Büyük bir mirasın yeniden keşfi: Anatolian Rock Revival Project
2015'te küçük bir proje olarak başlayan, bugün 410 bin abonesiyle Anadolu rock müziğinin en önemli buluşma mecrası haline gelen Anatolian Rock Revival Project'i, kurucusu Gökhan Yücel ile konuştuk.
DUVAR - Türkiye'nin kendine özgü müzikal tavırlarından ve dönemlerinden biri olarak Anadolu rock, 80'li yıllarla birlikte başlayan pop müzik fırtınasıyla neredeyse unutulma noktasına gelmişken 90'ların sonundan itibaren müzikal bir arayış içerisindeki yeni nesiller bu müziği keşfetmeye başladı. 2000'lerle birlikte ise plaklara olan ilginin artmasıyla bu "efsane" şarkıcı ve grupların şarkıları, albümleri sınırlı da olsa yeni bir kitleyle tanıştı. Bir yandan nostaljik bulunduğu için ilginç karşılanan, diğer yandan müzikal olarak çağının dünya trendlerini bu denli yakaladığı ve hatta kimi zaman bu trendlerin önüne geçtiği için değeri yeniden anlaşılan Anadolu rock müziğine olan ilgi gün geçtikçe artıyor.
60'lı yıllardan başlayıp 80'li yıllara dek yapılan bu müziğin dinleyicileri büyük oranda genişliyor gün geçtikçe. Üstelik Anadolu rock'ın hem tavır hem de kullanılan enstrümanlar ve düzenlemeler nedeniyle çok özgün ve eşsiz olduğunu keşfeden büyük bir uluslararası dinleyici kitlesinden de söz edebiliyoruz artık.
Anadolu rock meraklılarının uzun süredir temel kaynaklarından biri ise bir Youtube kanalı olan Anatolian Rock Revival Project. Birkaç şarkılık bir koleksiyon olması amacıyla başlanan projede bugün 160'tan fazla şarkı, sadece bu şarkılar için hazırlanmış illüstrasyonlarla dinleyiciye sunuluyor. "Yeniden keşfedilen" şarkıların bazıları on milyonlarca kez dinleniliyor. Koleksiyondaki birçok şarkı ise plak kayıtlarında saklı kalmış ömürlerine ilk kez dijitalde yayınlanarak yeniden başlıyor.
Anaolitan Rock Revival Project'i, projenin başlangıcında yer alan, aslında kurucusu olan reklamcı Gökhan Yücel ile tüm detaylarıyla konuştuk.
Hemen girelim konuya. Anatolian Rock Revival Project fikri nereden çıktı, nasıl başladı her şey?
Aslında iki yönlü bir cevabı olabilir bunun. Ben çok geç dinledim bu müzikleri, 2013 yılında falan ilk kez ciddi olarak dinledim. Daha önce sağda solda duymuşumdur ama ilk kez 2013 yılında "Evet, ben bunu dinliyorum" dedim. Büyürken öyle şeyler dinlemiyordum, çok yabancı olduğum bir şeydi. O yüzden çok etkilendim, çok hoşuma gitti dinlediğimde. İlk dinlediğim şarkı Batman Orkestrası'nın 'Şeker Alalım' diye bir şarkısıydı. İnanamadım, nasıl bu kadar şirin bir parça var ve ben bilmiyorum yani. O dönemde yapılmış, The Beatles şarkıları gibi bir parçaydı benim için. Sonra da Mavi Işıklar dinlediğimi hatırlıyorum, 'Çayır Çimen Geze Geze'. Ertesi gün annemle konuştum, neden biz bunları bilmiyoruz diye. O da dedi ki "Siz ilgilenmiyordunuz, biz de size dinletmedik." Ama bizim evimizde plaklar yoktu, babam da Ruhi Su dinliyordu. Tahminen babamın seçkisinde öyle şeyler yoktu. O zamanlar biz de bir grup arkadaş, bir Facebook grubu kurduk birlikte bir şeyler yapalım diye. Çünkü çok fazla yetenekli insan var.
Ben reklamcıyım ve reklam dediğimiz çoğunlukla kapitalist sistem içerisinde bir şey satmak üzerine kurulu bir olay ama çok fazla yaratıcı insanın içinde bulunduğu bir sektör. Yapabileceğiniz çok şey var. O yüzden ben her fırsatta "Ya şöyle yapalım, böyle yapalım" diye arkadaşları zorluyordum ama zor bunları hayata geçirmek. Herkesin "Hadi ben de yapıyorum" demesi çok olmuyor, şans eseri orada oldu. O grubun içinde üç tane fikir konuşmuştuk; Orhan Veli'nin yüzüncü yılında onun şiirlerinin resmedilmesi gibi bir proje vardı, Bir diğer proje fikri Ali Nesin'in Matematik Köyü için para toplansın diye bir şey yapabilir miyiz, destek olabilir miyiz üzerineydi. Üçüncü de “60'lar, 70'ler rock parçaları varmış, onlara dair bir şeyler yapabilir miyiz?”di.
Bunun arkasındaki motivasyon neydi? Neden aklınızda böyle projeler var? Bunlar para kazanacağını öngördüğünüz projeler miydi?
Hayır, değildi. Reklamcılık yapan bir insan, 'değerli bir şey' üretmediğini fark ediyor sürekli, çoğunlukla hiç kimseye faydası olmayan şeyler yaptığını düşünüyor. Reklam öyle, bugün var yarın yok bir içerik; benim 2009'da yaptığım buzdolabı reklamındaki buzdolabı bile yok artık ki reklamı olsun. O yüzden de biraz faydalı olabilecek şeyler düşünüyor insan. Türkiye'de kreatif üretim de bu anlamda çok az. Zaten çok para kazandıran bir alan değil, o yüzden insanların zaman ayırıp da "Ben özgün bir şey yapacağım, maddi faydası önemli değil" demesi çok rastlanan bir şey değil.
Bir de bu parçaları dinleyince, bunları neden tanımadığımı düşündüm. Doğum günüm 4 Ağustos 1980, ben doğduktan bir ay sonra 12 Eylül Darbesi oluyor. Bu yüzden biz bunların gölgelendiği bir jenerasyon olarak büyüdük. Ben bunları o zamana kadar bilmiyordum ve ben bilmiyorsam çoğu insan da bilmiyor olabilir diye düşündüm. Çünkü ben büyürken, Türkiye’de üretilen kültür sanat eserlerine burun kıvırdığımızı, “İyi bir şey yapılmış olsa zaten bilirdik” dediğimizi hatırlıyorum. Ama varmış, elimin altında, ulaşabileceğim mesafede.
'80 DARBESİ GEÇMİŞLE ARAMIZA SET ÇEKMİŞ'
Şöyle bir şey mi oluyor?: Hem bir kültürel kırılma yaşıyoruz 80'le birlikte hem de şöyle bir tarafı da var, sizin koleksiyonunuz içerisinde olan isimlerin de birçoğunun aslında protest bir tavrı var. Biraz bu ikisi bir araya geliyor galiba…
Selda Bağcan 12 Eylül'de tutuklanıyor, Cem Karaca, Edip Akbayram... Çoğu. Bence bu, toplumda da büyük bir kırılma yaratıyor. Bunlar yasaklı isimler, evinde plağı olmaması lazım.
Anaakım, en çok dinlenen isimler bunlar üstelik. Dönemlerinin büyük pop yıldızları.
Aynen öyle. Edip Akbayram 70'lerin başında inanılmaz bir isim, 80 darbesinden sonra 9 yıl gibi bir süre albüm yapamamış. Bilmiyor olmamızın sebeplerinden bir tanesi de bu. Bilmiyoruz çünkü aktarılmamış bir anlamda. Bir de tabii o dönemde plaktan kasete geçiyoruz. Ben büyürken evimizde sadece kasetler vardı. Dolayısıyla onun devri ne kadar başarılı oldu, onu bilmiyorum. Ama bunlar birleşince asıl motivasyon, "herkes dinlesin bunları" oldu. Benim işim başkalarına "şunu yap" demek olduğu için şunu biliyorum ki, birine "Bu şarkıyı dinle" dediğinde dinlemez sadece sen “dinle” dedin diye. Herkes birbirine şarkı öneriyor. O yüzden ne yapsak bu dinlenir diye düşünmemiz gerekti. Bu şarkıların daha çok insana ulaşması için illüstrasyonu kullanalım, böylece baktığında merak etsin, cezbetsin, hem de özgün sanat eserleri de çıkmış olsun diye düşündük.
Biz aslında 60 ve 80'li yıllar arasındaki sanata 2000'li yıllarının sanatını koyduğumuz bir şey yapıyoruz. Düşünsene, sen bir şarkı yapıyorsun, 40 yıl sonra gencecik biri senin şarkının onda yarattığı hisle başka bir şey yapıyor. Böylece o ikisi bağlanmış oluyor. Mesela çizim yapacak insanlara, "Sen aslında sadece alelâde bir resim yapmıyorsun. Senin yaptığın bu çizim, bu şarkıya bağlanacak ve gelecekte birlikte anılacaksınız” diyorum. Bizim kanalda o oldu mesela, 'Gurbet Şarkısı' var diyelim, Özdemir Erdoğan'ın. Youtube'da bir şarkı en çok hangi kanalda dinlendiyse Google aramalarında en üstte çıkıyor bir süre sonra. Şu anda Google'a gurbet kelimesini yazdığında bizim şarkı çıkıyor en üstte. Bu sadece 7 yıl sonra olanı. 15-20 yıl sonra belki daha da yakın anılıyor olacaklar. O yüzden yaptıkları çizim, o parçanın öbür yarısı gibi oluyor.
HER ŞARKIYA ÖZEL TASARIM
Peki, bu kararı verdiniz ve aslında gönüllülük esasıyla bir organizasyona girdiniz. Reklamcı olmanızdan dolayı etrafınızda bu işleri yapan, bilen insanlar vardı ve onlar gönüllü oldular, öyle mi?
Evet, o dediğim Facebook grubundaydık zaten o insanlarla. Bunlar benim daha önce birlikte çalıştığım ya da yaptığım işler üzerinden arkadaş olduğum insanlardı. Onlarla da hep konuşuyorduk, orijinal şeyler yapalım, yeni bir şey üretelim diye. Biz kendi şirketimizde bunun kurumsal kimliğini yapmaya başlamıştık. Yani bunun adı ‘Anatolian Rock Revival Project’ olsun gibi kararları almıştık. Bir ortak dil bulmak zorundaydık, o nedenle baştan poster ölçüsünü, çerçevelerin nasıl olması gerektiğini belirledik, bir kurumsal kimlik çalıştık, bu logo her zaman şuralardan birinde olacak diye.
‘Brief’ veriyor muydunuz mesela illüstrasyonlarla ilgili?
"Bana bunu çiz, bir çay bardağında yarıya kadar içilmiş çay çiz, işte çay bilmem nesi yazsın" diye hiçbir zaman demedim. Kimi zaman aklıma böyle bir şey geldiğinde yalnızca bir fikir olarak paylaştım. Çünkü o şarkı bende nasıl bir his uyandırdıysa sende de bir his uyandırıyor, ben aslında o hissin yansıması gerektiğini düşünüyorum çalışmaya. O yüzden her zaman söylediğim, "otur bu şarkıyı dinle, sende ne uyandırıyorsa" oldu. Şarkıyı da öyle seçtiriyoruz. Şarkıları ben insanlara paylaştırmadım. Bir şarkı havuzumuz var, oradan seçiliyor.
‘ANADOLU ROCK 101’
Bu havuz nasıl oluşuyor?
Günün sonunda bunları ben seçiyorum ama zevkine çok güvendiğim insanlar sürekli bana parçalar yolluyorlar. Ben de tabii araştırıyorum. Mesela az biliniyorsa ve ortalamanın üzerinde bir şarkıysa kesin istiyorum çünkü o grubun yaşaması için bir sebep o. Örneğin, Feylesoflar diye bir grup var, iki şarkı ya da üç şarkı yapmışlar zaten. Onu alabilirsek çok mutlu oluyorum, dinleyici de "Aa öyle de bir grup varmış" diyor. Aslında Türkçe rock tarihini çok iyi bilmememin bir avantajı var, daha kolay alımlanabilir şeyleri daha rahat seçiyorum. ‘Anadolu Rock 101’ gibi olsun orası istiyorum. Gelsin, resimlere baksın, "Ne iyi şeyler varmış" desin, kendisi ondan sonra yola devam etsin. O yüzden bizimkini böyle bir giriş seviyesi işi olarak düşünmek lazım.
Tabii yıllar geçtikçe daha kompleks hale geldi. İlk başta 7 ilâ 10 şarkı arasında bir iş yapalım diye başladık. Sonra posterlerin bir kısmı çıkmaya başlayınca bu müziği dinleyen çizerlerin bir kısmı bana yazmaya başladı. Mesela, "Ben Hardal dinliyorum, ben de Hardal posteri yapayım" diyor. Ben o sırada Hardal'ı bilmiyorum, açıyorum dinliyorum, "Aa ne güzel, Hardal'ın beş şarkısını yapmamız lazım" diyorum, o şekilde birbirini besleyen bir sistem oldu. Burada şunun altını çizmem lazım ki Türkiye çizerler, illüstrasyon anlamında mükemmel bir ülke. Bence dünyaya verebileceğimiz en büyük şeylerden biri bu. O yüzden de bu bana çok güzel bir alan açtı. Sanatçılara da yaratıcılıklarını yüzde yüz kullanabilecekleri bir platform yaratmış olduk. Bunun ilhamı da geçmişin müziklerinden geliyor, bence her çizerin yapmak isteyeceği bir şey bu. Normalde piyasada GSM operatörü için elinde cep telefonu tutan insan çizmek zorunda olan arkadaşların ne kadar özgün bir şey yapabildiğini gördük. Böylece diğer çizerler de içinde bulunmak istediler.
Muhammed Ali Üzen'in 'Burçak Tarlası' için yaptığı poster
Biraz da işin teknik kısmını soracağım. Bu şarkıların kayıtlarını nereden alıyorsunuz? Bunların kayıt kalitelerini nasıl kontrol ediyorsunuz? Bunlarla ilgili re-mastering süreçleri oluyor mu? Bir de tabii telif işlerini nasıl çözüyorsunuz?
Biz projeye ilk başladığımızda şöyle yapıyorduk: Şarkının bir posterini yapıyoruz, posterin üstünde bir QR kod var, o QR kod şarkının Youtube'daki bir kaydına gidiyor. İşte Hüseyin yüklemiş, Hüseyin'in videosuna gönderiyorduk insanları. Ama sonra şöyle de bir sorun ortaya çıktı: Biz posterleri hazırladık, sonra Hüseyin’in kanalı ortadan kalktı. Bu arada Hüseyin derken bir sürü Hüseyin var. Onlar teker teker kaybolmaya başlayınca, bizim posterlere bastığımız QR kodlar işe yaramamaya başladı. Bu da ciddi bir sıkıntı olmaya başladı. En sonunda dedik ki "Biz bunları dikey posterler olarak yapıyoruz, acaba yatayını da yapsak, Youtube'a biz mi koysak? Böylece hiçbir zaman kalkmayacağını biliriz çünkü biz kanalı kaldırmayacağız." Bu şekilde kanalı açtık. O yüzden ilk yapılan poster ilk video değil yani. İlk video Moğollar'ın 'Yedi Sekiz-Dokuz Sekiz'iydi. İlk poster Özdemir Erdoğan'ın 'Aç Kapıyı Gir İçeri' şarkısınaydı. Böyle başladığımız için internetteki bir videoyu indirdik, aynı şarkıyı yükledik. Bir de ben daha önceden ilgi duymaya başlayınca sağdan soldan parçalar bulmuştum, onları kullanıyorduk. Ama kötü kalitede şeylerdi.
Bir gün müzikle yoğun olarak uğraşan arkadaşım Sinan Güngören, "Gökhan, bu böyle olmaz. Sen bunları bana gönder, bunları dijital için re-master edeyim" dedi. Sonra bir anda başka insanlarla iletişime geçmeye başladım. Bana parçalar göndermeye başladı bu işle ilgilenenler. Kendimi sahafların, plakçıların arasında buldum derken... Mesela Almanya’da olan birçok insan var bu plaklara sahip. Darbeyle birlikte plaklarını da alıp göçmüşler. Sosyal medya sayesinde onlarla iletişimimiz olmaya başladı.
Bir şarkı aradığımızda sahafların Facebook grubuna yazıyorduk örneğin, sahaflardan bir tanesi “bu bende var diyor”, 15 dakika sonra bir mail geliyor bana, hadi bunu kullanıyoruz diyoruz, Sinan'a gönderiyoruz, temizliyor. Sahaf Özkan Sağlıksunar çok yardımcı olmaya başladı. Bir dönem sadece onunla çalıştık. Sonra "Ben seni Volga'yla tanıştırayım, asıl Volga bu işin membaı" dedi. Volga da şimdi İngiltere'de yaşıyor, plaklarla ilgilenen biri, inanılmaz iyi kayıtlar var elinde. Anlayacağınız bir süre sonra bu işin asıl uzmanlarından oluşan bir ağ ortaya çıktı ve bizim koleksiyonumuz hem nitelik hem de nicelik olarak inanılmaz derecede büyüdü.
Çizerlerle sürecimiz de şöyle: Her çizer iki şarkı seçiyor; kendi hissettiği, iyi ilham yaratan, çizgisine uygunluk gibi kriterlerle. Tabii bazı şarkıları çok fazla insan istiyor. Örneğin Cem Karaca'nın 'Emrah'ı, tabii ki herkes bunu yapmak ister. O yüzden her zaman bir yedek alıyoruz, ona göre dağılım yapıyoruz. Şu andaki sistem şu: Parçalar seçiliyor, daha sonra Volga'dan analog kaydı geliyor, daha sonra analog kayıt Sinan'a gidiyor, Sinan dijitale re-master ediyor. Tüm bunlar olurken bir de içerik ekibimiz var, Kanada'da bir arkadaş, akademisyen, şarkıları İngilizce'ye çeviriyor. Burak diye bir arkadaş Türkiye'de Türkçe araştırma yapıyor, başka bir arkadaş var İsveç'te, o da Burak'ın araştırmasını İngilizceye çeviriyor. Bunun dışında Ali ve Gizem var; Ali bütün bu operasyonları yürütüyor, Gizem de sanat yönetmenimiz, gelen işlerin ne kadar uygun olduğuna bakıyor, logoların yerleştirilmesi, baskıya hazır hale getirilmesi gibi işleri hallediyor. Sabit çalışan ekip bu şekilde.
'BARIŞ MANÇO'NUN OLMAMASI BÜYÜK EKSİKLİK'
Peki, tekrar telif meselesine gelirsek...
Teliflerle ilgili şöyle bir durum var, Youtube kanalı o anlamda bir sıkıntı. Bir şarkı yüklediğimizde onun bir telifi varsa telif sahibine gidiyor. Dolayısıyla bizim kanala bir şarkı yüklememiz onlar için ekstra bir gelir kapısı. Özellikle bizim kanal çok daha odaklı olduğu için, bugün 410 bin takipçimiz var. Biz şarkıyı koyduğumuzda çoğu kanaldan daha fazla izleniyor. O yüzden aslında direkt gelir oluyor sanatçıya ya da hak sahibine. Ama bazen de biz bu şarkının olmasını istemiyoruz diyorlar. Mesela Barış Manço'nun şarkıları için bize izin vermediler, çok toplantı yaptık ve bence çok büyük bir eksiklik Barış Manço'nun projede olmaması. Ama sonuçta telif haklarını yöneten şirket öyle karar verdi.
İnsanlara anlatıyoruz önce, bakın böyle bir şey yapıyoruz, bu bir sosyal sorumluluk projesi diye... Bu arada gerçekten dünyadan bu müziklere bakmak isteyen insanların ilk geldiği mecra bizim kanalımız, yani zaman içinde buna döndü. O yüzden de bizim bütün videoların altı yabancı insanların yorumlarıyla dolu. Nikaragua'dan "Merhaba arkadaşlar, Feylesoflar çok iyi" diyen insanlar var. Bence bu çok önemli, Kültür Bakanlığı'nın falan yapması gereken bir iş belki de. Sanatçıların birçoğu bunu anlıyor çünkü bence o dönemin sanatçılarının en önemli problemlerinden bir tanesi duyulmamış olmaları; 70'lerde o kadar güzel parçalar yapmışlar, kimse bilmiyor bugün onların olduğunu. Bence onlar da mutlu oluyor ki zaten çoğuyla çok iyi arkadaş da olduk.
Onu soracaktım, sanatçılardan sizinle iletişime geçenler oldu mu?
Tabii. Mesela Moğollar'ın bir albümünü yaptık daha sonra. '1973 Cem Karaca-Moğollar Kayıp Kayıt' diye bir albümleri çıktı İzzet Öz'ün arşivinden. Onun içinde altı şarkı vardı, bizden rica ettiler siz yapar mısınız diye. Emrah Karaca'yla tanışmıştık. Dünyanın en tatlı insanı kendisi. Cem Karaca'nın şarkılarını koyabilmek için çok uğraştık çünkü Cem Karaca'nın telifleri dağınık. Barış Manço'yla Cem Karaca'nın teliflerinin bir kısmını aynı şirket yönetiyordu. “Barış Manço'yu koymayacaksınız, Cem Karaca'yı da koyamazsınız” dediler. Sonra Emrah Karaca "Babamın şarkıları burada olacak" diye devreye girdi, "Babam keşke görseydi bunları, çok mutlu olurdu. Ben gurur duyuyorum" dedi. Sonra Taner Öngür'le tanıştık, hâlâ sürekli görüşüyoruz. Ben onun albüm kapakları için yardımcı oldum. 21. Peron mesela, çok yazıştık onlarla da. İletişime geçip iyi anlaşmadığımız kimse olmadı. Bazen bir sanatçı bizim projeden haberdar olup, "Ne oluyor burada?" diye soruyor. Çünkü hakikaten dışarıdan bakıldığında çok iyi paketlenmiş bir şey, reklamcılar yapmış. Ama olayı anladıklarında "Ne gerekiyorsa biz de katkıda bulunalım, yapalım, edelim…" diyorlar.
Anlattığınız sistemi anladığım kadarıyla bu şarkıların bir kısmı dijitalde ilk kez sizinle duyuldu, değil mi?
Evet.
Sizin çok ilginç bulduğunuz ya da size geri dönüşleri çok ilginç olan örnekler var mı hatırladığınız?
Tabii ilk kez bizimle duyuldu derken, 140 kez dinlenmiş şarkı var, onun da bizimle duyulduğunu varsayıyorum. Ama mesela, 'Dönmeyen Sevgili' var. L.S.D. Orkestrası diye bir grup, onların 'Dönmeyen Sevgili' ve 'Neye Geldim Dünyaya' diye iki parçası var, çok çok iyi ve kimse bilmiyordu. Çok garip, benim Bodrum'dan bir çocukluk arkadaşım onu ilk kez Youtube'a yüklemiş. Bir gün beni aradı, "Gökhan, böyle bir şarkı var" dedi. Tabii bu arada bu işi araştıran insanlar biliyordur, ondan bahsetmiyorum. Ama genel kitleye ulaşma anlamında, hiç adı duyulmamış...
Mesela Feylesoflar da öyle bir grup, çok çok az bilinen. Hani araştıranın bildiği gruplar var. Mesela L.S.D. Orkestrası’nın adı da çok garip olduğu için insanlar çok şaşırıyor. 'Neye Geldim Dünyaya' çok çok iyi bir parça, sözleri de Âşık Nesimi Çimen'e ait. Tam bir isyan şarkısı, bugünün Türkiyesi'ne çok uyan bir parça. Genelde bazı şarkıcılar belirli şarkılarla biliniyor. Onun çok farklı bir eserini koyduğunuzda "Aa, böyle şeyler de mi yapıyormuş?" oluyor. Mesela Nejat Yavaşoğulları'nı herkes Bulutsuzluk Özlemi'nden biliyor ama 'Yalnız Kalma' gibi solo parçaları var eskiden.
Çok enteresan şarkıları vardır onun, 'Caniko' gibi.
Ben buna, "İnsanların burada bakabileceği çok şey var" diye bakıyorum ve bunların geri dönüşü çok güzel oluyor. Bazen bazı şarkılara acaba o kadar iyi değil mi diyorum ama hepsine çok güzel tepkiler geliyor.
Kaç şarkı var şu anda kanalınızda?
165 oldu şu anda ve de büyüyor. Hep "7 yapacağız, 10'da bırakırız, 50 güzel bir rakam, 100 tam yuvarlak, orada kalsın..." diye düşünüyordum. Şimdi herhalde 200'e gidiyor gibi görünüyor. Yani ansızın da bitebilir, hiçbir şey bağlı değil sonuçta ama çok iyi bir kitle oluştu. Yorumlar da sanki 70'lerdeymişiz gibi, öyle bir saygı sevgi çerçevesinde...
'KADIKÖY ROCK MÜZESİ... NEDEN OLMASIN?'
Büyük bir boşluğu dolduruyorsunuz tabii. Peki, bu proje bir Youtube projesi olarak mı kalacak? Bu işin bir sahnesi, etkinliği, sergisi vesaire olacak mı?
Telif o kadar ince bir çizgi ki çok dikkatli hareket etmek lazım. O yüzden de bazı şeyleri yapmak zor. Bizim bu projeyle ilgili tabii ki çok hedefimiz var çünkü yapmaya başladıktan sonra 8 yıl içerisinde aklına o kadar şey geliyor ki. Mesela bir belgeseli mutlaka olmalı çünkü bu Youtube kanalı aslında çok az insana hitap eden bir şey. Youtube'da müzikle ilgili insanlar evet biliyor ama mesela benim arkadaşım olan birçok kişi bilmiyor hâlâ benim bunu yaptığımı. O yüzden çok dar bir alan. Bunun daha geniş kitlelere ulaşması için uğraşıyoruz. Bu global bir kitleyi de içeriyor, sadece Türkiye'de ne kadar dinlenir diye de bakmıyorum. Çünkü dünyada çok güçlü bir damar var bununla ilgili. Hollanda'da ortalık kalkmış gidiyor Altın Gün yüzünden ve dünyanın dört bir yanında bu tarz sound'lara dönüş var. O yüzden daha geniş düşünmek lazım diyorum. Bir yandan da bu insanların çoğunluğu artık yaşlılar, geç olmadan da bunun yapılması lazım. Gitgide yapmak daha zor oluyor, çünkü arşiv yok. Hiçbir şeyin kaydı yok. Öyle olduğu için belgesel yapmak çok zor. Bir zorluğu da telif çünkü artık ticari bir metaya dönüştüğü için, 160 şarkı için sadece telif maili atmak bile günlerce sürecek bir şey. Bunlar gözümü korkutuyor çünkü ben hep "Biz yaratıcılığa ve yapış kısmına odaklanalım, sanata odaklanalım" diye düşündüm o yüzden hiç bunu ticarileştirmeye çalışmadık.
Bunun çok güzel sahne gösterileri olabilir, hâlâ yaşayan sanatçılarla belki yeni nesillerin bir araya geldiği. Ama benim gönlümde yatan aslan, Kadıköy'de bir rock müzesi olması... Çünkü bu müziğin merkezi Kadıköy. Kadıköy ve Moda... Herhalde projenin içindeki sanatçıların yüzde 70'i, 80'i orada yaşamış o dönemde. Öyle bir yere öyle bir şey çok yakışır diye düşünüyorum.
Yarın ne olacak, bilmiyorum. Belki bambaşka bir yere gidecek. Benim için de hepsi yeni, daha önce hayatımda hiç deneyimlemediğim bir şey. Yaratıcı anlayışı, ticari bir anlayıştan çıkmıyor oluşu... Bugün Türkiye'de oturup bir şey düşünen herkes, "Ben bundan nasıl para kazanacağım?" diye düşünüyor. Bizim tüm düşüncemiz 'bu şarkıları nasıl daha çok dinletiriz'di, o yüzden bu kadar büyüdü.
‘ATATÜRK’ÜN YAPMAK İSTEDİĞİ ŞEYİ 60’LARDA LİSELİ ÇOCUKLAR YAPIYOR’
Siz daha önce bu tarz müziği bilmeyen biri olarak şimdi sürekli bu tarz şarkılarla hemhâl olmak zorundasınız; dinlemek, tartmak... Sizin bu tarz müzikle kişisel olarak ilişkiniz neye dönüştü? “Efsane” bir dönem olarak mı görüyorsunuz bunu, yoksa bütün koşulların zorunlu olarak getirdiği bir yer mi? Şüphesiz dünyadan çok etkilenilmiş bir dönem ama bir yandan da Türkiye'de müzikte belki de hiçbir zaman olmadığı kadar yerelin bu dünyayla buluştuğu bir şey yapılmış…
Bu anlamda ben birkaç yerinden bakıyorum. Öncelikle Türkiye Cumhuriyeti tarihi olarak bakıyorum. Çünkü aslında bu dönem, 1960 Anayasası'nın sonucunda çıkan bir dönem. Türkiye'de çok büyük bir kırılma oluyor ve sonrasındaki yeni anayasa daha özgürlükçü. Bu arada o dönemden çoğu sanatçı da böyle anlatıyor. Bu bir özgürlük alanı yaratıyor. Burada sanatçıların özgür olacağı bir ortam yaratırsan zaten onların çiçek verdiğini görüyorsun. Yine aynı dönemde bir millileşme ama kozmetik bir millileşme değil, gerçekten "Biz ne yapmışız?" diye merak etmekten kaynaklanan bir millileşme var.
Projenin ilk şarkısı 'Burçak Tarlası', öyle olmasa da Türkiye'de Anadolu rock'ın ilk örneği dememizin sebebi, ilk kez anaakımda çok geniş kitlelere ulaşan, Batı enstrümanlarının kullanıldığı yerel melodili parça olması. Burada önemli olan şu, Balkan Müzikleri Festivali için yapılıyor. Yani aslında böyle bir pazar yok Türkiye'de, daha çok aranjman var, yabancı parçaları Türkiye'de bir daha yapıyorlar, üstüne işte şarkı sözü yazıyorlar. Öyle bir dünyadayken yeni anayasa, bu kırılma... Hemen aynı sene Altın Mikrofon yapılıyor. Altın Mikrofon'un da katılım koşulu Batı enstrümanlarıyla yapılmış ama yerel bir eser olması. Dolayısıyla bütün rüzgârlar aslında aynı yere esiyor. Bir de tabii global rock’ın etkisi var. "Tamam bunlar böyle çalıyormuş ama biz bunu nasıl çalardık?", kendine bakma gerçekleşiyor. Atatürk'ün döneminde bu müzik ve o dönemdeki yasaklar çok konuşulur ya, aslında bence Atatürk'ün yapmak istediği şeyi, vefatından 25 yıl sonra liseli çocuklar yapıyor. Aslında bence yapmak istediği şey o, dünyaya bağlı olan ama biz olan bir şeyin sahibi olmak istiyor.
Bana sorarsan Türkiye tarihindeki kültür sanat anlamında en değerli dönem bu dönem. Öyle insanlar, sanatçılar… Murat Kemaloğlu'nun 'Kaplumbağaların Uykusuna Dek' diye bir parçası var mesela, o kadar orijinal bir parça ki. O parça İngiltere'de yapılmış olsa bugün bütün dünya bilirdi o parçayı bence.
Bir de o koşullarda yapmışlar bunu, en kötüsünden bir elektrogitar getirtmek için aylarca uğraşılan… Cahit Berkay gibi isimlerin anılarını dinleyince görüyor insan bunu. O koşullarda o sound yakalanmış üstelik.
Gerçekten öz, müzik aşkı yani. Üç Hürel'in hikâyesini dinledim. Babaları varlıklı değilmiş, zil alabilmiş ama zil ayaklığı alamamış. Ama o çocuklar neye dönüşmüşler! Üç Hürel'in müziği o kadar orijinal ki... Şimdi mesela Youtube'da reaction kanalları var, yabancı bir uzmana bir şarkıyı dinletiyorlar, ne tepki verdiğini kaydediyorlar. 'Sevenler Ağlarmış'ı çekmişler bir videoda, adam delirdi dinlerken. Davul solosunu dinlerken kendinden geçti. İşte o zilinin ayağı olmayan çocuk o davul solosunu yapıyor gelecekte. Şimdi de çok imkânımız var ama o heyecanımız yok. O zamanlar imkân yokmuş, heyecan varmış.
Bir de 80’den sonra her şey değişti. Türkiye artık küçük Amerika olmak için yaşıyor. Tabii ki özgün şeyler yapanlar var, onları bir kenara ayırıyorum ama genel olarak eğilim küçük Amerika olmak yolunda o tür işler yapmak. Bizi bahsettiğimiz dönemde ise sanki iki darbe arasında bir nefes alınmış, sanki o nefes de bu şekilde kendini göstermiş gibi. O yüzden o dönemden çok etkileniyorum. Bence yaratıcılık, yapabildiğini bilmekle çok alakalı. Bir şeyi yapamayacağını zannedersen onu yaratman mümkün değil. O yüzden bir yaratıcının, yaratıcı anlamda zengin bir toprakta olmasının şu avantajı var: "Zaten bu kitapları biz yazdık, bu eserler bizim topraklarımızdan çıktı…" Toplumun seni onu yapabileceğine inandırması... Bence Türkiye'de o toplumsal özgüven yok ve bu projenin varlığı o toplumsal özgüvenin oluşturulması adına bir kanıt sunuyor, yapılmış olanı görmeni sağlıyor. Sen de geriye dönüp bakıyorsun, "Yapmışlar, biz de yapabiliriz" diyorsun.