Caner Yelbaşı'nın 'Türkiye Çerkesleri'
Caner Yelbaşı’nın 'Türkiye Çerkesleri' çalışması İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap, 1. Dünya Savaşı'ndan Cumhuriyet dönemine ulusdevlet inşa sürecinde Çerkeslerin serencâmını anlatıyor.
Vecdi Demir
Müesses tarihyazımında yaygın kabul Mondros sonrası Anadolu’da Kuvâ-yı Milliye’ye karşı çıkan veya savaşan bütün grupların eylemlerini ‘iç isyan’ olarak değerlendirmektir. Oysa Caner Yelbaşı’nın 'Türkiye Çerkesleri Osmanlı'dan Türkiye'ye Savaş, Şiddet, Milliyetçilik’te ayrıntılarıyla irdelediği gibi ‘iç isyan’ ifadesi aslında ‘iç savaş’ durumunun üstünü örtmek için türetilmiştir. Yelbaşı’nın da isabetle vurguladığı gibi, bir ülke içinde, isyan eylemi doğası gereği zaten ‘iç’ sıfatıyla ancak nitelendirilebilir. Ülke dışından gelen bir tehdit veya karşı koyma ‘isyan’ değil ancak ‘saldırı’ anlamına gelebilir. O yüzden Caner Yelbaşı’ya göre 1919-1922 yılları arasında Ankara Hükümeti’nin göğüslemek zorunda olduğu saldırılar ‘iç isyan’ olarak değerlendirilemez. Bölgede kelimenin tam anlamıyla bir iç savaş vardı. Tarafların propaganda faaliyetleri, askerî kapasiteleri, paramiliter grupların ayaküstü mahkemelerinde verdikleri binlerce idam kararı (ve infazı) göz önünde bulundurulunca, ‘iç savaş’ ifadesi gerçekten ‘iç isyan’ retoriğinden daha makul görünüyor.
Bu dönemi Yelbaşı’nın kitabından izlediğimiz kadarıyla Çerkesler, çoğunlukla İslami bir politikanın gölgesi altında ve İstanbul Hükümeti ile eşgüdümlü hareket ederek Kuvâ-yı Milliye birliklerine karşı ayaklanmışlardır. Çerkeslerin padişah-halifeliğe bağlılıkları şunu gösteriyor aslında: Osmanlıların devam etmesi, etnisiteyi ön plana çıkaran İttihatçı zihniyetin yeni bir devlet kurmasından daha tercih edilir bir opsiyondur. Elbette yekpare bir Çerkes cemaatinden söz etmek mümkün değil. Fakat Caner Yelbaşı’nın çizdiği tabloda, İstanbul Hükümeti’nin Kuvâ-yı Milliye’yi etkisizleştirmek için giriştiği askeri müdahalelerde Çerkes liderlerin can-ı gönülden rol almaya çalıştıklarını söylememek için bir sebep yok.
Öte yandan Kuvâ-yı Milliye stratejisi de Çerkesler'den bütünüyle vazgeçmiş değildir. Burada, Ankara Hükümeti’nin siyasi çabalarını büyük ölçüde sekteye uğratan Ahmed Anzavur’un gücünü, Mustafa Kemal’in Çerkes Ethem’i üstüne salarak kırdığını hatırlamak yeterdir. Çerkes Ethem, Kurtuluş Savaşı boyunca Mustafa Kemal’e sadık kalmış görünüyor. Sadece Anzavur’u değil, aynı zamanda Çapanoğlu Hadisesi'ni de bastırıp Kuvâ-yı Milliye’ye muazzam bir alan açıyor. Elbette Çerkes Ethem’in kişiliğinde zorbaca bir yordam var. Bölgede isyan çıkaranları kendi kurduğu mahkemelerde ya asıyor ya da hemen kurşuna dizdiriyor. Çerkes veya değil, hiçbir ayrım gözetmiyor. Caner Yelbaşı'nın çalışmasında Çerkes Ethem'in bilhassa Güneybatı Anadolu'da asilere karşı kazandığı zaferlerle Milli Mücadele lideri olarak Mustafa Kemal'e rakip veya bir alternatif lider pozisyonuna yükseldiğine ve bu yüzden tasfiye edildiğine dair tartışma izlenebilir. Yelbaşı'ya göre 'liderlik potansiyeli olan' Rauf Orbay ve Fethi Okyar İngilizler tarafından tutuklanıp Malta'ya sürülünce, Mustafa Kemal rakipsiz bir konuma yükselmişti. Çerkes Ethem'in askeri başarıları Meclis'te Mustafa Kemal'e muhalefet eden birtakım mebusa güç vermişti. Rusya'dan yardımlar gelene kadar Batı Cephesi'nde düzensiz paramiliter grupların en büyüğünün başında olan Ethem'i, Ankara Hükümeti'ne karşı muhalefeti bastırmak için kullanan Mustafa Kemal, sonrasında tasfiye için düğmeye basmıştır. Çerkes Ethem'in akıbeti, Düzenli Ordu'nun harekâtına cevap veremeyerek Yunan tarafına iltica etmesiyle sonuçlandı.
Caner Yelbaşı Kurtuluş Savaşı'nda Çerkeslerin pozisyonlarını nasıl belirlediklerini açıklıyor: "Bu dönemde Çerkeslerin hepsinden aynı hedef doğrultusunda harekete geçmiş bir yapı olarak bahsetmek mümkün değildir. İstanbul'daki önde gelen Çerkeslerin bir kısmı Anadolu'daki hareketi desteklerken, bir kısmı da Saltanat'ın ve İstanbul Hükümeti'nin kararlarına göre pozisyon almışlardır. Çerkes önde gelenler içindeki bu farklılık daha çok askeriyede ve bürokraside işgal edilen pozisyon, saltanat ve hilafet makamına olan bağlılık, İttihat ve Terakki ile olan ilişki gibi durumlardan kaynaklanmaktadır."
1923’ten sonra, Anadolu Hareketi artık Çerkesleri topyekûn bir güvenlik sorunu ve uygulanacak ulus devlet projesinin önünde ciddi bir engel olarak görmüştür. Onlarca Çerkes köyü kaldırılmış ve ülkenin başka yerlerine göçertilmiştir. Ryan Gingeras’ın bir makalesinde Çerkes hinterlandı şu illerden meydana gelmekteydi: Bursa, Çanakkale, Kocaeli, Sakarya, Balıkesir.
Çerkeslerin ve Çerkes kimliğinin Kemalist parantez içinde ne denli şüpheli bir fenomen haline geldiğinin en açık işareti, rejimin persona non grate olarak ilan ettiği o ünlü yüz elliliklerin listesinde tastamam 86 kişinin Çerkes olmasıydı. Başka bir hadise ise Keriman Halis’in dünya güzeli seçilmesinde yaşanmıştı. Keriman Halis 1932’de hem Türkiye güzeli hem de Belçika’daki müsabakada dünya güzeli seçilmişti. Yeni rejim, kadına ve Türk ırkının güzelliğine verdiği büyük önemi uygar dünyaya göstermek için gelişmeden büyük bir memnuniyet duydu ve günlerce basın ve devletin diğer aygıtlarınca bunun propagandası yapıldı. Fakat sorun şu ki, Halis, Mısır’a yaptığı bir ziyarette ağzından Çerkes olduğunu kaçırmıştı. Kemalist rejim bu sürç-i lisanı affetmedi ve Halis’i ‘görünmez kıldı’. Halis’in dünya güzelliği ölümüne kadar hiçbir biçimde gündem olmadı.
Kurtuluş Savaşı’nın başlarında Kuvâ-yı Milliyeciler dikkatli bir dil kullanmışlardır. Halife-sultana karşı kullandıkları saygılı dile rağmen İstanbul Hükümeti’ni sertçe eleştirmişler. Fakat yine de gizli bir gündemleri varmış gibi görünüyor. Örneğin Anzavur Ahmed bütün faaliyetlerinde Kuvâ-yı Milliyecilerin eski İttihatçı olduklarını ve İmparatorluğu yok etme dürtüsüyle hareket ettiklerini vurgulayarak İslami ve Osmanlıcı bir siyaset izlemiştir. İstanbul Hükümeti'nin kurduğu networkun (bu network Kemalist tarihyazımında ‘iç isyanlar’ diye geçer) ana dayanağı, Anadolu’da yeni bir kurtuluş mücadelesi başlatanların Kuvâ-yı Milliyecilerin Osmanlıları 1. Dünya Savaşı’na sokan ve bütün bu kaosun baş mümessili olan İttihatçıların, deyim yerindeyse, yeni bir sürümünden başkası olmadıklarıdır. Bu propagandanın iç kamuoyunda ciddi bir destek bulduğu ve Kuvâ-yı Milliyecilerin faaliyetleri hakkında kâfi derecede şüphe meydana getirdiği Yelbaşı’nın kitabından izlenebilir. Bütün dezavantajlarına rağmen Kuvâ-yı Milliye üyelerinin Mustafa Kemal başkanlığında yeni bir devlet kurabilmeleri aslında şaşırtıcı bir başarıdır. İttihatçıların ülkeyi içine soktukları türbülansı düşününce, pekâlâ İstanbul Hükümeti’nin karşı propagandasının başarı şansı, daha fazla idi. Malum, Erik Jan Zürcher’e göre Milli Mücadele bir İttihatçı projesi idi.
Kemalist anlatı, Cumhuriyet’e giden yolun bütünüyle ve sadece Mustafa Kemal’in zihninden çıkmış konjonktürel bir mesele biçiminde sunmaktadır. Belki de bütün Kuvâ-yı Milliyeciler ya da en azından kilit kadro, saltanatın artık miadını doldurduğunu düşünüyordu. Caner Yelbaşı’nın 'Türkiye Çerkesleri Osmanlı'dan Türkiye'ye Savaş, Şiddet, Milliyetçilik' başlıklı kitabı benzer soruların sorulmasına imkân veren nitelikli bir çalışma.