Burcu Aktaş: Fiziki yapısı bozulmuş kentler, çocukların duygu dünyalarını kuraklaştırıyor
Burcu Aktaş ile 'Çarpık Ev', 'Vahşi Şeyler', 'Durmayalım Düşeriz' romanlarını konuştuk. Aktaş, "Ben yolumu edebiyatla, sanatla buluyorum. Edebiyat, benim teslim olmamamı sağlıyor" dedi.
DUVAR - Gazete Duvar yazarı ve çağdaş çocuk edebiyatının farklı kalemlerinden Burcu Aktaş'ın 'Çarpık Ev', 'Vahşi Şeyler', 'Durmayalım Düşeriz' romanları, Redhouse Kidz tarafından yeni edisyonlarla yayımlandı.
"Yuvanın işgali" temasına farklı açılardan bakan Burcu Aktaş, her romanında bambaşka yuvalar sunuyor okura. 'Çarpık Ev’de göğü delen apartmanların yanına gizemli bir bahçe yerleştiriyor. 'İstasyonda Vals’te karakterleri aracılığıyla istasyon meydanının hafızasını, 'Vahşi Şeyler’de medeniyetin yıkıcı yüzüne ancak dürbünle bakan, kitaplarına ve anılarına sığınan Mualla’nın hikayesini anlatıyor. 'Durmayalım Düşeriz’de ise türlü macerayla Yokuşpaşalılar’ın hayal gücüyle imtihanını okuyoruz.
Burcu Aktaş ile kitaplarını, edebiyata sığınmayı ve kapitalizmin yok ettiği mekanlar ile yuvaları konuştuk.
'BİR ŞEHRİN KÜLTÜRÜ SİLİNDİĞİNDE O KENTİ KAYBEDERİZ'
Size soracağım soruları tasarlarken, İstanbul’un kaybettiği mekanları, mahalleleri listelemek istedim ama liste çok uzun olacağından kendimi durdurdum. Kapitalizmin her yerde kendini gösterdiği bir ortamda siz mekanları, değişen kentleri, "yuvanın işgali" meselesinin izini sürerek ele alıyorsunuz metinlerinizde. 'İstasyonda Vals', 'Çarpık Ev', 'Durmayalım Düşeriz' ve 'Vahşi Şeyler’in birbirlerinden ayrılan çok fazla yönü olmasına rağmen bu romanlardaki izleğinizin "yuva" arayışı olduğunu söyleyebiliriz. Sizin için mekanı dil aracılığıyla ifade etmek nasıl bir duygu? Bir şehir nasıl kaybedilir ya da kaybettiklerimizi nerelerde bulabiliriz sizce?
Öncelikle altını çizdiğiniz "yuva" meselesini biraz açayım. Her bir romanımdan kendine ait bir yuva tanımı çıkarabiliriz. Hepsinin ortaklaştığı nokta ise anıların, tecrübelerin, anların olduğu herhangi bir yerin yuva olabileceği. Kendimize, kendi isteklerimize alan açabildiğimiz, bizim dışımızdaki canlılarla birlikte varlık gösterebildiğimiz yer olarak tanımlıyorum yuvayı. Benim üzerine düştüğüm nokta ise yuvaya yaptığımız müdahaleler ve bunların bize etkisi. Dolayısıyla birçok birbirine zıt duyguyu bir arada yaşıyorum. Mekanların kendi sosyolojisine bırakıldığı halini anlatıyorsam bir ahenk geliyor satırların peşi sıra. Yok eğer mekanların korkunç müdahalelerle kuraklaştığı halini anlatıyorsam bir kayıp ve hüzün duygusu eşlik ediyor. Her iki resmi de yan yan koyup birlikte göstermeye çabalıyorum. Çünkü bir şehrin kültürü, dokusu, mimarisi silindiğinde o kenti kaybederiz. Kaybettiklerimizi bulabileceğimiz tek yer ise toplumsal ve kentsel hafıza. Onun da silinmemesi, kaybolmaması için direnmek gerekiyor. Direnirken edebiyatı yanından ayırmayanlardanım.
Evin bizi hem dışarıyla ilişkilendiren hem de kimi zaman korunmak için içinde kalmaya mecbur olduğumuz bir yer olduğunu biliyoruz. 'Çarpık Ev' romanınızda bahçeli evde yaşayan Peyami ile gökdelenlerde oturan, yalıtılmış çocuklar olan Elif Su, Batu, Melisa ve Kuzgun’un yaşamları hem iç içe hem de çok ayrı. Roman kahramanlarınızın kurdukları hayaller ya da korkular çevrelendikleri duvardan ve bahçeden bağımsız düşünülemez sanırım. Melisa’nın maceranın her adımında kaygılı olması ile Peyami’nin evine duyduğu güven, hayal gücü birbirinden ne kadar da farklı. Karakterlerinizin doğayla birlikte ya da doğadan ayrı yaşamasının, onların ruhsal dünyasına da etki ettiğini hatta ruh hâllerini doğrudan etkilediğini söyleyebilir miyiz?
Tabii. Hatta çarpık kentleşmenin insan ilişkilerini doğrudan etkilediğini de söyleyebiliriz. Çarpık metropol yaşantısının eksilttiklerini özellikle iki farklı mekânı mesken tutarak anlatmaya çalışıyorum. Göğü delen apartmanlar ve onların arasında tek başına kalmış bahçeli bir ev... Bir yanda da bu iki mekan birer simge. Fiziki ve kültürel yapısı bozulmuş kentler çocukların (elbette yetişkinlerin de) yaşam alanlarını, duygu dünyalarını gitgide kuraklaştırıyor. Şunu belirtmeliyim; yetişkinlerle karşılaştırdığımda çocukların bu kuraklaşmayla daha iyi baş ettiğini düşünüyorum. Tıpkı 'Çarpık Ev’de olduğu gibi. Hayal güçlerini durdurmuyorlar, olumsuz yargılara kolay kolay teslim olmuyorlar. Yetişkinlerse bu kuraklığı derhal kabulleniyor.
Size göre türlü çocukluk hallerimiz ve yetişkin olduğumuzu düşündüğümüz zamanların nasıl bir bağlantısı var?
'Çarpık Ev’in üzerinden giderek cevap vereyim. Romandaki göğü delen apartmanlar arasında kalmış iki katlı ev, çocukların ailelerine göre ‘çarpık’ bir ev. Çocuklar ise ‘bahçeli ev’ diye tanımlıyor. Ona çarpık demek bir yetişkin algısı. Çocuklar, onu gözetlemekten, merak etmekten, ona yaklaşmaktan çekinmiyor. Aileleri ise ne orada yaşayanlarla ne o evle ilgili. Yetişkinler, o evi ‘görmediği’, onu merak etmediği için kaybediyor. Yetişkin oldukça okuduğumuz, gördüğümüz, yaşadığımız şeyler artıyor belki ama hayatta her şeyle kurduğumuz ilişki de bir o kadar zayıflıyor.
'GEÇMİŞE DAİR HER ŞEYİN KUTSANMASINDAN YANA DEĞİLİM'
'İstasyon’da Vals', dedelerinden miras kalan işi yapan, birbirinden tatlı kurabiyeleriyle orkestra üyelerini ağırlayan pastanenin, makinistlerin, yaptığı saç modelleriyle herkesi kendine hayran bırakan berberin, etraftaki sesleri kaydeden çocukların olduğu kalabalık bir roman. Bize özlediğimiz zamanları hatırlatan bir yanı var her satırının. Bu romanınızın günümüz dünyasında kaybolmaya yüz tutan bir gündelik yaşamın nostaljisi olduğunu düşünüyor musunuz?
'İstasyonda Vals', hızla yaşanan değişim ve biriktirmek fikrine takılmamla başladı. Dünya hızla değişiyor özellikle fiziksel olarak. Üstelik saklamak istediklerimizi bile elimizden alacak kadar gaddar bir biçimde… Biriktirmenin buna karşı bir "çözüm" bir "direniş" olduğunu düşünüyorum. Biriktirmeyi becerince umutlu yaşamak mümkün oluyor. Bu yüzden İstasyon Meydanı gibi bir "hayal istasyon" kurdum. Bir gülüş, bir film, bir ses, bir resim, oturduğunuz bir iskemle, yürüdüğünüz bir yol, aileden kalma bir iş, bir cümle… Bana göre, tüm bunları biriktirmek hafızamızı diri tutuyor ve değişirken gaddar davranan dünyaya karşı sağlam durabilmemizi sağlıyor. Bunları biriktirmezsek bir bakıyoruz ki yok olmuşlar. O da sürekli bir ayrılık hali yaşamamıza sebep oluyor.
Geçmişe dair her şeyin adeta kutsanmasından yana değilim. Bu yüzden romanda kurduğum İstasyon Meydanı’nda geçmiş özlemini, gelecek hayalini ve şimdinin telaşını bir araya getirmeye çalıştım.
Dikkatimizin sürekli çalındığı, hızlı olmanın yaşamak ya da yaşamda karşılaştığımız yozlaşmalara direnmek için neredeyse tek seçenek haline geldiği bir zamanda siz bizi 'Vahşi Şeyler’in Mualla’sı ile pencere kenarında durmaya, soluklanmaya çağırıyorsunuz. Mualla neler görüyor şehre baktığında?
Hiçbir canlıya yaşam alanı bırakmamaya neredeyse yemin etmiş işgalci bir zihniyet görüyor.
Mualla, seksen beş buçuk yaşında... Hayata artık sadece pencere kenarından katılıyor. Dışarıda akan hayat artık onun bildiği bir hayat değil. Mualla’yı da içine alamayacak kadar hızlı ve vahşi... Mualla da evini ini gibi görmeyi çözüm edinmiş, kendini bir tek orada güvende hissediyor. Kitaplarıyla kurduğu ilişki çok önemli. Onlar sayesinde kendi dünyasını koruyor ve böyle başa çıkıyor her şeyle.
Şehrin de en az Mualla kadar başkarakter olduğu 'Vahşi Şeyler’in insanların, hayvanların, doğanın kimsesizliği üzerine söyledikleri bize hak temelli bir yaşam modeline geri dönmemiz gerektiğini söylüyor mu?
O kadar çok şey hak temelli bir yaşama dönmemiz gerektiğini söylüyor ki bize. Okuyoruz haberlerini, görüyoruz, şahit oluyoruz: Sibirya’da bir sanayi kentinde arabalar arasında yiyecek arayan bir kutupayısı ya da Sarıkamış’ta çöp konteynırından karnını doyurmaya çalışan bir bozayı…
Sınırları fütursuzca genişleyen vahşi betonarme şehirlerin çağı bu. Bu işgale ve yabancılaşmaya itiraz ediyorum. Üstelik yaşadığım yabancılaşmayı, yurtsuzluğu anlatmaya da ihtiyacım var. Hele cem-i cümle hayvanın yurtsuzluğuna sebep olmak ister istemez "vahşi"lik hakkında sorular sorduruyor. Şehirleri "vahşi"leştirenleri, bunun nereye varacağını kendime sorup duruyorum.
Romanlarınızda karakterlerinizi okuduklarıyla, dinledikleriyle, izledikleriyle örmeyi çok seviyorsunuz. Mualla’nın kütüphanesini, Peyami’nin babaannesinin radyoda hangi şarkıları dinlemeyi sevdiğini, Filmci Mehmet’in sinemada seçtiği filmlerin hepsini biliyoruz. Bunun okurlarınız için bir okuma ve izleme motivasyonu yarattığını düşünüyorum. En azından benim için öyle olduğunu söyleyebilirim. Yani içinde yaşadığımız şehirde sürekli gökdelenler yükselirken, sinemalar kapatılıp kitaplar yasaklanıyorken yolumuzu ancak edebiyatla, sinemayla, müzikle bulacağımızı fısıldar gibisiniz. Öyle mi sahiden? Ara sokaklardaki bahçeli evleri bulabilmek ve içindeki gizemi çözebilmek için bize neler önerebilirsiniz? Sizin haritanız nedir?
Haklısınız, ben yolumu edebiyatla, sanatla buluyorum. Büyük laflar etmek istemem ama şunu söyleyebilirim; edebiyat, benim teslim olmamamı sağlıyor. Ve herkese önerdiğim bir yol olabilir bu. Ama okur olarak ama yazar olarak.