Bülent Ortaçgil müzikte 50. yılını doldurdu: Yoruldum ama emekli olmayacağım

Müziğin büyük ismi Bülent Ortaçgil, sanat hayatındaki 50'nci yılını kutluyor. Yıllar sonra yeni bir albüm kaydeden sanatçıyla, 50 yılın müzikal muhasebesini yaptık, yeni albümü ve Türkiye'yi konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Türkiye’nin en kendine has şarkı yazarlarından, müziğin köşe taşlarından Bülent Ortaçgil, müzik kariyerindeki 50’nci yılını kutluyor. 1971’de ilk 45’likle başlayan müzik yolculuğunda, müziği bırakma bedelini dahi ödeyerek yaptığı, yapmak istemediği şeyden vazgeçmeyen Ortaçgil, 71 yaşında hayatının profesyonel olarak en yoğun dönemini geçiriyor. Türkiye’nin hemen her yerinde durmadan dinleyicisi ile buluşan sanatçıyla, Bozburun’dan döndüğü İstanbul’da yeni albümünün son hazırlıklarını yaparken konuştuk.

'BÜYÜK KONUŞMAM, 'BEN ŞU İŞİ YAPMAM' DEMEM'

Müzikte 50 yıl, dile kolay. Müzik yapmak, şarkılar yazmak, albümler yayınlamak, sayısız konser vermek anlamında da sormuyorum salt, bir işi yaparak 50 yıl geçirmek ne demek?

50 yıl ama tam zamanlı, sabah akşam aynı mesaili bir işte geçirilmiş 50 yıldan söz etmiyoruz. Dolayısıyla keyifli, geniş geçirilmiş yıllardan söz ediyoruz, bana hiç 50 yıl gibi gelmiyor mesela. Tabii, bu şarkı yazarlığı dediğimiz şey, tam zamanlı bir iş değil. Sürekli onu düşünmüyorsun mesela, öyle yaşamıyorsun. Kariyerimde 10 yılda yayın yaptığım zamanlar da oldu. 50 yılın ilk 10-15 yılında sahne performansım neredeyse hiç olmadı, yani konser, dinleti yapamadım. Ondan sonraki yıllarda bunun giderek artışına tanık oldum, son yıllarda ise çok fazla konser çalıyorum. Böyle bir eğilim var mesela. Dolayısıyla geçmiş 50 yılı düşününce bir emeklilik hissine kapılmıyorum.

Bunu daha önce konuşmuştuk, evet. Aslında daha “normal” bir müzik kariyerinde, insanlar daha genç yaşlarda işlerini üretip, çok sayıda konser yapıp, turnelere çıkıp belli bir yaştan sonra emekliliğe doğru meylediyorken sizde tam tersi oldu ve aslında hayatınızın en yoğun konser, turne dönemlerini siz 50-60 yaşınızdan sonra yaşadınız.

Bunda beni sevindiren şey, en sonunda çalabiliyor olmak tabii. Gençken, gücüm kuvvetim yerindeyken bu işi yapsaydım herhalde daha keyifli olurdu ama o zaman da bir dolu acemilik yapabilirdim. İkincisi, bu kadar iyi müzisyenlerle çalamayabilirdim. Aslında bakarsan bir punduna geldi, yıllarca damıtıldı, biz de eğittik kendimizi, hayat bizi eğitti, derken iyi müzisyenler bana sempati gösterdi. Bir şey daha var: Dinleyici de bu tarz müziğe doğru evrildi aslında, o da bir şans. Şimdilerde mesela, geçtiğimiz 5-10 yılda bu eğilim giderek azalıyor mesela, başka tarzlara yöneliyor. Çünkü Türkiye başka bir boyuta yöneliyor, dolayısıyla kestirilemez, tahmin edilemez ve tepkinin ne olacağı belli olmayan bir döneme doğru gidiyor, anladın mı? O nedenle belki de bu tarz müziği dinleyen, izleyen insanlar azalacaktır; belki de bu ülkede keyif ile kültür arasındaki, neredeyse eşit olan bölünme bir tarafın avantajına doğru artacaktır. O zaman işler değişir.

Tabii şu da bir şanstır herhalde bir şarkı yazarı için; müziğe bir ara verme lüksünüz de vardı. Yani eğer müzik kariyerinize başladığınız dönemde burada tutunmak zorunda olduğunuzu hissetseydiniz belki de Ortaçgil olmayacaktınız. O kaygıyla, daha çok dinlenme, bununla hayatta kalma çabasıyla…

Tabii ki. Ben o yüzden hiç büyük konuşmuyorum. “Ben bunu yaparım, başka bir şey yapmam” gibi lafları hiç söylemedim mesela. Hayat her şeyi yaptırabilir insana. Bazı durumlarda müziği cebimde, keyfimce yaşayabileceğim ve yönetebileceğim bir koz gibi tuttum. Kimseyi pek dokundurmadım o işe. Bu da bir avantaj oldu, böyle olduğu için de bu müzik belki de dıştan gelen zorlamalara kendini uydurmak zorunda kalmadı. Nasılsa, kendi mecrasında o şekilde yürüdü. Öyle olunca daha orijinal kalabildi mesela. Düşün ki, bir şey yapmak zorundasın ve yaşayabilecek, para kazanabilecek, üretebilecek bir tek şansın var, o da şarkı yazmak; o zaman insan her şeyi yapabilir. Bu nedenle, her şeyi yapan insanlara da kötü bakamıyorum ben.

'MÜZİĞİN DİLİNİ DAHA İYİ BİLİYOR OLMAYI DİLERDİM'

Siz, kendisiyle konuşmayı seven birisiniz. Bunu birlikte yaptığımız kitabı hazırlarken de anlamıştım, şarkılarınızda da bu durum hissediliyor. Mesela ‘Ayrıntılar’ şarkınız tam böyle bir şarkıdır, bir hesaplaşma gibidir. Kendi hayatına bakabilme, kendisiyle konuşabilme özelliği olan biri olarak soruyorum, bu 50 yıl sizi tatmin etti mi?

Tatmin oldum tabii. Ama insanın istekleri bitmiyor. Müziği, müziğin dilini daha iyi bilmeyi, daha öğrenmeyi, daha iyi kullanmayı isterdim mesela. O zaman bir şarkı yazarından daha geniş anlamda bir müzisyen olabilirdim. Şarkısını yazan, çizen, düzenleyebilen, orkestra edebilen biri olabilirdim. Onu olamadım çünkü müzik eğitimi almadım. Bunu yapmadım diye mazeret gösterebileceğim bir dolu şey olabilir. Gerçi belirli bir müzikal dili var şarkılarımın. Müzisyenlerin bana söylediği şey bu. Tamam, müzikal dili var da, o dili müzik anlamında daha iyi kullanmayı isterdim açıkçası.

Dediğiniz gibi bir “müzisyen” olsaydınız acaba bu şarkıları bu şekilde yazar mıydınız diye düşünmeden edemiyorum.

Yok, yazmazdım. Şuradan biliyorum; ben ne zaman müziğin dilini öğrenmeye, müzik çalışmaya, kendi kendime müzik eğitimi almaya başladıysam o zaman şarkı yazarlığım çok kısırlaşıyor. Aklım başka yerlere çalışmaya başlıyor çünkü. Şarkı yazarlığı özel bir konu. Şarkı yazarı olmak için müzisyen olmak yetmiyor. Müzisyenlik işin bir bölümü. Bir şey söylemek, söylediğini doğru düzgün söylemek, söylediğinin o zamana kadar söylenenlerle bir karşılaştırması olması vesaire, bunlar şarkı yazarlığı için gereken şeyler. Ama mesela kendime iyi bir piyanist olarak eşlik etmek isterdim.

Peki, kendi şarkı anlayışını yaratmış olmak, o anlayışın tek temsilcisi olmak, bir müzik tarzının adınızla tanımlanması nasıl bir duygu?

Bundan özel bir keyif aldığım doğru ancak kendime bir paye biçmiyorum. “Ne güzel şey yapmışım be!” gibi bir duygu taşımıyorum. Herkes gibi, ben de bir şey yaptım ve bunu yaptım. Evet, iyi yaptım ama bu kadar. Daha fazla bir anlam yüklemiyorum. Referans olmak vesaire, zaten senin kendi kendine egonu şişirmek için söyleyebileceğin şeyler, benim böyle bir alışkanlığım da yok. Eğer bir kapı açılmasına vesile olmuşsam, şu olabilir: Popüler müziğin Türkiye’de ilk yaygınlaşmaya başladığı dönemde, burada bireysel, kişinin kendisinden yola çıktığı şarkılar pek yapılmıyordu. Ben bunu yapmış olabilirim.

'HAYATIMIN ÖZETİNİN ŞARKISINI YAPTIM'

Geçenlerde Duvar Özel için Nejat Yavaşoğulları’yla konuştuk, diyor ki o da, “Bülent ‘Benimle Oynar mısın?’ albümünü yapmamış olsaydı ben şarkı yazma, albüm yapma cesareti bulur muydum bilmiyorum.” Keza TRT’de programına katıldığınızda, sanırım sizden bir yaş da büyük olan Kadıköy Maarif’ten arkadaşınız Mazhar Alanson da benzer bir şey söyledi; sizin ‘Benimle Oynar mısın?’ albümünüzün kendi müzik yolculuğunda bir cesaret noktası olduğunu belirtti.

Bir anlamda, ana akımın dışında, bir yerlere saklanmış genç arkadaşlarıma “Ulan bu herif yaptı, biz de yaparız” demeleri için cesaret vermiş olabilirim. Mazhar’a gelince, bunlar birbirini etkileyen durumlar. Ben de ona her zaman söylediğim şeyi o programda tekrarladım, “Bu kadar az müzik bilgisiyle, üç akorla senin kadar güzel şarkı yazan görmedim” dedim.

50’nci müzik yılınız için beş şarkılık bir albüm kaydettiniz. Bildiğim kadarıyla şarkıların dördü yeni yazdığınız şarkılar, biri ise Çekirdek Sanatevi döneminden hatırladığımız ‘Ak Kuşlar Kara Kuşlar’.

Evet, dördü son yıllarda düşünülmüş, yazılmış şarkılar. Biri çok şaşırtabilir dinleyenleri, şimdiye kadar hiç denemediğim, gençliğimde dinleyerek büyüdüğüm bir tavrı temsil ediyor. Blues çaldık mesela. Ve canlı çalındı stüdyoda. Bir diğeri Baki Duyarlar ile piyano-gitar olarak çaldığımız bir şarkı. ‘50’ diye bir şarkı yazdım ayrıca. O da 50 yıllık müzik hayatımın bir özeti mesela. Şarkının sözleri, yazdığım diğer şarkıların isimlerinden oluşuyor. Sahnede de çalmaya başladım bu şarkıyı, uzun zamandır benden yeni bir şarkı duymamış olan dinleyiciye, “Hadi size yeni bir şarkımı söyleyeyim” diyorum.

Peki bu yeni şarkıların arasında ‘Ak Kuşlar Kara Kuşlar’ nasıl girdi?

Eski şarkılarımın çoğunun, Çekirdek’teyken söylediklerim de dahil, yeni ve dinlenebilir kayıtları var. O şarkının yoktu. Sadece Çekirdek’te çalmıştık. Dinlediğim zaman da kendi çalışımdan pek memnun olmadığım, dinleti anındaki canlı kayıttır o. O yüzden onu tekrar kaydetmek istedim. Bir de, eskiden yazdığım, hiç yayınlanmamış, benim de sadece arşiv amaçlı yayınlamayı düşündüğüm üç beş şarkı var. O şarkılar bugün bir şey ifade eder mi bilmiyorum. ‘Ak Kuşlar Kara Kuşlar’ın hem müzikalitesi ilginç hem de genel olarak benim yıllardan beri takıldığım o “bir şeyin iki yüzü” konusunda bir şarkı olduğu için seçtim onu.

Albümle ilgili kesinleşmiş bir takvim yok zannediyorum…

Hayır, yok. Miksleri bitmek üzere. Bir “50’nci yıl” programı, bir etkinlikler bütünü düzenlenirse bu yayınlanacak. Ne formatta yayınlanacağını bile bilmiyorum. Plak olabilir. Ben müziği elinde tutan insanlardanım, o ekolden geliyorum. Mutlaka bir şekilde tutmalıyım elimde, artık plak mı olur, ne olur bilmiyorum. Sadece dijital platformlarda yayınlayacağımı sanmıyorum. Çünkü onun bir hikayesi var, stüdyo referansları var, nasıl kaydettiğimiz, nerede kaydettiğimiz, kim ne çaldı filan… Bütün bunların tarihsellik içinde bir önemi var. Onları bilmedikten sonra sıfır kilometre bir şarkıyı dinlesen ne olur, dinlemesen ne olur.

Siz nasıl dinliyorsunuz müziği?

Birçok şekilde dinliyorum tabii, kaçınılmaz olarak. Dijital mecralardan da dinliyorum. Ya da televizyonda Mezzo’yu açıyorum örneğin. CD de dinliyorum ancak elimdeki CD’ler kısıtlı olduğu için artık yetmiyor o bana. Bazı uygulamaları kullanmıyorum mesela, çünkü hiç yatkın değilim o işlere. “Şimdi sen bunu dinleyeceksin” beni rahatsız ediyor, ya da bana listeler yapılması vesaire. Ancak tabii yeni bir şeyi dinleyecek başka bir araç da kalmadı. Müzik dinlemek benim için bir iş, dolaysıyla yeni şeylerden haberdar olmak isterim ama bu sonsuza kadar böyle bir dinleme iştahı sürecek anlamına da gelmiyor. Bir yerde “Artık tamam, dinlemek istemiyorum” diyebilirim.

'EZHEL'İ ÖZEL OLARAK SAHNEDE İZLEDİM, ÇOK ETKİLENDİM'

 Yeni Türkçe müziği dinliyor musunuz?

Dinlediğimi söyleyemem, yani özel olarak takip etmiyorum. Ancak arada sırada, gittiğim festivallerde rastladığımda ilgiyle dinlediğim ve çok beğendiğim gruplar, şarkıcılar oluyor. Türkiye’de artık baya bir kitle bu işle uğraşıyor. Canlı çalıyorlar, iyi çalıyorlar, kendi şarkılarını yapıyorlar… Tabii ki herkes benim istediğim, beğendiğim müziği yapsın mantalitem yok, herkes ne isterse yapsın ama yaptıklarını iyi yapsınlar. Gördüğüm kadarıyla iyi de yapanlar var. RAP dinlemiyorum ama birkaç kez Ezhel’in canlı performansını izledim, çok beğendim, etkilendim. Ama söylediği birçok şeyi anlamadım mesela. “Ne diyor bu çocuk?” dedim. Müziği de enteresan, kitleleri yönlendirebilme, etkileme gücü de büyüleyici. Ortak gittiğimiz festivallerde zaman yaratıp özellikle gidip izledim, dinledim. Adamlar grubunu da yine böyle özellikle gidip dinledim ve çok beğendim. Bu gençlerde bizde olmayan şeyler de var. Kitleye nasıl davranacaklarını biliyorlar, onları heyecanlandırmayı, yükseltmeyi biliyorlar filan. Bizim ekolümüzde olmayan bir şeydir bu, biz çalarız, dinleyen dinler, dinlemeyen dinlemez. Bunun eskilerdeki referansları arasında Cem Karaca vardır mesela. Büyük bir sahne adamıydı o, çok etkileyiciydi sahnede. İzlediğimde şaşırıp kalmıştım. En ukala laflarımı ettiğim dönemde bile onu sahnede izlediğimde ağzım açık kalmıştı.

Kendi kayıtlarınıza hiç dönüp bakar mısınız, dinler misiniz eski şarkıları?

Nadiren. Ama dinlediğimde de çok beğeniyorum açıkçası. Bende şöyle bir alışkanlık var, birçok müzisyende de vardır bu sanırım: O şarkılarla uğraşırken çok fazla mesai harcıyorsun ve şarkı artık senin ilk yazdığın formatını kaybetmeye başlıyor. Çünkü mıncık mıncık uğraşıyorsun o şarkıyla kaydederken, “Şöyle mi miks yapalım? Bu da çalsın mı? Şurası nasıl olsun?” derken yoruluyorsun. Bıktırıcı ve işin özünden uzaklaştıran şeyler bunlar aslında. Şarkının yazdığın zamanki ham haliyle o kayıt sürecinden sonraki hali arasında bir uçurum oluyor. Sen onu o hale getirdiğin zaman o şarkıdan bıkmış oluyorsun. Bu nedenle benim tavrım, o şarkı kaydedildikten, o işler bittikten sonra şarkıyı dinlememektir; en az 6 ay, bir yıl dinlemem mesela. Bu zaman geçtikten sonra dinliyorum ve dinlediğimde yaptığım şeyleri beğeniyorum. Şimdiye kadar, Onno ile yaptığımız ‘İkinci Perde’ kayıtları dışında, geriye bakıp da “Tüh!” dediğim hiçbir şey yok.

'GÜCÜM YETTİĞİNCE SAHNEDE OLMAK İSTİYORUM'

Sizi, müziğinizi sevenler yıllarca yazın, çalın, söyleyin ister tabii ama sizin aklınızda bir emeklilik planı var mı?

Hep çalmak istiyorum, birileri “Kes lan!” diyene kadar en azından. Mental bir yorgunluk hissediyorum tabii. Eskiden şarkı düşünerek yaşamayı bilirdim, şimdi şarkı düşünerek yaşamıyorum, daha az düşünüyorum. Öyle olunca şarkı üretme hedefin de olmamaya başlıyor ve daha seyrek yazmaya başlıyorsun. Mesela bu ‘50’ adlı şarkının fikri bana müthiş bir şey gibi gelmişti. Onun etrafında bir iki yıl dönüp durdum, yapamamıştım, sonra o fikri anladığım anda 10 dakikada su gibi yazdım o şarkıyı. Biliyorsun, ‘Değirmenler’i de öyle yazmıştım.

Sahnede çalarken, müziği dinlemeyen, gürültü yapan, çevresi için de müziği dinlenilmez kılan seyirciye bazen tabiri caizse fırça atıyorsunuz, böyle anısı olan birçok insan da tanıyorum. Şunu kabul edelim ki bizde müzik dinleme kültürü çok gelişmiş değil. Hele de sizin müziğinizin dikkatle dinlenilmesi gereken yapısı düşünüldüğünde, bu bazen sorun olabiliyor…

Bir şarkı yazarı, bir enstrümanla çıkıp şarkısını söyleyendir aslında, dünyada da böyledir. Bu insan ve bu enstrüman bir arada bir şey söyler. Bu söylediği ya bir öyküdür, ya politik bir mesajdır, ya sanatsal bir ifadedir vesaire. Dinlenilmezse eğer, seyirciyle göz göze geldiğinde bir anlam ifade etmezse, seyirci ona öyle bir sempati göstermezse o iş anlamını kaybeder. O zaman o iş senin otomasyonla yaptığın bir şey haline gelir. Ben önce tek başıma çaldım, ondan sonra grupla çalmaya başladım. Grupla çalınca, teknik olarak büyük bir volüm çıkarıyorsun. O volümü çıkardığında bu iletişim hattının kopuk olması fazla bir şey ifade etmiyor. Sen de artık sahnede bunu görüyorsundur, öyle bir seste çalıyorsun ki, dinleyicinin sesini filan duymuyorsun. Müzik biraz da kafasına kafasına vurmaya başlıyor. Ama ilk yıllarda bastırılma, o mekânda ana unsur olmam gereken yerde bir aksesuar olma, fonda bilmem kim olarak duyulma riskim oluyordu. O dediğin seyirciyi uyarma durumları o zamanlar yaşanıyordu. Grupla çalmak, müzikal bir tercih olmakla beraber biraz da bu zorunluluktan ortaya çıktı zaten. Beni o zamana kadar dinleyenler de ilk zamanlar yadırgadılar, “Davulun sesinden seni duyamıyoruz” filan dediler. O kadro ‘Oyuna Devam’ albümümle birlikte kuruldu ve o çok iyi müzisyenler, Erkan Oğur, Cem Aksel, Gürol Ağırbaş, bana kendimi iyi hissettirdiler. Bu müziğin ticari getirisi çok değildi, büyük salonlarda yılda bir iki kez çalabiliyorduk. Grupla birlikte, gençlerin gittiği bar gibi yerlerde çalmaya başladık. Grupla çaldığımızda millet dinliyor mu dinlemiyor mu pek umursamamaya başladık. Hatta Jazz Cafe zamanında, fazla dinlenilmediğimizi bir şekilde hissedersek grup bir anda doğaçlama şeyler çalmaya başlardı, eğlenirdik.

'BUGÜN OLSA O RÖPORTAJI VERİRKEN DÜŞÜNÜRDÜM'

Yine 50 yıldır müzik yapan Ortaçgil’in yaşadığı ülkeye, gündeme dönelim. Müzikal anlamda çok tatmin olduğunuzu söylediniz ama bu ülkede, bu koşullarda, hepimizin sorguladığı gibi bazen “Ne yapıyorum ben?” dediğiniz, yabancılaştığınız oluyor mu? Açlık, krizler, savaş… Aslında farklı biçimlerde hepsini yaşıyoruz yavaş yavaş. Bu ortamda siz şarkı yapıyorsunuz, şarkı söylüyorsunuz. Hiç bunu düşündüğünüz, “Ne yapıyorum?” dediğiniz oldu mu?

Olmaz mı, tabii. Sürekli zaten o hesaplaşmanın içindesin kendinle. Bir kere yaptığın şey toplumun yaşadığından soyut değil, sen de onun içinde bir elemansın, sen de aynı şeyi yaşıyorsun. Aynı kültürel, ekonomik zorlukları sen de yaşıyorsun. Televizyonu açtığın zaman aynı haberleri sen de seyrediyorsun. Bundan bir şekilde sakınmak bir yerden sonra mümkün değil. Ben her zaman şu soruyu soruyorum mesela: “Bu müzik gerekli mi?”. Yani insanlara, yaşantıma böyle bir müzik gerekli mi? Bunun gerekli olduğu sonucuna vardım çünkü insanın ruhsal dünyası, dış taraftaki şartlar ne olursa olsun, rahatlamaya, düşünmeye, sanatsal keyifleri almaya muhtaç. Dolayısıyla o tarafa hitap ettiğimi düşünüyorum. Ama bu müziği başka amaçlar için kullanan insanlar da olabilir, onlara da pek ses çıkarmıyorum. Yani bu koşulları değiştirmek için politik amaçlı müziği kullanan insanlar varsa da ne güzel ediyorlar; tabii, güzelse eğer yaptıkları şey.

Müzikal olarak politik olanla, tırnak içinde, “kişisel” olan arasında bu kadar büyük bir uçurum var mıdır?

Bunlar benim hayatımın sorularıdır ki öyle çok net cevaplar da vermemiş, verememişimdir. Ne bileyim, birisi alır mesela Nazım Hikmet şiirini söyler. Onun söylediği o şarkıyla benim şarkım arasında bir fark var mıdır? Format olarak yoktur, aynı şeyleri söyleriz belki de, aynı müzikal ifadelerle söyleriz falan. Ama diyelim ki o Nazım’ın çok politik bir şiiridir, benimki hiç alakasızdır. Bence şarkı yazarının – besteciden bahsetmiyorum, besteciler söz yazmak zorunda değiller, onlar alırlar bir teksti müziklendirirler- ama bir şarkı yazarının her zaman kendini yazması gerektiğini düşünüyorum. O ekole inanan ve o ekolden beslenen bir adamım.

Bunu şarkılarınızda da ifade ettiniz. “Sözümüz bitince Nazım’a sığınamadık” dediniz mesela, aklıma geldi; bu konuda çok sarkastik sayılabilecek eleştirileriniz de var.

Var, var. İnsan ama yaşadığı şeyden etkileniyor. Şu anda Türkiye’deki genel kültürel çevrenin hiç besleyici olmadığını itiraf edeyim. Mesela bizim gençlik yıllarımızdaki müzikal, düşünsel çeşitlilik, çatışma ortamı, özgürlük… Bunların esamesi okunmuyor. Çok çok cahil bir kuşak bu açıdan. Tabii bunların sebeplerini oturup da konuşmanın anlamı yok; hem bizim boyumuzu aşar hem de çok politik bir şey.

Politik konuları konuşmayı çok sevmediğinizi biliyorum. Ama konuştuğunuzda da bambaşka yerlere çekiliyor ve hâlâ zaman zaman hortlatılabiliyor, mesela bir gazeteye röportaj verdiniz, bir şey söylediniz, o gün bugündür üzerinize yapıştırılmaya çalışıldı bu…

Ben insanı, şu andaki insanların sınıfladığı şekilde sınıflamıyorum. Sen bu cenahtasın, öbürü o cenahta. Öyle bir sınıflamam yok benim, dolayısıyla her gazeteye konuşurum ben.

Yine olsa konuşur musunuz?

Şimdi olsa bir daha düşünürüm tabii, çünkü çok fazla salakla uğraşmaya başladık. Ama burada bir beis görmüyorum. Hem gazete hem televizyon, bütün bu röportajları istediği şekle sokma şansına sahip. Sen şimdi bu röportajı redakte ettin, içinde söylediğim bir cümleyi aldın, burada bir saattir konuşuyoruz, bu bir saatlik konuşmanın içinde hiçbir şey ifade etmeyen, o bir saati temsil etmeyen ama sonuç olarak benim söylediğim bir lafı aldın başa koydun ya da ne bileyim hükümete küfrettiğim bir cümleyi aldın, onu başlık yaptın. Şimdi bu, bir saatlik konuşmamızı temsil ediyor mu? Etmiyor. Televizyonda da öyle. Kesiyorlar hart diye söylediğin şeyi, başka bir şey söylemiş oluyorsun ya da söylememiş oluyorsun.

Burada biraz da eleştirilen şey, oradaki o -bana sorarsanız- habis niyetin farkında olmamış olmanızdı.

Öyle bir habis niyetin benim dünyamda yeri yok, anladın mı? Herifler habismiş meğer. Bana önerdiğin, “senin gibi olan insanlarla konuş, öbürleriyle konuşma”ysa eğer, hayır efendim, kabul etmiyorum. O öneri onun karşılığıysa o da doğru değil ki. Nasıl olacak, senin gibi olmayan insanları nasıl ikna edeceksin, bana bunu anlat o zaman. Nasıl bölündüysek öyle devam eder, çünkü demografik olarak o şekilde artmaya devam ediyor. Sen onunla konuşmuyorsun, o seninle konuşmuyor, sen onu dinlemiyorsun, o seni dinlemiyor. Sen o gazeteye gitmiyorsun, o bu gazeteye gelmiyor. Ee? Bu beni sinirlendiriyor çok açıkçası.

O zaman kendi adıma şöyle bir eleştiri yapabilirim: İki eşitten bahsediyor gibi bahsetmek bence adil olmuyor.

Eşitlik derken, şimdi benim hangi cenahtan olduğum belli, bunu bilmeyenin de artık kendi sorunu. Ama benim o cenah için de kabul görmeyen düşüncelerim olabiliyor. Günün sonunda ben TRT 2’ye de çıkar konuşurum, çünkü TRT 2 şu anda kaliteli bir kanal, izlenebilecek bir kanal. Orada o da var bu da var diye konuşmamazlık etmem.

Tomris Uyar, Turgut Uyar’la ilgili anılarını anlatırken bir söyleşide diyor ki, “Turgut, son zamanlarında hep daha politik olmamanın üzüntüsünü duydu.” Hiç böyle bir şey hissettiniz mi kendinizle, işinizle ilgili olarak?

Benim gençliğim politikadan, güncel politikadan nefret etmekle ve onu aşağılamakla geçti. Yani bütün politikacılardan nefret etmek, sağ-sol hiç fark etmez, hepsinden nefret etmek… Hâlâ nefret ediyorum, o başka mesele. Ama bu kişisel bir şey.  Politik olan insanlara da hayretle ve gıptayla bakıyorum, “Vay be, helal olsun!” diyerek.

O “Hiçbir şeye inanmadım/Uğrunda ölecek kadar” dediğiniz şey…

Evet, tam olarak o.

Albümü merakla bekliyoruz. Umarım bu pandemi koşulları, ülke koşulları içinde yakın zamanda dinleriz.

Bunca şey içinde “hadi yapalım, hadi yayınlayalım, çok geç artık” sabırsızlığını göstermiyorum. Birlikte karar vereceğimiz insanlarla karar vereceğiz, nasıl ne yapacağımız saptanacak. Benim için önemli olan şu, o albümü bitirdim, ben kendi işimi yaptım. Öyle düşünüyorum, acele etmiyorum. Ama sanırım 2022 yılında bir şekilde yayınlanacak.

Uzun zamandır şarkı yazmak için çok konsantre değildiniz. Şimdi bu yeni albüm için yeniden şarkıların başına oturmak bir heyecan yarattı mı?

Daha fazla vakit harcıyorum, daha fazla gitar düşünüyorum. Mesela soundcheck’lerde… Aslında “soundcheck şarkıları” diye bir şey yapmak lazım, çünkü her soundcheck’te ben bir şey çalarım ama o anda çalarım falan… Belirli bir havaya girdiğimi söyleyebilirim, bu doğru. Keşke beş şarkı değil de on şarkılık yapsaydık gibi. Ama öyle olsaydı zorlama olabilirdi.

Bundan sonrası için sevenleriniz yeni şarkılar bekleyebilir ama...

Hangi formatta yayınlarım bilemiyorum ama yapabilirim.