Cansu Canseven: Daha dürüst ve barışçıl bir yayın dünyasının hayalini kuruyorum

Cansu Canseven ile ‘Editörlük Zor Zanaat: Editörlerle Söyleşiler’ çalışmasını konuştuk. Canseven, “Daha dürüst, daha etik, daha barışçıl bir yayın dünyasının hayalini kuruyorum” dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Türkiye’de editörlükten söz ettiğimizde bir metnin, dilin, dilbilgisinin inceliklerinden, okumanın ve edebiyatın hazzından önce freelance ya da bir yayınevine bağlı çalışan editörlerin sorunlarından, her gün etkisini daha da hissettiğimiz krizlerin editörleri nasıl vurduğundan söz ediyoruz genelde. Bunda yayıncılık sektörünün dövizle üretip Türk lirasıyla satış yapmasından doğan büyük kriz ortamının yanında editörlerin örgütlenme eksikliğinin de payı var kuşkusuz. Tablo genel anlamda olumsuz olsa da hem sektörün hem editörlerin maddi manevi sorunlarının konuşulup tartışıldığı mecraların çoğalmasına ve sektöre dair içeriden metinlerin daha çok üretilmesine vesile olacak bir kitap yayımlandı geçtiğimiz günlerde: ‘Editörlük Zor Zanaat: Editörlerle Söyleşiler’.

Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim bölümünde doktora çalışmalarına devam eden ve 2021’den bu yana da Düşbaz Kitaplar’ın yayın yönetmenliğini üstlenen Cansu Canseven’in alanında ehil on bir editörle yaptığı söyleşilerden oluşuyor ‘Editörlük Zor Zanaat’: Selahattin Özpalabıyıklar, Cem Akaş, Tanıl Bora, Sevengül Sönmez, Murat Yalçın, Savaş Kılıç, Nazlı Berivan Ak, Cem Alpan, Semih Gümüş, Ayşegül Utku Günaydın, Mustafa Çevikdoğan.

Cansu Canseven

On bir editörle yaptığınız söyleşilerden oluşan ‘Editörlük Zor Zanaat’, Notos Kitap tarafından yayımlandı, hem de ilk kitabınız, öncelikle yolu açık olsun. Editörlüğü ve editörlerin sorunlarını konu ettiğiniz böyle bir kitabı hazırlama düşüncesi nasıl aklınıza düştü? 

Çok teşekkür ediyorum sevgili Tuğba. Ben 2012 ya da 2013 olsa gerek, o yıllarda yüksek lisans yaparken Virginia Woolf’un Türkçedeki çevirileri üzerine bir araştırma/karşılaştırma yapıyordum. Woolf’un telifi dolmuştu, yavaş yavaş yeni çeviriler çıkıyordu. O zamanlar daha sadece Tomris Uyar’la İlknur Özdemir’in çevirileri vardı, bir de Martı’dan çıkan bir çeviri vardı. Ben bu karşılaştırmalı çeviri eleştirisini yaparken çevirmenlerin kararlarına dair kendi söylemlerini hiçbir yerde bulamamıştım; metindeki kararlarını kendi deneyimleri ve çevirmenlikleri üzerinden, yine bağlamın gerektirdikleri ve getirdiklerince değerlendirmeye çalışmıştım. Özellikle de günümüzün en verimli çevirmenlerinden İlknur Özdemir’in bu konuda bir söyleşisine, açıklamasına rastlayamayınca çok üzülmüştüm, işte o zaman kafama koymuştum: Çevirmenlere söz verecektim. 2015 yılında K24’te çevirmen söyleşileri dizisine başladım, o dizi çok sevildi. Söyleşi yaptığımız çevirmenlerle pek çok çeviri sorununu, farklı dilleri, çevirideki kültürel öğeleri, çevirmen üslubunu, yazarın üslubunu vb. konuştuk. Başka söyleşilere ön ayak oldu bunlar; çevirmenlerin daha fazla demeç verdiği, çevirmen söyleşilerinin yoğunlaştı bir döneme hizmet etti, çok mutlu oldum. Yayın dünyasının görünmez isimlerinden olan çevirmenlerin yanında benzer dertleri olduğunu duyduğum ve bildiğim editörlere de bir söz hakkı verilmesi gerektiğini düşündüm tabii. Derken bir gün bu fikrimi Dilek Emir’le paylaştım, o da beni destekleyerek Semih Hocam’la (Gümüş) beni buluşturdu ve bu projenin adını o gün koyduk. Editörler yayıncılığın her türlü yükünü hem maddi hem manevi anlamda çekiyor; yazarlar, yayıncılar, patronlar bir yandaysa editörler hep diğer yanda kendi varoluş mücadelelerini veriyor, en nihayetinde de yine görünmüyor, duyulmuyor ya da göz ardı ediliyor. Bunu biraz olsun kırmak ve editörlerin bu piyasadaki başat rolünün altını çizmek istedim. “Pardon, bir bakar mısınız; yayıncılar, çevirmenler, yazarlar ve hatta okurlar, bu kitapların arkasında bir editör var, biliyor musunuz?” diye bir seslenmek istedim.

Editörlük Zor Zanaat: Editörlerle Söyleşiler, Hazırlayan Cansu Canseven, 336 syf., Notos Kitap, 2024

 

‘Editörlük Zor Zanaat’ mesleğin inceliklerini öğrenmek açısından bilgilendirici olduğu kadar görünmezlik halesiyle dolaşan editörlerin görünürlüğü açısından da çok önemli bir kaynak. İsimleri belirlerken neleri göz önüne aldınız? Hazırlık sürecinden de söz eder misiniz biraz?

Yorumun çok kıymetli, dediğin gibi bu görünürlüğü sağlamayı fazlasıyla önemsiyorum. İsimleri belirlerken birkaç kriterim vardı açıkçası: Deneyim, alan, yayınevi, cinsiyet, şehir gibi. Tecrübesiyle pek çoğumuzun saygı duyduğu isimlere illa yer vermeye çalıştım, kurmaca ve kurmaca dışı kitap türlerinde dengeyi kurmaya ve bu anlamda yine farklı türlerde kitap yayımlayan yayınevlerinin editörlerine göre bir dağılım yapmaya çalıştım. Görünürlüğü artırmak adına sektörün başta gelen yayınevlerinde çalışan editörlere söz vermek, bu yayınevlerinin dinamiklerini de anlamak ve aktarmak istedim. Tam bir eşitlik sağlayamasam da kadın ve erkek editör dağılımına dikkat etmeye çalıştım. Diğer önemli bir nokta da yayıncılığın merkezi İstanbul’un dışında İzmir ve Ankara’dan da bir ses duymayı önemsedim. Ama bu liste hiçbir zaman tam ve eksiksiz olmayacak; bu anlamda harici kalanları da gücendirmek istemiyorum, kitabın “Önsöz”ünde de bahsettiğim gibi biz şu an fitili ateşliyoruz, ateş yavaş yavaş dağılacak ve yayılacak.

‘EDİTÖRLERE MİKROFON UZATIP DENEYİMLERİNİ İLK AĞIZDAN DİNLEDİK’

Bu sektöre dair ve bu sektörün içinden metinlerin üretilmesine ışık tutmak istediğinizi de belirtiyorsunuz giriş yazınızda. Sizce nasıl bir açığı kapayacak ‘Editörlük Zor Zanaat’?

Bu yaklaşımımı şöyle açıklamak isterim; sektöre dair kimi çalışmalar akademik dünyada üretiliyor, bazı makaleler yazılıyor, kimi konferanslarda sunumlar yapılıyor, her biri çok kıymetli olup akademik çalışmanın ve bilimsel bir araştırmanın gerekliliklerini yerine getirse de alanın içinden ve direkt temaslarla bir söylemde tam da bulunamıyor. Buna yayın dünyası da destek olmuyor. Yayıncılıkla ilgili yapılacak pek çok ankete, çalışmaya asıl editörler ya da yayıncılar değil, stajyerler veya asistanlar gönderiliyor, bunlara zaman ayır(a)mıyor editörler. ‘Editörlük Zor Zanaat’ta biz editörlere mikrofonu uzatıp onların deneyimlerini, merak ettiklerimiz üzerinden ilk ağızdan dinledik ve yorumu okurlara bıraktık. Editörlüğe, kitap üretimine dair aslolanın büyük resmini birlikte çizdik, bu haliyle de daha önce hiç yapılmamış bir şeyi yaparak sektöre içeriden bir bakış sunduk. Editörler nelerle uğraşıyor, ne sıkıntılarla boğuşuyor, bir editör n’apıyor, nasıl para kazanıyor gibi soruları alanın kıymetli isimlerinin kendi hikâyeleriyle öğreniyoruz bu kitapta. Haliyle bu kitabın içindeki anlatılar ve diyaloglar hem sektöre ışık tutacak hem yazın üretimine dair başka bir bakış getirecek hem de Türkçenin biçimsel ve biçemsel kullanımına yönelik farklı tutumları –sektörün tam da kalbinden bir gözle– ortaya koyacak.

Kitapta yer alan editörlerin pek çok konuya yaklaşımlarında ortaklıklar olmakla birlikte, bazı ayrıntılarda farklı düşündükleri de görülüyor. Peki yazar ya da yayınevi bunlar arasından kendisine nasıl bir yol bulabilir?

Evet, bu da bu kitabın beğendiğim noktalarından biri gerçekten. Editörlerin tercihlerinin çeşitliliğini ortaya koyuyor: Bu çeşitlilik bazen yayınevinin kendi tutumundan kaynaklanabiliyor, bazen editörün deneyiminden ve bugüne kadarki başarılarından aldığı bir güçle mümkün olabiliyor ama hepsinin ötesinde bu, dilin ve dil kullanımının kendi sınırlarının ötesinde öznellik taşımasından ve yaratıcı bir emeğin ürünü olmasından kaynaklanıyor bence. Yazarların bu noktada iki seçeneği var: Ya diretecekler ve kendi kurallarını uygulamaya devam edecekler. Ya da yayınevinin kurallarını kabul edecekler. Bu sefer kendi editörlüğüme dair örneklerle ilerleyeceğim: Yakın zaman önce bir yazarla çalışmıştım ve bana fiilimsilerin hiçbirinden hoşlanmadığını söyledi. Düzeltilerimin fiilimsilerle olan kısımlarını iptal etmek zorunda kaldım mesela. Ben editör olarak yazarın tercihine bu noktada saygı duydum, onun tercihine göre ilerledik. Yine bir başka metinde mesela ben, çeviri editörü olarak, çevirmenin “bilim adamı” olarak çevirdiği kelimeyi “bilim insanı” olarak değiştirdim; çevirmen bu değişikliği kabul etmedi. Yayınevi bünyesinde biz “bilim adamı”nı kullanmıyoruz, çevirmen de “bilim insanı”nın bu metnin dönemine uygun düşmediğine dair haklı gerekçeler sunuyor. En nihayetinde biz yayıncı notu düşerek iki tarafı da memnun edecek bir çözüme ulaştık. Bu noktada, yayınevlerinin bazı politik, söylemsel, dilsel tercihlerinin de olabileceğini belirtmek gerekiyor. Yazarlar, çevirmenler ve belli bir kurumun bünyesinde çalışacak bağımsız editörler yayınevinden bu kurallara dair bir liste bekleyebilir; aynı şekilde yayınevleri de benzer şekilde bir liste hazırlayıp bunu yazar, çevirmen ve editörleriyle paylaşabilir. İlla bir orta yol bulunacaktır.

Söyleşilerin klasik sorusuydu, ben de size sorayım: Editör yazardan, çevirmenden, yayınevinden ve okurdan ne ister?

Sıra bana da mı geldi? Editör, yazardan metnine yapılan herhangi bir müdahalenin o metni daha iyi bir hale getirmek amacıyla yapıldığının ve bu metin üzerinde herhangi bir ego savaşına girmediğinin bilmesini ister. Çevirmenden ise metni göndermeden önce son kez sadece Türkçesi üzerinden bir okuma yapmasını ve yapılan düzeltmelerin ya da yorumların çeviriyi kusursuza yakın bir hale getirmek için yapıldığını anlamasını ister. Yazardan da çevirmenden de kusursuz bir metnin olmadığının ve illa ki düzeltilerin olacağının da farkında olmasını, bu müdahalelerin kişisel olmadığını idrak etmesini bekler. Yayınevinden, yaptığı işinin hakkının hem maddi anlamda verilmesini hem de editörlüğün kısa zamanda tamamlanacak bir görev olmadığını, metin üzerinde didik didik uğraştığını, gecesini gündüzüne kattığını bilmesini ister. Okurdan ise beklenti çok daha düşük: Okurdan, editörü görmesini, künyede adını okumasını ve o adın arkasında çok büyük ve uzun bir döneme yayılmış bir emekten haberdar olmasını ister.

‘KİTAP İŞİ GERÇEKTEN BİR SEVDA MESELESİ, GERÇEK OLDUĞU KADAR DELİLİK İŞİ’

Yaklaşık on yıldır yayıncılık sektöründesiniz, akademili bir editör olarak sizin mesleğinize dair sevdiğiniz ve yakındığınız neler var?

Uzun uzun sohbet etmeyi o kadar çok isterim ki aslında. Ama kısaca bahsetmek istediğim birkaç şey var: Kitap işi gerçekten bir sevda meselesi; gerçek olduğu kadar delilik işi. Ben bu sektörün heyecanını, dinamiğini, yeni çıkacak kitapları, yeni yayın programlarını, yurtdışından gelen kataloglara bakmayı, başka yayıncıların neler yayımladığını, kimlerin neler çevirdiğini, yayıncı etkinliklerini, yayıncı fuarlarını hepsini çok merak edip heyecanla ve zevkle takip ediyorum. Fakat bu mesleğin ekonomik sorunlarına, yayıncıların pek çok konuda birlik olamamasına, böylesine kültürel üretime ağırlık verilen bir alanının merkezindeyken hâlâ etik değerlerden yoksun tavırlarla hareket edenlerin varlığına pek alışamadım. Uzun süre ajans tarafında da çalıştığım için oradaki kızışmaları yakinen gördüğümden bunu söyleyebiliyorum: “Keşfedilmeyi ve basılmayı bekleyen o kadar çok yazar ve kitap varken neden bu kavga, niye bu rekabet?” diye sorasım geliyor bazen. Kocaman bir sektör ama bir yönüyle de küçücük, hani “bir avuç insanız” derler ya, biraz öyle de bir topluluğuz bana kalırsa; o yüzden ben daha dürüst, daha etik, daha barışçıl bir yayın dünyasının hayalini kuruyorum, hâlâ. Neticede dönüp dolaşıp birbirimizle çalışıyoruz da bu sektörde. Son olarak şunu da ekleyeyim, sektörün yazınsal eleştiri konusundaki yetersizliğine çok canım sıkılıyor; yoğun bir kitap üretimi var fakat bunlar ne akademik dünyada değer görüyor ne de kendi iç piyasamızda yazılıyor, çiziliyor. Akademide belli başlı yazarlar sadece tezlerde inceleniyor, belli başlı dönemler ve akımlar tekrar tekrar çalışılıyor, belli kitaplar derslerde okutuluyor; kültür sanat camiasında da öne çıkartılan, eleştirilmesi gerekirken güzellenen kitapların altında hep belli yayınevlerinin logosu oluyor. Bunlar biraz değişmeli, çeşitlenmeli ama tabii bu da ancak ekonominin ve piyasanın düzelmesiyle mümkün olabilir sanırım, o da belki.