Carry trade krizi ve resesyon korkusu

İktisatta spekülasyon riskli, arbitraj riski düşüktür. Carry trade arbitrajı o küçük riskten büyük bir belirsizlik ve kriz yaratmayı ‘başardı’. Kapitalist açgözlülüğün ‘başarısıdır’ bu olgu.

Google Haberlere Abone ol

Kapitalizmde, genel olarak aşırı üretimin yan etkisi, finansal krizlerde kendini gösterir. Bu olgunun güncel örneğini Japon merkezli olarak geçtiğimiz hafta yaşadık. 31 Temmuz’da Japon Merkez Bankası (BOJ) faiz oranını yüzde 0,1’den yüzde 0,25’e çıkarınca (ki beklenmiyordu) dananın kuyruğu koptu. Başta Japon Nikkei-225 olmak üzere dünya borsalarında 1987 Kara Pazartesi'ni aratmayan, hatta ondan daha fazla değersizleşme yaşandı. Peki neler oldu hakikaten? Mutlu mesut değildi belki dünya finansı, ama resesyon korkusunu da üzerinden attı, atacaktı hani.

Carry trade denilen faiz oranı düşük olan ülkeden borçlanıp, faiz oranı yüksek olan ülkenin parasal araçlarına yatırarak para kazanma devri sona mı eriyordu? Aslında mevzu derin; 2010 sonrası, 2008 Küresel Krizi'nin etkisiyle, merkez bankalarının bilançosunu genişleten ABD ve AB ülkeleri (yaklaşık 10 trilyon dolar) başta olmak üzere küresel kapitalist merkezler kısa vadeli sermayeden para kazanma sevdasına yeniden düştüler. 2022’den itibaren Batı merkez bankaları bilanço küçültmeye başladılar, fakat Japon Merkez Bankası düşük faizle ucuz para yaratmaya devam etti. O sıralar enflasyon sorunu olmayan, hatta biraz enflasyon yaratmak isteyen Japonların eksi faizi (2008’de yüzde -0,1) bu aşamada ucuz kaynak olarak devreye giriyor. Japon ev kadınları da (sayısı azımsanamaz) bu ucuz yen kaynağını keşfetmekte gecikmediler. Böylece Japon carry trade hacmi 2010’da 75 trilyon yenden 2024’de 275 trilyon yene yani bugünkü Dolar/Yen paritesiyle 1,7 trilyon dolara ulaştı.

Banka ve banka dışı (Japon ev kadınları gibi) aracılar bu kolay ama kur riski olan kaynaktan epeyce yararlandılar. Ta ki, geçtiğimiz temmuzun son haftasında ABD’nin işsizliği yüzde 4,3 olarak açıklandıktan sonra BOJ’un faiz artışına kadar. Japon Nikkei 225 endeksi değerinin beşte birini aynı gün yitirdi. Haniye suikastının Ortadoğu’da gerginliği artırması, yeşil dönüşüm yatırımları, Ukrayna savaşı, elektrikli araçlardaki yatırım kararları ve genel dünya resesyonu korkusuyla dünyanın en borçlu ülkesi olarak bilinen Japonya faizi yüzde 0,25’e çıkarınca; başta dolarını yene yatırarak Japon borsasında değerlendiren yatırımcılar olmak üzere, Japon bankalarından yen cinsinden borçlanıp onu da Türkiye gibi kısa vadeli sermaye için avantajlı ve yüksek faiz sunan (yüzde 50) ülkelerdeki araçlara park eden yatırımcılar dumura uğradı.

Nikkei 225 Borsası 5 Ağustos Pazartesi günü değerinin yaklaşık beşte birini kaybetti. Tüm dünyada 1 günlük borsa buharlaşması 6,4 trilyon dolara ulaştı. Bu rakam dünya milli gelirini 105 trilyon dolar olarak kabul edersek; kabaca yıllık gelirin yüzde 16’sına denk gelmektedir. Toparlanma çabasına rağmen, borsalar temmuz sonu değerine ulaşmış değil. Başta ABD olmak üzere tüm dünya hisse senedi ve tahvil borsaları da bu düşüşten nasibini aldı tabi. Türkiye borsası da bu satırların yazıldığı saatlerde özellikle banka endeksi kanalından hızlı düşüşe tanık oluyor. Çünkü çarşı karıştı bir kez, düşük faizli yen borçlanarak dünyada kısa vadeli kar arayışına giren finans sermayesi, borçlandığı yenleri yerine koymak zorunda, hem de iki buçuk katı fazla bir maliyetle. Gittiği ülkedeki yatırdığı finansal aracın para birimi kaybı da bu zarara eklenmeli kuşkusuz. Zaten pamuk ipliğiyle güvensizlik tohumu üzerinden yürüyen ilişkiler iyice belirsizliğe büründü, riskler arttı, bu nedenle de dünya ekonomisi buharlaşan finans sermayesini yerine koyamadığı için yeni bir krize yelken açıyor. Olası krizi bastırma amaçlı, “Resesyon tehlikesi yok” açıklamaları ardı ardına geliyor.

Öte yandan Covid sonrası IMF’nin yaptığı bir çalışmaya göre resesyon riski var aslında. Raporda; Ukrayna savaşı kaynaklı enerji krizi, gıda fiyatları, tedarik zincirlerindeki sorunlar ve artan bütçe açıkları sonucunda gerçekleşen enflasyonun; 2022 sonrası merkez bankalarını sıkı para politikalarına (O dönem Japonya, Türkiye ve Arjantin hariç) yönlendirdiği ve düşen büyüme oranlarının resesyonu zorladığı anlatılıyordu. Benzer resesyonist  uyarıyı Dünya Bankası Başkanı da yaptı.

İşte carry trade bu ortamda dünya finans ve borsalarına ‘nefes aldıran’ bir uygulama olarak yeniden bel bağlanan bir uygulama olmuştu. Sıkı para politikaları halen devam ettiğine göre (2023 sonundan itibaren gecikmeli olarak Türkiye’de sıkı para politikasında); resesyon için çıktı açığını (büyümenin potansiyel büyümenin altına düştüğü yer) nereye götüreceği belirsiz. Bu belirsizlik aynı zamanda carry trade gibi kısa vadeli ürkek sermaye yatırımlarını öne çıkarıyordu. Bu durum 31 Temmuz'daki Japon faiz artışına kadar devam etti, ancak artık sürdürülemez boyutlardadır. 5 Ağustos'ta borsa balonlarını patlatan gelişmelerden bunu anlamak mümkün.

Neoliberal finansla küreselleşme döneminde finans öncü gösterge kimliğine büründü. Bu son Japon kaynaklı ama tümüyle 2008 Küresel Krizi'nin artçı sarsıntısı niteliğindeki büyük finansal türbülans, üretim kesimindeki yatırım kararlarının sonucu aslında. Zaten Nasdaq teknoloji endeksindeki büyük düşüşler de bize sermayeler arası yatırım rekabetindeki “boğaz kesen” mevzuyu gündeme getiriyor. Bu son kriz öncesi petrol, silah, gıda ve enerji gibi eski sanayilere yatırılan paranın düşme olasılığı; yapay zeka, nöro teknolojiler, yeşil dönüşüm, bankacılık (genelde finans) ve bilişim teknolojilerinde yeni hayali sermaye arayışlarına neden oluyordu. Sermaye kendi güvenliğini her şeyin üstünde tutar. Hamas Siyasi Büro Şefi Haniye suikasti bu güvenlik kaygısını tekrar gündeme getirdi. Örneğin Apple hisselerinde 100 milyar dolara yakın değer kaybı, yeniden silah sanayinin yatırım hevesini artıracaktır. Kaldı ki yeni teknolojiyi yönlendiren sermaye sahiplerinin Trump gibi otorite yanlısı liderleri destekleme kararı aldığını öğrendik. Dolayısıyla bir yandan sermayeler arası keskin rekabetin ortasındayız, diğer yandan yazının başında belirttiğimiz gibi “aşırı üretim”in getirdiği ilişkilerin finansta kısa vadeli kârların sınırlarını da belirlemeye başladığını görebiliyoruz.

Neden aşırı üretim carry trade’i hem besledi hem de tehlikeye attı? Bu sorunun yanıtı dünya kapitalizminin belirli sürelerde yaşadığı koşullara uyum sağlamak için kriz yaratma kapasitesindedir. 2008 Küresel Krizi sonrası artan eşitsizlik, yeni teknolojilerle verimliliği artırma çabası ve göçler Covid 19 sonrası yeni bir varyanta gelindi. IMF ve Dünya Bankası’nın resesyon uyarısı aslında bu koşullara vurgudur. Kapitalizmde krizler asla bir çöküş değil, yeni yatırım kararları için “fırsat” olarak görülür. Bu “fırsat”ların bir kısmı boş bir çabadan ibarettir. Tıpkı carry trade gibi son derece teknoloji kapasitesi yüksek (Japonya) bir ülke parası üzerinden yapılan arbitraj çabaları gibi. İktisatta spekülasyon riskli, arbitraj riski düşük diye anlatırız. Bu sefer carry trade arbitrajı o küçük riskten büyük bir belirsizlik ve kriz yaratmayı ‘başardı’. Kapitalist açgözlülüğün ‘başarısıdır’ bu olgu.

*Prof.Dr., Marmara Üniversitesi, İktisat Fakültesi, İktisadi Gelişme ve Uluslararası İktisat Anabilim Dalı Öğretim Üyesi