Çayırhan Maden Direnişi: Bir kentsel politika mevzisi
Metropoliten alanı, hinterlandını içerecek şekilde genişleterek uyguladığımızda, Çayırhan’daki madeni “Ankara’nın yeraltı” olarak kavramamız mümkün hale gelir. Böyle bir kavrayış, bir yandan kenti, şimdiye kadar görünmez olan yeraltıyla birlikte düşünmemize imkân verir. Bir yandan da, “yeraltında” -yani uzakta ve görünmez biçimde- sürüyormuş gibi görünen direnişin yanı başımızda olduğunu, bizimle ve kentteki varoluşumuzla ilişkisi bulunduğunu hissetmemize.
Hazine ve Maliye Bakanlığı Özelleştirme İdaresi Başkanlığı geçtiğimiz Eylül ayında Çayırhan Termik Santrali ile Çayırhan Linyit İşletmesi tarafından kullanılan taşınırların ve taşınmazların özelleştirileceğini duyurdu. Özelleştirme kararına karşı işçilerin ve sendikaların girişimleri sonuç vermeyince 20 Kasım’da yaklaşık 500 maden işçisi sabah vardiyasında yer altına indi, kendilerini madene kapatarak direnişe başladı. Halen hem yeraltında hem yer üstünde devam eden eylem, giderek daha fazla dikkat çekmeye ve siyasi gruplardan ve emek örgütlerinden daha fazla destek görmeye başladı. Bu desteklerden biri de Ankara Büyükşehir Belediyesinden geldi. Başkan Mansur Yavaş eylemin ikinci gününde işçileri ziyaret ederek direnişe destek verdi, sadece Büyükşehir değil Nallıhan ve Beypazarı Belediyelerinin de desteğini vadetti; sonraki günlerde de bu destek soba ve yakacak yardımı ile somut biçimde sürdü. Direniş zorlu hava koşullarına rağmen devam ediyor; bu yazıda büyükşehir belediyesinin hızlı refleksi üzerinden Çayırhan Direnişini kentleşme ve kentsel siyaset açısından ele almak istiyorum.
Çayırhan Termik Santrali, hemen yanı başında yerleştiği ve Sakarya nehri üzerinde yer alan Sarıyar Barajı ile birlikte Ankara ilinin başlıca enerji tesisleri arasında ve her ikisi de Nallıhan ilçesi içinde yer alıyor. Haritaya bakıldığında Ankara ili -ki Türkiye’nin yüzölçümü açısından en büyük üçüncüsüdür- batı ve güneydoğu yönlerindeki iki köşesi daha uzun olan bir beşgen formundadır. İşte bu batıya uzanan köşe, yukarıda andığım iki enerji tesisini de barındıran Nallıhan ilçesi. Ankara merkezine oldukça uzak olmasına karşın Nallıhan eskiden beri idari olarak Ankara’ya (cumhuriyet öncesinde Ankara Sancağına) bağlı olan bir yerleşim. Termik santralin bulunduğu nokta Nallıhan’a 30, Beypazarı’na 20 km mesafede. Ankara kent merkezine ise yaklaşık 100 km; yani oldukça uzak.
Bir yerleşim olarak her kent aslında bir hinterlandın kaynaklarını tüketerek var olur; daha doğrusu belli bir bölgeyi hinterlandı haline getirerek. Kentlerin büyüyerek ve birbirlerine eklemlenerek kurdukları ağlar 20. yüzyıl boyunca genişledikçe kentlerin hinterlandı haline gelen coğrafyaları da genişletti. Bu nicel genleşme bir noktadan sonra kaçınılmaz olarak niteliksel bir sıçramaya tekabül eden eşiği geçti; “gezegensel kentleşme” kavramıyla tarif edilen bu durum, bugün tüm gezegenin, kentlerin ve kentleşmenin durmaksızın işgal edip sömürdüğü bir hinterlanda -hızla çöküşe giden bir hinterlanda- dönüştüğüne işaret ediyor.
Bu küresel dinamiğe ek olarak, daha önce AKP’nin kentsel devrimi olarak tanımladığım ikinci bir dinamik daha söz konusu. AKP döneminde gerek kırsal sürdürülebilirliği imha eden politikalar gerekse kentsel alanların idari olarak genişletilmesi, Türkiye’deki metropoliten alanları kırsal hinterlandlarını da içerecek şekilde büyüttü (özellikle kamuoyunda “Bütünşehir Yasası” olarak bilinen 2012 tarihli, 6360 Sayılı Kanun ile). Köyler büyükşehirlere bağlı ilçelerin mahalleleri haline geldi (Bu mahallelerin bazıları 2020 yılında yeni bir düzenlemeyle “kırsal mahalle” olarak tanımlandıysa da bu durum konumuzun dışında). Özellikle Ankara gibi yüzölçümü büyük illerde bu durum kentsel siyasete kayda değer bir etki yaptı; genel olarak muhafazakâr eğilimli olan hinterland, kozmopolitan karakterdeki merkezler üzerinde AKP lehine avantaj sağladı; ta ki 2024 yerel seçimlerine kadar.
Yerel seçimlerin hemen ertesinde tartıştığım gibi, 2024 seçimlerinin sonuçları, metropoliten siyasette bir eşiği, daha önce siyaseten kemikleşmiş gibi görünen büyükşehir (ya da “bütünşehir”) hinterlandının, gerçekten de metropolün bir parçası olmaya başladığını işaretliyor; siyasal tahayyüller, talepler ve beklentiler açısından metropolün merkeziyle arasındaki farkın azaldığını gösteriyor. Örneğin Nallıhan’a ve komşusu Beypazarı’na baktığımızda her iki ilçenin de büyükşehir belediyelerinin kurulduğu 1984’ten beri tutarlı bir şekilde sağ partilere oy verdiği görülüyor. Beypazarı’nda üç dönem ANAP, sonrasında üç dönem MHP (ikisinde Mansur Yavaş) ve iki dönem AKP yönetimdeydi. Benzer şekilde Nallıhan’da da bir dönem ANAP yönetiminin ardından iki dönem DYP, sonrasında da üç dönem MHP ve iki dönem AKP iktidardaydı. Her iki ilçede de 2024 seçimlerinde -benzer birçok bütünşehir hinterland ilçesinde tekrar edecek şekilde, CHP, belediyelerin yönetimini kazandı.
Yani artık Türkiye metropollerini sadece yoğunlaşan merkezleri ile değil, farklı büyüklükteki hinterlandlarıyla organik ilişki içinde kavramamız gerekiyor. İşte Çayırhan Direnişi de bu anlamda kentsel siyasetin (de) bir bileşeni. Siyasetçilerin ve özellikle de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanının direnişe hızla tepki vermeleri ve destek ziyaretinde bulunmaları, Nallıhan’ın Ankara’ya yirmi sene önce olduğundan çok daha yakın olduğunun göstergesi. Nitekim bazı haberlerde direnişin mevkii doğrudan Ankara olarak duyuruldu. Peki bu durum bize başka ne söylüyor? Ankara kent merkezinden kuş uçuşu 100 km (karayoluyla daha da fazla -127 km) uzaklıktaki bir madeni Ankara’daki bir maden olarak düşünmek kente, kentleşmeye ve metropoliten siyasete dair düşünmemize ne katabilir?
Ulus Baker, 1996 tarihli bir söyleşide kendisine yöneltilen “kent hangi noktada metropolis olur” sorusuna şöyle cevap veriyor:
“Bence basitçe terimin kendisi bize onu anlatıyor, metro. Metro, yani yeraltı... Hiç görmediğim bir yeryüzünün var olduğu. Yani metroyu varsayar metropolis, metronun varlığını. Underground'u varsayar, reel olarak bulunması gerekmez [taşıt olarak metronun]… Yer altına giriyorsun, evine varıyorsun; yer altına giriyorsun, çarşıdan çıkıyorsun tekrar. Metropolis, ciddi ciddi metroyu varsayıyor. Kent ise, yeryüzünde dolaşabildiğin yerdir.”
Baker’in burada kastettiği, kentsel gündelik yaşantının, mekânsal bir deneyim olarak kesintili bir yapıya bürünmüş olmasıdır. Kabaca söylersek 19. yüzyılın kenti tüm kaosuna rağmen kentli (çoğunlukla yaya) için bir süreklilik arz eder, 20. yüzyılın metropolü ise ev, okul, işyeri gibi istasyonlarda yaşanır, kesintili ve süreksizdir.
Baker’den yaklaşık otuz yıl sonra 21. yüzyılın metropolisini ise bir ekolojik yapı olarak (da) düşünmemiz gerekiyor. Son yıllarda kenti ve doğayı birbirinden ayrı (birbirine zıt) olgular gibi düşünmek yerine birbirleriyle etkileşim ve süreklilik içinde bulunan bütüncül bir sistemin parçaları olarak ele alan bir “kentsel siyasal ekoloji” literatürü gelişmekte. Bu düşünme biçimini, yukarıda vurguladığım gibi, metropoliten alanı, hinterlandını içerecek şekilde genişleterek uyguladığımızda, Çayırhan’daki madeni “Ankara’nın yeraltı” olarak kavramamız mümkün hale gelir. Böyle bir kavrayış, bir yandan kenti, şimdiye kadar bağımlılık ilişkisi içinde olduğu fakat (“kent” değil “hinterland” olduğu için) görünmez olan yeraltıyla birlikte düşünmemize imkân verir. Bir yandan da, “yeraltında” -yani uzakta ve görünmez biçimde- sürüyormuş gibi görünen direnişin yanı başımızda olduğunu, bizimle ve kentteki varoluşumuzla ilişkisi bulunduğunu hissetmemize.