YAZARLAR

Burası Türk futbolu, buradan çıkış var

Burada biz bize yetiyoruz, burada Chiesa’nın adı Inzaghi, burada yayınlar hep uydudaki sorundan dolayı kesiliyor, burada imzalar kalplere atılıp mahkemede siliniyor, burada maçlar 90 dakikanın sonunda değil biz bitti deyince bitiyor; ama artık buranın dünyada bir yeri yok.

Türk futbolunda susuz yaz devam ediyor. Milli Takım’ın Euro 2020 faciasının ardından Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi 2. Ön Eleme Turu ilk maçında PSV deplasmanında aldığı 5-1’lik mağlubiyet, belli ki ne tek başına Milli Takım ile ne de Galatasaray’la açıklanabilecek bir çöküşün habercisi. Yine de bir umut olmalı…

HER ŞEY EKSİK OLABİLİR Mİ?

Çarşamba akşamı Galatasaray maça üçlü savunmayla başladı, sonra dörtlüye döndü; ama pek bir şey fark etmedi. Son dönemde üçlü savunma moda olduğu için temsilcimiz de üçlü çıkmıştı, o kadar. Zaten oyuncular sahaya dizilmemiş, dağılmıştı. Hal böyle olunca rakip de bizimkileri dağıtmıştı. Birçoğumuz bunu taktik yetersizliğe yordu. Demek ki takım taktik açıdan iyi çalışmamıştı, sezona hazır değildi, zaten bir Türk takımının temmuz ayında hazır olduğu da vaki değildi. Sorun taktikte görüldü. Böyle söyleyenler haklıydı.

Kimimiz ise düzgün koşamadıktan sonra taktiğin anlamsızlaştığını öne sürdü. Fiziksel açıdan “adamlarla” baş edemediğimizi, bizim oyuncuların hep ağır kaldığını, Luyindama dönene kadar rakibin salına salına ilerleyerek ceza sahasına sarktığını söyledi. Demek ki kondisyon idmanında eksik vardı. Yüklemeler doğru yapılmamış, tarihi aylar öncesinden belli olan bu maça gerekli dayanıklılık ve patlayıcılıkla çıkılmamıştı. Sorun fizikseldi. Böyle diyenler çok haklıydı.

Bazılarımız işin idari yönüne odaklandı. Yeni başkan seçim sürecinden galip çıkması halinde on gün içinde bütün transferleri bitirme vaadinde bulunmuş, ama sözünü tutamamıştı. Zaten haziran ortasında başkanlık seçimi yapmak, bir sonraki sezonu riske atmak demekti. Demek ki sorun idari olmalıydı. Böyle düşünenler de haklıydı.

Bunların hepsi gerçek ve ciddi problemler ve çözümleri için ciddi bir zaman, emek ve para gerekiyor. Öte yandan hepsinin çaresi var. Eğer sorun teknik direktörde, oyuncuda veya başkandaysa her birinin daha iyisi bulunabilir. Ancak bir yerde her şey kötüyse, derdinizin kökleri daha derinde olabilir. Biliyoruz ki çarşamba akşamı PSV karşısına Galatasaray değil Fenerbahçe çıksa aşağı yukarı yine aynı şey olacaktı. Geçen sene PAOK karışışındaki Beşiktaş’ı gördük. Euro 2020’de Milli Takım’ı izledik. Modern futbol karmaşık bir oyun, ama o kadar da karmaşık değil. Bilgi paylaşımının bu kadar rahat olduğu bir dönemde, sırf rakipleri taklit ederek bile daha fazlası yapılabilir. Tabii daha iyiyi isteyen varsa.

İKİNCİ TÜR GERİ KALMIŞLIK

Yetkisi ve gücü olanlar arasında isteyen yok, varsa da görünmüyor. Türk futbolu ikinci tür geri kalmışlıktan mustarip. İki tür geri kalmışlık olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki (mesela cumhuriyetin ilk yıllarındaki Türkiye) imkanların yetersizliğinden ve yola geç çıkmış olmaktan kaynaklanır. Futbol özelinde, yeterli para, birikim, personel, bilgi, tesis yoktur ve sizden daha iyi durumdakilere yetişemezsiniz. Türk futbolu için 1980’lere uzanan toprak sahalı dönem, birinci tür geri kalmışlığa örnek gösterilebilir. Birinci tür geri kalmışlık zordur. Öncelikle, “alarmizm” adı verilen, bir an önce bir şeyler yapmak gerektiği duygusunu tetikler. Başkaları çok ileri gitmiştir, yetişmek için acele etmek şarttır. Türkiye’nin modernleşme hikayesi aşağı yukarı bu telaşın sebep olduğu yanlışların ve aynı süreçteki iyi niyetli çabaların hikayesidir.

Birinci tür geri kalmışlıkta daha fazlasını yaparak ilerleyeceğinize inanır, bu yönde gayret sarf edersiniz. Türk futbolu 1970’lerden itibaren böyle bir tavır takındı. Elbette o zaman da mevcut durumun değişmesini istemeyenler oldu, oyunun popülerliğini siyasi kâra çevirenler çıktı, gelişim kurumsallaşmak yerine bireylere dayalı olarak kaldı. Ama ilerleme eşit ve istikrarlı olmasa bile bir şekilde karşılık alındı ve Türkiye 1980’lerin sonundan itibaren dünya futbol haritasına girdi. Bunda Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılması sonucu Avrupa’da “yenilmesi daha kolay” birçok yeni milli takım ve kulüp çıkmasının etkisi yok değildi. Ama sadece dış etmenlerle açıklanamazdı. Çalışkan insanlar rasyonel fikirleri hayata geçirmişti. Galatasaray öncülük etti, Milli Takım onu izledi ve Türkiye futbolda hem başarı hem itibar kazandı. Bundan 15 yıl önce Gaziantepspor Roma ile, Gençlerbirliği Valencia ile çarpışıyor, Denizlispor Lyon’u eliyordu.

Bugün hepsi çok uzak mazide kalmış görünüyor. Çünkü bugün Türk futbolu ikinci tür, yani bilinçli geri kalmışlığı yaşıyor. Bu biraz daha zor bir durum, çünkü fiziksel veya maddi imkânlara değil, kasten içe kapanmaya ve kötü niyete dayanıyor. Mutsuzluktan başka bir yol olmadığını göstermekle, hep birilerine mecbur olduğunuz düşüncesini dayatmakla, elinize mutsuzluk adında bir sopa alıp umudu kovalamakla başlıyor. Türk futbolunun elinde makul rekabet için gerekli imkânlar fazlasıyla var. Ama Gandi’nin söylediği gibi, uyku numarası yapan birini uyandırmak pek öyle mümkün olmuyor.

Zaten niye uyansınlar ki? Çark dönüyor. Aynı insanlar aynı yerlerde top çeviriyor ve topu kaptırmaktan müthiş korkuyor. Burası hakikat sonrası Türkiye ve burada hakikat sonrası Türk futbolu var. Burada biz bize yetiyoruz, burada Chiesa’nın adı Inzaghi, burada yayınlar hep uydudaki sorundan dolayı kesiliyor, burada imzalar kalplere atılıp mahkemede siliniyor, burada maçlar 90 dakikanın sonunda değil biz bitti deyince bitiyor, burada hakemler teröristken başkanlar vatan kurtarıyor, burada maçlara gidilmesin ve televizyondan izlenmesin diye maddi manevi her şey yapılıyor. Ama artık buranın dünyada bir yeri yok.

KİM BU 'ADAMLAR'?

Kendini bu denli kapatıp kendi masallarına inanınca senin dışındaki herkes düşman, öteki, belki daha da kötüsü, yabancı oluyor. Ötekiyle yüzleşmek en büyük kâbusumuz oldu. “Adamlar” diye bir laf ortalıkta dört dönüyor. Adamlar acayip ısınıyor, adamlar çok tuhaf soğuyor, adamlar on kaplan gücünde, kelebek gibi uçup arı gibi sokuyor. Kim bu “adamlar”? Yirmili yaşlarındaki, senden hiçbir farkı olmayan, sadece memleketi başka olan çocuklar. Ama içe kapandıkça bizim dışımızdaki herkes bize gerçekten yabancı geliyor.

Çarşamba akşamı PSV tribünleri dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Bazen sahadaki iki takım arasındaki farkı anlamak için taraftarlara bakmak yeterince ipucu verebiliyor. Ortalama işlerde çalışıp, ortalama bir hayat yaşayan insanların aileleriyle birlikte gelip maç izleyen halleri, yüzlerindeki gülümseme bile bize tuhaf geliyor. En son ne zaman “iyi ki buradayım” dediniz veya diyen birini duydunuz? “Adamlardan” bu kadar korkulmasının sebebi de bu. Mesafeler günden güne açılıyor. Türkiye de Türk futbolu da dünyadan giderek uzaklaşıyor. Aslında adamlara hiç bulaşmayacağız da, dünya bu kadar küçülmüşken ister istemez tesadüf ediliyor. Üstelik serde fütuhatçılık var. Ama bir kez karşılaşınca da takke düşüveriyor.

Çünkü mutluluk ve huzur da en az futbol kadar idman gerektiriyor. Evde, işte, okulda mutsuz edilen insanların sahaya çıkınca şen şakrak olmasını, tribünde eğlenmesini, kolektif emekten keyif almasını bekliyoruz. İster saklambaç ister futbol olsun fark etmez; her oyunun tek kuralı vardır: İnsan mutlu olmak için oynar. Bu keyif olmadıktan sonra geri kalan hiçbir şeyin önemi, futbolun da bir anlamı kalmıyor.

BİZ ŞİMDİ NE YAPSAK ACABA?

İkinci tür geri kalmışlığın en berbat yan ürünü ise umutsuzluk ve kadercilik. “Böyle gelmiş böyle gider” deyip durumu kabullenmek, başka bir ihtimalin olmadığına inanmak tek çareymiş gibi görünüyor. Ama dünyayla ilişkisi daha güçlü, daha organik ve daha sağlıklı olan yeni bir kuşak var ve devamı da geliyor. Bugün bütün bu rezillikleri daha fazla insan daha yüksek sesle dile getiriyor. Saha torpil kabul etmiyor; yabancı ligleri izleyenler bizim seviyemizi apaçık görüyor. Çocuklar ve gençler kendilerini Türkiye ligine mecbur hissetmiyorlar. Üstelik onlar bugünkü sistemin sorumlularına göbek bağıyla bağlı değiller. Bütün bunların bir sonucu olacak.

İnternette onlarca yeni spor yayını ve yayıncısı var. Dertlerini sakince anlatarak kitlelere olumlu bir etki yapabiliyorlar. İçlerinde azımsanmayacak bir kısmı, hastalıklı geçmiş aidiyetleri hiç yaşamadı, yaşasa bile bunların hastalıklı olduğunu gördü. Gençler Türkiye ligine mecbur değiller, ama futbolu yönetenler bu gençlere mecbur. Belki istediklerinden değil, ama bilet ve dekoder satabilmek için eninde sonunda yeni bir söylem benimsemek zorunda kalacaklar. Yöneticilerin transfer masallarına inananların sayısı günden güne azalıyor. Çünkü içindeki birçok soruna rağmen futbol, Pride tişörtü giydiği için 26 yaşındaki bir çocuğu insanların önüne atanlara ve çıkıp bu konuda tek söz edemeyen, ama güçsüzü buldu mu fırçayı basan asık suratlı yetkililere değil, altyapıdan yetişmiş oyuncuyu kendi kardeşi gibi sevenlere ait. Biz futbolu sokakta bulduk…


Suat Başar Çağlan Kimdir?

1984 yılında Bornova’da doğdu. Balıkesir Fen Lisesi’ni ve Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 2010 yılında Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı programında yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılından beri İngilizce ve Fransızca dillerinden serbest çevirmenlik yapıyor. George Bernard Shaw, Alain Robbe-Grillet, C. L. R. James, Saadat Hasan Manto gibi yazarların eserlerini Türkçe’ye çevirdi; edebiyat, sanat ve felsefe alanındaki yazı ve tercümeleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Gazete Duvar’da başladığı futbol yazılarına farklı mecralarda devam ediyor. Karşıyaka’da yaşıyor.