğrul Meşe’nin anti-entelektüel bulduğunu Murat Belge’nin en sonunda anti-hümanizm olarak değerlendirmesi de aslına bakılırsa en başta yapılması gereken gecikmiş bir tanımlamadır. Çünkü yine Raoul Vaneigem’in demesiyle insani ve dünyevi hayat karşısında duyulan korku, aşağılama ve nefretin ürettiği sözel ya da değil şiddetin anti-entelektüalizmle açıklanması ve ifade edilmesi yeterli ve mümkün olmayabilir.
MUKADDESATÇILIĞIN KİŞİ, CEMAAT, TARİKAT VE TOPLULUK BOYUTU
Ertuğrul Meşe, ilk kitabı 'Komünizmle Mücadele Dernekleri'yle eski demeyle mukaddesatçılığı, yani İslamcılığı örgütlenme bazında ele alıp tartışma konusu ederken; bu kitabında işin kişi, cemaat, tarikat, topluluk boyutunu ve bunun şair ve yazar üstündeki karşılığını ve bunun sonuçlarını geniş bir literatürden hareketle tartışma konusu ediyor. Tartışmakla kalmıyor Büyükdoğu, Sebil Ürreşad, Hilâl gibi dergilerle, gazete ve kitap sayfaları arasında kalan yazı ve açıklamaları ve uzun bir dönemin heykellere saldırmak ve Arapça ezan okumak gibi eylem ve olayları da tekrar gündeme getirerek bir sonuca varmaya çalışıyor.
Bu noktada adı geçen yazarların DP ve Adnan Menderes’le kurdukları ilişki (Necip Fazıl, başta Kemalizm'le ilişki kurmaya çalışırken DP’nin ortaya çıkması ve iktidar olma ihtimaliyle birlikte baştaki olumlamayı bir anda olumsuzlamaya ve cepheden bir karşılığa/saldırıya dönüştürmesiyle ayrı bir örnek olarak duruyor.) aynı şekilde başta belirtildiği gibi teknik olarak modernizmle ilişki kurmakta zorluk çekmezlerken, bu, bir zaman sonra hem kapitalizmle hem de devlet ve iktidarla kurulan ilişki bir yana ekonomi başta olmak üzere kişisel çıkarların da öncelendiği bir şey haline gelebiliyor.
Bu durum sözden hala yazıya geçemememiz kadar gerçeğin altını kalınca çizmemizin nedeni olsa da sözün görüntüyle birlikte tekno-dünyada kendine hatırı sayılır bir alan açmasını/bulmasını bir çelişki olarak görmeyebiliriz.
CUMHURİYET VE LAİKLİK TEMELLİ KAVGALAR
Ertuğrul Meşe’nin iki kitaptır sürdürmeye çalıştığı tartışma yüz yıla varmış Cumhuriyet'e ve onun bugününe bakarak fazlasıyla önemli ve gerekli görünüyor. Bu noktada yazarın “Anti-Kemalizm, sadece dini deneyimleme amacını taşıyan bir muhalefet biçimi değil, mukaddesatçı İslamcı bir iktidar talebidir” demesini kesinkes unutmamak ve hatırda tutmak gerekiyor. Kaldı ki bugünde olup biteni de bu iktidar talebi ve onun vahim sonuçlarıyla ancak açıklayabiliriz.
Yine bugündeki Cumhuriyet ve laiklik temelli kavgaların neredeyse hepsinin bu iktidar talebinden kaynaklandığını biliyoruz ama anlaşılan o ki iktidar olmak tatmin edici sonuçlara istenildiği ölçüde yol açmamış görünüyor. Buysa söz konusu çatışmanın başka kesimleri de kendine dahil ederek yeni saflaşmalara yol açacağı hatta yol açmaya başladığı ve bunun da uzun sürmesi mümkün ağır sonuçlar yaşatacak bir mücadeleye dönüşmesi de öngörülebilir duruyor.
Yazar kitabının son noktasını sosyo-politik alanın diyalojik demokratik bir atmosfere sahip olması için mukaddesatçı Kemalizm'in Cumhuriyet’le ve onun değerleriyle barışması gerektiğinin altını kalınca çizerek koyuyor ama başta sözünü ettiğimiz korku, aşağılama ve otoriteden çok ötekine dönük nefretten ve bunların ürettiği ve uzun yıllardır süren şiddetten (Raoul Vaneigem buna binlerce yıllık kültürümüzü talan eden dinlerin kutsal terör geleneği diyor.) kurtulunmadığı sürece bunun bu güne bakarak ütopik bir arzu olarak kalması ne yazık ki mümkündür.