Çağrı Kınıkoğlu: En büyük eşitsizlik kaynağı sermaye düzenidir
Çağrı Kınıkoğlu'yla belgesel sinemayı konuştuk. Kınıkoğlu, "Bu çağda asıl önemsenmeyen şey, gerçekliğin anlaşılmasıdır, belgesel sinema değil" dedi.
DUVAR - İTÜ Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nü bitirdikten sonra sinema üzerine düşünüp taşınmaya karar verdiği bir evrede, Marmara Üniversitesi GSF Sinema-TV Bölümü’nde yüksek lisansa başlayan fakat tamamlamayan Çağrı Kınıkoğlu, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi bünyesinde bir dönem çıkardıkları Yeni İnsan Yeni Sinema (1997-2010 yılları arasında yayınlandı) dergisine yoğunlaşmayı, NHKM’de yürüttükleri diğer çalışmalara odaklanmayı tercih eder.
Çeşitli filmlerde sanat yönetmeni yardımcılığı, yönetmen yardımcılığı yapan Kınıkoğlu, kimi kısa belgesellere katkı koyar. Yönetmenliğini üstlendiği Türkiye – Küba ortak yapımı olan uzun metrajlı “Nâzım’ın Küba Seyahati” belgeselini 2008’de tamamlar. (Youtube’dan ulaşılabilir: https://youtu.be/nvZDvIqxBa4). Başta soL’un haber portalı, günlük gazete ve dergi formatlarında olmak üzere çeşitli yayınlarda ağırlıklı olarak sinema, sanatlar ve toplumsal tarih arasındaki ilişkiler üzerine yazılar yazan Kınıkoğlu, atölyeler gerçekleştirir. Çeşitli ortak kitaplara makalelerle katkıda bulunur.
Kınıkoğlu’yla belgesel sinema anlayışını konuştuk.
'ÜRETİLEN FİLMİN BELGESEL OLMASI 'YALNIZCA GERÇEĞİ SÖYLEDİĞİ' ANLAMINA GELMEZ'
Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?
Gerçeğe sadakat ne demek? Gerçeklik ne demek? Yandık. Bitmez bu sohbet! Şakası bir yana… Çok önemli, can alıcı bir konu. Aslında yaşama dair konumunuz nedir, gerçekliği kavrayışınız bunu ortaya koyar. O yüzden bu soruyu ve sorudaki varsayımları, izninizle, biraz kurcalayacağım. Belgesel gerçekten daha mı sadık gerçeğe? Hele de diğer sanat dallarından?
Şöyle başlayayım: Herhangi bir sanat dalını bir diğer sanat dalıyla gerçekliğe dair ilişkisi, gerçekliğe sadakati üzerinden karşılaştırmak, bana çok anlamlı gelmiyor. İstendiği kadar soyut olsun, bir eserin gerçeklikle ilişkisi yoksa sanat olamaz zaten. Diğer yandan “tam da duyduğumuz, dokunduğumuz, gördüğümüz gibi” dediğimiz bir eserin, gerçeklikle hiçbir ilişkisi olmayabilir. “Gerçeğinin aynısı gibi” resimler, bir soyut resim kadar etkileyici ve duyguları, zihni harekete geçirici olmayabilir pekâlâ... Şu sempatik Bob Ross’un resim yapmayı sevdiren ama resim sanatına dair hiçbir ufuk kazandırmayan programlarında yaptığı resimler gibi resimler mesela… Birkaç pratik fırça darbesiyle “aaa, aynısı” dedirterek yaptığı ağaçlar, ormanlar, manzaralar… O resimlerin zihin ve duygu dünyamız üzerinde hiçbir etkisi yoktur, olamaz. Sanat tarihi bu “aynı gerçeği gibi” görünen eserlerin örnekleriyle dolup taşıyor. Boşturlar…
Ya da tersine, gerçeklikle bağı ilk bakışta zor kurulabiliyor gibi görünen bir eserin gerçekliğe sadık olmadığını da söylemek mümkün değil. Soyutlama düzeyinin yüksekliği gerçeğe daha az sadık olunduğunu göstermez. Örneğin şu “klasik müzik” olarak bilinen senfonik müzik, biliyoruz, en soyut, gerçeklikle bağı en zayıf gibi görünen sanatsal ifadeler arasında yer alır. Ama mesela Şostakoviç’in Leningrad Kuşatması’nı anlattığı eseri “7. Senfoni”, kentin ve SSCB’nin direnişinin simgesi olabilmiştir. Kuşatma boyunca kentte itfaiye eri olarak görev yapan Şostakoviç’in, o kentte, o koşullarda, o eseri bestelerken bizzat o gerçekliği iliklerine kadar hissederek, yaşayarak, deneyimleyerek ve o gerçekliği, yani bütün korkunçluğuyla Nazi sürülerinin saldırısını ve bütün yiğitliğiyle Sovyet sosyalizminin direnişini vermeye çalıştığı muazzam bir eserdir. Gerçeklikle bağı zor kurulur görüntüde ama bütün o soyutluğuyla, o eserin anlattıklarının gerçeğin ta kendisi olmadığını kim söyleyebilir?
Sinemaya doğru gelelim… Hemen bir belgesel örneği vereyim: Suriye’de sözde sağlık hizmeti veren “Beyaz Baretliler” belgeseli, ki “Oscar” heykelciği de verildi buna, nasıl gerçeği vermiyor ve çarpıtıyorsa, tüm sanat dalları için de bu ihtimali hesaba katabiliriz. Üretilen filmin belgesel olması, Hollywood filmi repliğiyle söyleyeyim, “gerçeği, yalnızca gerçeği” söylediği anlamına gelmez.
Önemli olan yüzeydeki olgular değil, o olguları meydana getiren ve belirli yönlerde hareket ettiren dinamikleri açığa çıkarabilmektir. “Gerçeklik” yüzeyde değil, derindedir. Bir sanat eserini güçlü ve uzun ömürlü kılan da aslında yüzeyde gezinmeyip, derinliğe ulaşabilmesidir.
Mahsus çok bilinen bir filmden örnek vereyim: Ayzenştayn’ın “Potemkin Zırhlısı”ndaki o meşhur ve çarpıcı Odessa Merdivenleri sahnesi “gerçek olmayan” bir sahnedir. Kendi anlattığına göre bu sahne, o merdivenlerde oturmuş film üzerine düşünürken, yediği vişne çekirdeklerini merdivenlerden aşağıya doğru fırlatıp, çekirdekler basamaklardan yuvarlanırken canlanmış zihninde ve oturup sinema tarihine kazınan o çok iyi bildiğimiz sahneyi tasarlamış. Yani “gerçek” değil, yani perdede izlediğimiz o görüntülerdekiler yaşanmamış ama nihayetinde Çarlık zorbalığının halka neler ettiğine dair en çarpıcı “en gerçek” hissiyatı yaratmış bu sayede. Dolayısıyla şöyle bir sonuca varabiliriz: Çoğunlukla gerçekliğin soyutlanması, yüzeydeki gerçeklikten daha derin ve sarsıcı etkiler yaratır. İmge oluşturabilmek bu nedenle çok önemlidir. İster belgesel sinema, ister oyunculu sinema, ister plastik sanatlar, ister müzik… Sanatınız gerçekliği pozitivist bir şekilde yorumluyorsa, yani sadece görüneni, yüzeydeki olguları anlatmakla yetiniyorsa, ancak saman alevidir. 140 journos, +90 videoları mesela, çoğunlukla, yüzeyde gezinmeye örnek. Ama tersine, o gerçeklik üzerine düşünme ve anlama sürecini de içeriyorsa, görünen gerçekliği değil, arkasındaki ilişkileri, süreçleri, mekanizmaları, hareketi ortaya koyabiliyorsa, o zaman oluşturacağınız imgeler daha nitelikli ve güçlü hale gelir ve sanıldığının aksine, gerçekliği daha güçlü bir şekilde kavrar ve ifade edebilirsiniz; en azından bunun olanakları belirir.
Geçenlerde bir dijital platformda tekrar izlediğim Joris Ivens ve Chris Marker’ın “A Valparaiso”su geldi şimdi aklıma mesela. Görünenin arkasına bakma çabası olarak, değerli bir çalışmadır. Solanas’ın “Fırınların Saati” mesela, çarpıcıdır. İngiltere’den Özgür Sinema üstbaşlığında toplanan yönetmenlerin belgeselleri ve ardından çektikleri oyunculu filmler mesela, İngiltere’nin bir döneminde işçi sınıfının toplum içindeki yerini anlamak ve duyumsamak açısından çok etkileyici olmaları bir yana, örneğin Ken Loach’un o muhteşem “Kes” filminin veya Mike Leigh’in “Meantime”ının da yolunu açmışlardır.
Yanlış anlaşılmaması için altını özellikle çizmiş olayım: Gerçeklikten bağımsızlaşmak, ondan soyutlanmak demiyorum, özellikle belirteyim; gerçekliği soyutlayabilmekten, onu bir yöntemle kavramaktan bahsediyorum. Nisan ayında yitirdiğimiz çok sevgili hocamız Mutlu Parkan’ın 'Brecht Estetiği ve Sinema' kitabında Brecht’ten yaptığı bir alıntıyı hatırladığım kadarıyla aktarayım: Eskiden yaygın bir elektrikli ev aletleri üreticisi markası vardı, AEG diye, diyor ki Brecht, “AEG işçilerine fabrikanın fotoğrafını göstererek nasıl sömürüldüklerini anlatamazsınız.” Mesela şu güncel mafya-siyaset ilişkileri meselesinin mantığını, şu ya da bu kişiler arası ilişkiler olarak anlamaya çalışırsak asla anlayamayacak oluşumuzdaki gibi…
Dolayısıyla, sanatçıyı kısıtlayan gerçekliğe sadakati değil, onu anlayacak, soyutlayabilecek ve ifade edecek araçlardan yoksun olmasıdır. Sanatçı, bir bilim insanı, siyasetçi veya akademisyen değildir ama bilimle, sanat tarihiyle, metodolojiyle, tarih ve siyasetle, yani toplumsal sorumlulukla donanmalıdır. Bunlarla donanmış değilse, teknik anlamda istediği kadar mahir olsun ya da görüntüdeki olguları istediği kadar “yüksek çözünürlüklü” aktarsın, oradan gerçekliği kavramak adına, “sanat” adına bir şey çıkmaz.
Yüzeyde gezinerek ne coşkun tarihsel akışı veya toplumsal dinamikleri ne de o akışın içinde bir an ortaya çıkıveren o “kararın verildiği” veya “kırılıp paramparça olunan” veya “için umutla dolduğu” anları anlatmanız mümkün olmaz.
'BU ÇAĞDA ASIL ÖNEMSENMEYEN ŞEY GERÇEKLİĞİN ANLAŞILMASIDIR'
Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?
Sadece Türkiye’de değil, bu çağda asıl önemsenmeyen şey, gerçekliğin anlaşılmasıdır, belgesel sinema değil. Nobel ödülü almak, gişe yapmak, bir dijital platformda boy göstermek, gerçekliği anlamak ve anlatmaktan daha çok önemsenir. Esas problem budur. Yoksa, ki gidişat da görebildiğim kadarıyla öyle, “belgesel” denilen, “gerçeği ayrıntısıyla anlatıyormuş” gibi yapan ve aslında yapım maliyeti görece düşük olduğu için kanal veya platformların işine gelen yapımlarla doluyor ortalık. Festivallerde de daha fazla yer ayrılıyor belgesele… Ama sırf böyle diye, “belgesel hak ettiği yeri buluyor” diyebilir miyiz?
O yüzden buna yanıtım, kendimizi bir portföy yöneticisi gibi görmez, bir mücadelenin tarafı, gerçekliğin anlaşılmasını sağlamaya ve değişmesine katkı koymaya çalışan bir taraf olarak görürsek, o zaman “piyasanın dalgalanmalarından etkilenme” ve üvey evlat gibi hissetmemizin zemini kalmaz zaten. Gerçekliği tutkuyla avuçların içine alabilmek, yani onu anlamak ve değiştirmek için mücadele ederseniz o zaman kimse size üvey evlat muamelesi yapamaz, emin olun. Önemseneceğinize de emin olabilirsiniz!
Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?
Belgesel sinemanın, sinemanın özü olduğunu düşünmüyorum. En azından önceki sorularda meseleye biraz başka türlü yaklaştığımı anlatabildiğimi sanıyorum. Sinemanın, içerik anlamında, başka hiçbir sanatsal ifadede olmayan bir özü olduğunu da düşünmüyorum. Mahsus uç şeyler söylüyormuşum gibi gelmiyordur umarım. Çok uzatmamaya gayret ederek, demek istediğimi anlatmaya çalışayım.
Sanat aslında her şeyden önce bir düşünme yöntemidir. Bizler sanat denince “duygular”dan bahsedilmesine alıştırıldık, o yüzden yadırganmasın lütfen bu söylediğim. Duygu ve akıl birbirinden koparılamaz. Dolayısıyla şunu ileri sürebiliriz: Kendine özgü araçlarla düşünür sanat, sanatın araçları imgelerdir. Bilim kavramlarla düşünür, sanat imgelerle… Neyi düşünür peki? Yaşamı düşünür. İnsanı düşünür, doğayı düşünür, içinde yer aldığı topluluğu düşünür, yaşama tutunmayı düşünür, yok oluşu düşünür, karşı karşıya kaldığı çelişkileri düşünür, açmazlarına bakar, önündeki engelleri nasıl aşacağına kafa yorar… Bunu imgeler aracılığıyla yapar. Dolayısıyla da tüm sanatlar, aslında maddi dünya ile onu anlamaya çalışan insan zihni arasında köprüler kurar. Bir halden diğerine dönüşümü, hareketi anlamaya ve ifade etmeye çalışır. Dönüşmesi gerekene neyin engel olduğunu, nasıl aşılabileceğini… Mesela, aç olan insanın bu engeli aşması, etrafındaki dünyayı dönüştürmesi gerekir: Ava çıkarken mağara duvarına o süreci resimleyen insanın amacı buydu. Bir üst düzeyde soyutlama yaparsak, aslında Beethoven’a “Eroica”yı yazdıran da, Tatlin’e Üçüncü Enternasyonal anıtını tasarlatan da, Nâzım’a 'Memleketimden İnsan Manzaraları'nı yazdıran da, Picasso’ya “Guernica”yı yaptıran da, Francesco Rosi’ye “Salvatore Giuliano”yu çektiren de, John Berger’e Görme Biçimlerini yaptıran da, hep gerçekliği avuçlarımızın içine alıp, neden öyle olduğunu anlamak ve değiştirmek arayışıdır; nasıl değiştireceğinizi bilmiyorsanız bile en azından değişme gerekliliğine, yaşanmakta olandaki acayipliğe dikkat çekersiniz. Mesela dışavurumcuları gerçekçiliğin sınırlarını zorlamaya çağıran tarihsel-toplumsal tıkanma ve krizin yarattığı sıçrama, etkin olma ihtiyacındaki gibi, etkinliğinizi yitirirseniz de Kafka’nın 'Dönüşüm'ünde böcekleşmeye işaret etmesinin bir tarihsel anlam kazanmasındaki gibi.
Belgesel sinemada değil yalnızca, yirminciden yirmi birinci yüzyıla doğru yaklaşırken tüm sanatlarda dönüşümler yaşandı ve bu dönüşümlerin ortak yönleri de var: Mesela bilgi ve duygu arasındaki ilişkiyi koparmak, aydın düşmanlığı, insanı tarihi yapan bir özne olarak görmekten vazgeçmek, gerçekliği anlaşılabilir ve değiştirilebilir bir bütünlük olarak görmekten geri basmak. Bunların propagandası yapıldı çokça ve belgesel de bundan payını aldı.
Dolayısıyla soruda şöyle ufak bir oynama yaparak yanıt vereyim. Belgeselin değil insanın bugüne ulaşma serüvenine bakmamız, belgeseli de bu serüven içinde anlamaya çalışmamız gereken bir tarihsel evredeyiz bugün. Çünkü bugün bizlere diyor ki: “Beni her şeyimle, bütünüyle aşmanız lazım”. Çünkü dönüşmesi gereken şeyler var ve bu dönüşüme engeller çıkarılıyor. İnsanlık, sınıflı toplumların tarihi boyunca büyük sıçramalar kaydetti ve artık sınıflı toplum insanlığın önündeki en büyük engel. Kendimi bir gelenek içine yerleştirmeye çalışmam abes olur ama şöyle diyebilirim: Sınıflı toplumu aşmak için elindeki ifade aracı her neyse onunla insanlığa ulaşmak üzere kolları sıvayanların geleneğine dahil olacak bir üretkenlik gösterebilmeyi isterim.
'TÜRLERİN, EKOLLERİN, YAKLAŞIMLARIN ALT ÜST OLACAĞI BİR ÇAĞA GİRİYORUZ'
Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben biraz daha farklı, sanırım kendimce daha dinamik bir bakış açısına yerleşmeye çalışıyorum. Türlerin, ekollerin, yaklaşımların alt üst olacağı bir çağa giriyoruz bence. Gerçekten heyecan verici bir çağ açılabilir önümüzde. O nedenle de şu anki verili kavramları ve yaklaşımları değişmeyeceklermiş gibi veri almamaya çalışıyorum. Belgesel tanımı mesela, belgeselin hatta genel anlamda sanatın bilgi ile ilişkisi…
Geçmişten bir örnek vereyim. Glauber Rocha’nın kimi filmlerinde örneğin, sahneler özgür doğaçlama gibi akarken, insanın iç dünyasının derinlikleriyle, adeta ilkel dürtüleriyle iletişim kurmaya çalışırken, akışın pat diye kesilip bir iktisatçının Latin Amerika’nın nasıl sömürüldüğünü anlatışına tanık olabilirsiniz. Ya da Bunuel’in “Ekmeksiz Toprak” belgeselini izlerken arka arkaya sıralanan imgeler ve bilgilerle filmde anlatılan bölge ve insanlık halinden sarsılmış ve içiniz sıkışmış bir haldeyken filmin finalinde Franco’cuları öne süren büyük toprak sahipleri ve patronların saldırısına direnerek bu geriliğin aşılabileceğini ifade ettiği konuşmasıyla karşı karşıya kalınca o üzerinizde oluşan basınç bir anda kalkıverir. Yani “bilgi” denilen şey duygusuzluk, veriler ve istatistiktir diye düşünmemek gerek. Bilgiyi öyle bir işlersiniz ki, en güçlü duygulara kaynaklık edebilir. Buna karşın öyle duyumsayışlar da vardır ki, gözünüzden yaş getirir ama sizi hareketsiz bırakır. Bilgi ile ne yapmak istiyorsunuz? Öncelikli soru bence bu. Yaratmak istediğiniz etki, yani filmi yapış amacınız ile bilgi arasında canlı ve dürüst bir ilişki kurmak önemli burada. Duygu bilgiye ve bilgi de duyguya dönüşemiyorsa, bir problem var demektir.
Youtube içerikleri konusuna gelince… Biraz önce de değinmiştim, mesele yüzeysellik ve pozitivizmle ilgili. Olgular arasında bağıntı kurmaksızın, görünenin arkasındaki gerçekliğe ulaşmaya çalışmaksızın, güncel varoluşumuzu ve değişim gereksinimini sorgulatmaksızın, sanattan bahsedemeyiz.
Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üçüncü soruya yanıt olarak “Gerçekliği tutkuyla avuçların içine alabilmek, yani onu anlamak ve değiştirmek için mücadele ederseniz o zaman kimse size üvey evlat muamelesi yapamaz, emin olun. Önemseneceğinize de emin olabilirsiniz!” demiştim. Önemseyenler arasında, değişime ayak direyenler de olacak elbette.
'HEYECAN DUYULACAK TEMEL ŞEY, PİYASANIN KALDIRILMASI OLASILIĞIDIR'
Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?
Buna çeşitli düzlemlerde yanıt vermek gerek. Kimi düzlemlerdeki yanıtları önceki sorularda verdiğimi düşünüyorum. Heyecan duyulacak temel şey, kimi sermayedarların piyasaya girmesi değil, piyasa denilen ve insan aklına ve yüreğine en çok zarar veren bu rezilliğin ortadan kaldırılması, bu sefil dünyanın değiştirilmesi olasılığıdır öncelikle.
Biz Nâzımcıyız: “İçinizden biri can verebilse bile açlıktan ölen öküzümüze / burjuvaysa eğer, gözükmesin gözümüze!” deriz. Özgürlük ve sermaye aynı cümle içinde ancak şöyle kullanılabilir: “Sermaye sınıfı özgürlüğe engeldir.” Birilerinin adımlarıyla bazı olanaklara kavuşma düşüncesinin yerine haklarımız ve sorumluluklarımız üzerinden konuya yaklaşmaya çalışıyorum ben.
Diğer bir önemli düzlem de şu: Teknik anlamda dijital mecralar bir tür serbesti getiriyor. Özellikle sinema adına, yani hareketi kaydedilmiş hareketle, kaydedilmiş zaman ile ifade eden bu çarpıcı sanat adına, kayıt ve kurgu olanaklarının çeşitlenmesi, toplum genelinde ulaşılabilir hale gelmesi, güzel bir şey, anlamlı ve sevinilecek bir gelişme. Ama bu sürece çeşitli düzeylerde tekelleşmelerin de eşlik ettiğini akıldan çıkarmamak gerek. “Ne güzel, istediğimiz gibi ifade edebiliyoruz kendimizi” diyorsunuz ama bir de bakıyorsunuz, hesabınız askıya alınmış, engellenmişsiniz ya da reklam faaliyetlerinin parçası olmadığınız için görünmez hale gelivermişsiniz. Bu nedenle, aslında temel ilkeler pek değişmiyor galiba. Örgütlü olmak, kolay lokma olmamak şart. Bir de şu, eşitlik, özgürlüğün temel koşuludur. Eşitlikten söz edelim önce. Toplumsal eşitlik artık insanlık için zorunluluktur. En büyük eşitsizlik kaynağı ise sermaye düzenidir. Özgürlüğe en büyük engelin sermaye sınıfı olduğunu söylemiş miydim? (Gülüyorum ama durum çok ciddi.)
Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
NHKM bünyesinde üzerinde çalıştığımız bir filmsel tasarı var şu anda. Arzu ettiğimiz şekilde tamamladığımızda, kolektif olarak değerlendirip, izleyiciyle nasıl buluşturacağımıza da karar vereceğiz.
Bunun dışında başka disiplinleri de içeren birkaç tasarı daha var üzerinde çalıştığımız. Nâzım’ın 'Memleketimden İnsan Manzaraları'ndan hareket eden kolektif çalışmalar bunlar. Bu olağanüstü eserin, bizim açımızdan hem metodolojik hem ideolojik açıdan ne kadar önemli olduğunu incelemeye soyunduğumuz ve ondan feyz alarak biçimlendirmeye çalıştığımız çeşitli çalışmalar. Oldukça heyecanlıyız. Bazılarında da epeyce yol aldık.
Günlerimiz böyle geçiyor. Bu koşullarda üretmeye çalışmak adeta bir meydan okuma gibi. Hem koşullarınıza hem kendinize meydan okumadan umutlanmak zor. Kolektif çalışma bu açıdan oldukça yaşamsal. Hepimizin başına geldiği gibi, sık sık canımızı çok sıkan, içimizi karartan şeylerle yüz yüze olduğumuz için, çalışma azmi baltalanıyor insanın. Sadece keyifli zamanlarda değil, böyle zamanlarda da omuz omuza, kol kola olmak yeniden enerji veriyor insana.