Cafer Solgun: İçeriye alışırsanız sol memenin altındaki 'cevahir' kararır

Cafer Solgun, yirmi yıla yakın süren hapishane deneyiminin ardından, "İçeride kendinizi üretmek çabası içinde olmanız, dışarıda süregiden bir hayat olduğu bilincinizi canlı tutar" diyor.

Google Haberlere Abone ol

Zafer Kıraç* [email protected] 

DUVAR - Toplumsal Olayları Araştırma ve Yüzleşme Derneği'nin Başkanı, yazar Cafer Solgun, son yıllarda yayınlanan iki kitabında, yirmi yıla yakın süren hapishane deneyimini anlatıyor. Solgun, 12 Eylül dönemi ile 90’ların hapishane yaşantısı ve ceza infaz rejimini anlamak ve bugünün hapishane koşullarına bakmak için sorularımızı cevapladı. 

'CAM BARDAKTA ÇAY İÇMEK RÜYALARIMIZA GİRİYORDU'

Hapishaneleri ve mahpusluğu iyi bilen, bunu her fırsatta insanlarla paylaşan ve yazıya döken birisi olarak, ‘hapishane ve mahpusluk’ üzerine duygularınız, düşünceleriniz neler?

Hapishaneler yaşadığımız dünyanın olmayası bir gerçeği. Suç, ceza, hukuk ve kuşkusuz ki adalet kavramlarıyla yakından ilişkili bir realite. Ama en çok da özgürlük kavramıyla... Çünkü adı üzerinde, hapishane: Özgürlüğünüzün kısıtlanması, “normal” olan her şeyden uzaklaştırma, yaşamın “olağan” alanlarından ve seyrinden koparma, yaşamınızın, kişiliğinizin, insanlığınızın dört duvar arasına kapatılması...

Hapishane deyince insanlar genellikle hareket alanlarınızın kısıtlanmasını, kapatılmanızı anlıyorlar. Elbette öyle. Fakat sadece bu değil. Bu “kapatılma” durumuyla birlikte, “normal” olan her şey de hapsedilmenizle birlikte hayatınızdan çıkarılıyor. Bunlar belki de hayatın olağan akışı içerisinde aklınıza bile gelmeyecek detaylar. Ama hapsedilince o detaylar anlam ve değer kazanıyor. Mesela cam bardakta çay içmek... Adımlarınızın önüne yüksek duvarlar çıkmadan yürümek... Ufka veya uzağa bakmak... Mavi, yeşil, kırmızı, velhasıl hayatın ve nesnelerin “beton grisi” dışındaki renkleri... Toprağa basmak, evet, toprağa basmak... Hapisliğiniz boyunca toprakla hiçbir temasınız olmuyor çünkü; toprakla, yeşille, çayır çimenle, çiçekle, ağaçla...

12 Eylül hapishanelerinde, Metris’te, sabah akşam işkence görürken hayallerimizi süsleyen, rüyalarımıza giren şeylerden biri ince belli cam bardakta çay içmekti mesela. Havalandırma genellikle yasaktı ve daracık koğuşlarımızda, hücrelerimizde voltalarken, uzun yürüyüşler yaptığımız anılar sohbetlerimizin gözde konularından biriydi.

Türkiye’de hapishanelerin durumu, siyasetin ve memleketin genel ahvaliyle doğrudan ilgili olmuştur hep. 90’larda memleketin gündemine damgasını vuran olgu, malum, Kürt sorunuydu. Hapishaneler tıklım tıklım Kürtlerle dolduruldu. Darbe dönemindeki işkence yöntemlerinin yerini daha “ince” insan haklarını hiçe sayan yöntemler aldı. “Fark” dediğim esas olarak bu. Ama hapishane şartları açısından “olağan” yasaklar halen devam ediyordu. Dolayısıyla toprak özlemi, mavi özlemi, uzaklara bakmak özlemi, sınırsızca yürümek özlemi...İnsan hayatının en genç ve verimli, üretken yılları, 20’li 30’lu yaşlardır. Benim 20’li, 30’lu yaşlarım neredeyse tamamen hapishanede geçti. Bu cümle, sanırım hapishanenin benim anlam dünyamdaki yerini özetlemeye yeterli...

Cafer Solgun

'BU ÜLKENİN TARİHİ, HAPİSHANELERİNE BAKMADAN ANLAŞILAMAZ'

Bu ülkede mahpusluk çok fazla deneyimlenmesine rağmen hapishaneler üzerine çok fazla yayın olduğunu söyleyemeyiz. Bunun nedenleri neler olabilir? Sizi yazmak için harekete geçiren nedir?

Bu, kuşkusuz ciddi bir eksiklik. Çünkü hapishane bizim ülkemizde sadece yaşayanın bileceği, marjinal bir şey değil. Adli mahpusları da sayarsak sokakta elinizi sallasanız ömründe en az bir kez hapse, karakola düşmüş insana çarparsınız. İnsanlar yaşamlarındaki bu tür deneyimleri unutmaya, “yok” saymaya meyilli. Oysa hem bu deneyimin kendisindeki izleriyle yüzleşmek, deyim yerindeyse ruhunu tedavi etmek ve hem de bir parçası olduğu toplumla deneyimini paylaşmak, bu tecrübeye bir “ders” değeri kazandırır. Hala bile bazı eski mahpus arkadaşlarımla bir araya geldiğimizde, hapishane zamanlarımız üzerine konuşurken önce sağına soluna bakınanlarımız var; sanki ayıp bir şey hakkında konuşuyormuşuz gibi. Ben kendi adıma, yıllardır eli kalem tutan eski mahpus arkadaşlarıma hep yazmalarını telkin ediyorum. Bunun gelecek kuşaklara karşı bir sorumluluğumuz olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Beni yazmak konusunda motive eden de bu zaten. Bu ülkenin tarihi, hapishanelerine bakmadan tam ve doğru anlaşılamaz kanısındayım.

Hapishane deneyimlerimi anlatan yazılar yazmamın kişisel bir nedeni de “geride” bıraktıklarımıza, hala “içeride” olanlara, “dışarıyı” anlatmak... Deyim yerindeyse bunu kendime “vazife” edindim. Kasım 2002’de çıktıktan sonra o dönem çalıştığım gazetedeki (Ülkede Özgür Gündem) köşe yazılarım genellikle bu minvaldeydi ve okurların da dikkatini çekmişti. Hala da bu duyarlılığı, “dışarının” başka gündemlerine rağmen canlı tutmaya gayret ediyorum. Çünkü hala “içeride” arkadaşlarım var, insanlar var...

'BU KİTAPLAR TANIKLIK ETTİĞİ DÖNEMLERİN ŞARTLARIYLA VE SORUNLARIYLA YÜZLEŞME ÇAĞRISIDIR'

80’lerdeki mahpusluk deneyiminizi aktardığınız ‘Demeyin Anama, İçerideyim’ ve 12 Eylül dönemi ile 90’ların hapishane koşullarını ve yaşantısını ortaya koyduğunuz '90'larda Mahpus Olmak’ isimli iki önemli kitap yazdınız. Siz aynı zamanda insan hakları savunucususunuz, bu iki kitap okuyucuya ne söylemeye çalışıyor?

Demeyin Anama, İçerideyim, Cafer Solgun, 256 syf., İletişim Yayınları, 2017.

Türkiye’nin 12 Eylül ve 90’lar gibi iki zor dönemine hapishane şartlarında tanıklık ettim. 12 Eylül darbesinin gaddar bir faşizm olduğuna kimsenin kuşkusu olmasa gerek (Ertuğrul Özkök, Celal Şengör gibi bazı marjinal görüş sahiplerini saymazsak). 12 Eylül bu ülkeye nelere mal oldu? “Faşizm” deyince işin içinden çıkmış olmuyoruz. 12 Eylül deyince akla darbe ve darbecilik, faşizm, işkenceci rejim, toplumu tek tipleştirme gibi kavram ve uygulamalar geliyor doğallıkla. Ama bu kavramlara demokrasi, insan hakları, toplumsal barış, yüzleşme kavramları da eşlik ediyorsa bu deneyimin bir “ders” anlamı kazandığını söyleyebiliriz. Yoksa slogan atmakla yetinmiş oluruz. “Demeyin Anama İçerideyim” kitabım ve benzer anı, tanıklık, yüzleşme kitapları, 12 Eylül’ün ne olup olmadığının en sahici belgeleridir. Hayatımın “liseli” döneminde yaşadığım bu deneyimi yazıya dökmek, açıkçası, kolay olmadı. Çok zorlandım. Açlık grevleri, ölüm oruçları, işkence, işkenceci askerler, ölen arkadaşlarımız... Nasıl kolay olabilirdi ki?

“90’larda Mahpus Olmak” kitabını yazma sürecimde de aynı zorlanmayı ve sancıları yaşadım. Hala bile bazı siyasi polemiklerde “90’lara dönmek”, “90’lar Türkiye’si” falan deniyor. Nedir bu 90’lar? Ne oldu 90’larda? Kuşkusuz 12 Eylül yıllarından daha yakın bir tarih ama yine de hatırlamak, hatırlatmak ve elbette yüzleşmek gereken bir tarih kesiti 90’lar.

Kişisel boyutları bir yana, sonuçta bu kitaplar, tanıklık ettiği dönemlerin şartlarıyla, sorunlarıyla yüzleşme çağrısıdır diyebilirim. Tarihi acı deneyimlerle dolu olmak, sahici, işleyen bir demokrasi inşa etmenin en başta gelen gerekçesidir. Peki biz yakın tarihimizdeki bu deneyimleri sahici bir demokrasi, onurlu bir barış inşa etmenin gerekçesi haline getirebildik mi? Bu kitaplar zihnimdeki bu soruyu okura mal etme istek ve çabasıdır aynı zamanda.

'İÇERİYE' ALIŞIRSANIZ KAYBEDERSİNİZ'

"Ben hiçbir zaman ‘içeriye’ alışmadım, ‘içeride’ olmayı benimsemedim. ‘İçerisini’ hep insan olmanın doğasına aykırı buldum" diyorsunuz. İçerisi insana ne yapar, nasıl izler bırakır?

Bu soruya kısa bir cevap vermek mümkün değil. Şu kadarını söyleyebilirim; “içeriye” alışırsanız, kaybedersiniz. Kaybetmek, sözcüğün en geniş manasında bir kaybetmek durumu. Hapishane, insan olmanın doğasıyla tezat bir mekan. Alışmak, insanlık değerlerinizi, erdemlerinizi yitirmek demek olur. Nazım Hikmet’in ünlü “Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler” şiiri de biliyorsunuz, aslında mahpus olana “hapishaneye sakın alışma” nasihatidir. Alışırsanız, sol memenin altındaki “cevahir” kararır. Çürürsünüz. Sadece bedenen değil ruhen de çürürsünüz. Bu nedenle “içeride” olmak durumunu, hele ki insanlığa dair amaçlarınız, değerleriniz, ülküleriniz varsa, kabullenmeyeceksiniz. İnsan haklarını ihlal eden uygulamalara boyun eğmeyeceksiniz. İmkanları ve şartları zorlayarak hayata dair çok yönlü bir çaba ve üretim içerisinde olacaksınız. İçeride kendinizi üretmek çabası içinde olmanız, dışarıda süregiden bir hayat olduğu bilincinizi canlı tutar.

'KENDİ DENEYİMLERİMLE KIYASLADIĞIMDA HERŞEY AYNI HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEDİ'

İnsan hakları savunucusu olarak bugünün hapishanelerine uzak değilsiniz. Ceza infaz rejimi bakımından kendi deneyimlerinizden yola çıkarak bir karşılaştırma yapabilir misiniz?

Hapishanelerde günümüzde de hem yasal mevzuat hem de uygulamada hapishanelerin fiziki-mimari yapısı, barınma, beslenme, hijyen ve sağlık, tedavi imkanlarına erişimde en asgari insani yaşam standartlarını ihlal eden sorunlar, baskı, işkence, kötü muamele olayları yaşanıyor. Siyasi mahpusların “özel” bir ayrımcılığa tabi tutuldukları da bilinen bir gerçek; disiplin cezaları ile tecrit, izolasyon durumunun daha da katmerleştirilmesi mesela. Bu disiplin cezaları son derece keyfi biçimde uygulanıyor. “Hain, terörist, düşman” muamelesi görüyorlar adeta. Cezanın infazı konusunda da öteden beri süregelen bir eşitsizlik olduğu malum. Gözaltı, tutuklama, yargı süreciyle başlayıp hapishanelerde de devam eden bir anti demokratik anlayış söz konusu. Çok sayıda ağır hasta var ve bu insanlar ne gerektiği gibi tedavi ediliyor ne de salıveriliyor. Adeta ölmeleri bekleniyor ve zaten ölüyorlar da... Açıkçası, hapishanelerin durumu ve ceza infaz rejiminin insani olmaktan uzak niteliği, ülkenin genel demokrasi sorunlarının bir parçası.

Kendi deneyimlerimle kıyasladığımda gördüğüm şu: Kuşkusuz “her şey aynı hiçbir şey değişmedi” denemez. Ama temeldeki “zindancı” anlayışında değişen fazla bir şey de yok. Kimse “tutuklu” veya “hükümlü” değil; siyasi mahpuslar, “hain, terörist”, adli mahpuslar “hasta”. Ve eskiden de şimdi de bazı siyasilerle, iltisaklı mafyacılar en itibarlı mahpuslar...

'KARAMSARLIĞA ALIŞMAYA HAKKIMIZ YOK'

Bir ceza infaz sistemi eleştirisi yapsanız ve sorumlulara bir çağrıda bulunsanız neleri söylersiniz?

90'larda Mahpus Olmak-
Van, Muş, Diyarbakır, Adıyaman, Antep, Bursa, Kaman, Cafer Solgun, 400 syf., İletişim Yayınları, 2018

Türkiye’nin yakın tarihine bakın, hatta daha ileri giderek söyleyeyim 100 yaşına merdiven dayamış Cumhuriyet tarihine bakın, her birini “demokrasi sorunlarımız” başlığı altında toplayabileceğimiz sorunlarımız hep aynı. Cumhuriyet ikinci yüzyılına Kürt sorunu ile giriyor. Aleviler eşit yurttaşlık talep ve beklentilerine karşılık arıyor. Yamalı bohçaya çevrilmiş darbe anayasasının ideolojik özüne dokunmaya kimsenin niyeti yok. Yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, adalet kavramları tartışmalı niteliğini sürdürüyor. “Hapishanelerde hak ihlalleri sürüyor” olağan, rutin ve egemen medyanın yüz vermediği gerçeklerimizden biri olmaya devam ediyor. “Yüzleşme” adına, “barış” adına, “toplumsal adalet” adına gösterilen çabalar geri püskürtülüyor ve her defasında başa sarıyoruz... Büyüklerimiz gün yüzü görmeden terk-i diyar ettiler ve şimdi de biz çocuklarımıza bu sorunları devredecek olmanın acısını, hüznünü, mahcubiyetini yaşıyoruz... Yorulmamak mümkün mü? Ancak yorulmaya, karamsarlığa kapılmaya, umudu karartmaya, “alışmaya” da hakkımız yok.

‘TÜRKİYE İŞKENCE GERÇEĞİYLE HİÇBİR DÖNEM YÜZLEŞMEDİ’

Günlük yazı ve paylaşımlarınız dışında başka çalışmalarınız var mı?

Muhtemelen “İşkenceci” adını vereceğim bir roman çalışmam var. İşkenceyi ilk defa işkenceciler açısından anlatmayı denedim. Bu, benim işkence tezgahlarında merak ettiğim bir şeydi; bunlar nasıl insanlar, bu işkenceleri yaptıktan sonra nasıl bir “normal” insan gibi evlerine gidiyor, hayatlarına devam edebiliyorlar? Bu konuda yazmaya beni motive eden bu soruydu. Bir de elbette Türkiye işkence gerçeğiyle hiçbir dönem yüzleşmedi. Yasalarda yazılı olan şeyler bir yana, işkence ve işkencecilik hiçbir dönem gerektiği şekilde mahkum edilmedi. Hala işkence, eziyet, kötü muamele haberleri gündemimizden eksik olmuyorsa, nedeni budur biraz da. Söyleşiyi '90'larda Mahpus Olmak' kitabından bir alıntıyla bitireyim.

“Naçar, yorgun, hapsedilmiş bir kabına sığmazlık... Bunun için en çok geceleri çöreklenir yüreğine insanın, tüm gerçekliğiyle ve en yoğun bir yaşamak ağrısı... (…) Geceler, elle tutulacak denli somut ve yoğun yaşam zamanlarıdır, tutsakken ve şiirini, şarkılarını, yitik duygularını aramaktayken nafile bir çabayla yüreğinin derin boşluklarında. (…) Gecelerle birlikte bir ömürdür akıp giden, ömürlerdir, güneşli mavi gelecekler aşkına yaşanmış ömürler...”

* İnsan hakları çalışanı