Ceng Sağnıç: 'Trump yönetimi Kürtler için riskler kadar fırsatlarla da geliyor'
Orta Doğu uzmanı Ceng Sağnıç ile Suriye, Kürt meselesi ve 20 Ocak sonrası ABD ile Kürt Bölgesel Yönetimi arasındaki ilişkilere dair öngörüleri değerlendirdik.
Ceng Sağnıç Türkiye'deki Kürt siyaseti kadar, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, İsrail ve ABD cenahlarını da tanıyan bir siyaset bilimci. Hewler Kürdistan Üniversitesi Siyaset Bilim ve Uluslararası İlişkiler mezunu. Yüksek lisansını Telaviv Üniversitesi'nde yaptı. Washington DC'de ikamet ediyor. Siyasal analist. Türkiye'deki Kürt siyaseti kadar, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, İsrail ve ABD cenahlarını da tanıyan bir siyaset bilimci. Kendisiyle Ortadoğu'daki son gelişmeler, Suriye meselesi ve Kürt meselesi üzerine söyleştik.
Değerli Ceng Sağnıç. Suriye'yle ilgili orijinal fikirlerin var. En önemlisi ve orijinali şu: Diyorsun ki, Suriye’de ihtilal falan olmadı sadece Esad yerine Jolani geldi. Yani bir devlet yenilenmesi değil bir başkanlık değişimi oldu. Doğru mu anlamışım? Bunu biraz açabilir miyiz?
Bir bakıma evet. Neredeyse kimsenin öldürülmediği, esir alınmadığı, devlet başkanı ve çevresindeki birkaç düzine kişi dışında pek kimsenin ülkeden kaçmadığı, bürokrasi kadrolarının mesailerine devam ettikleri bir yönetim değişimi oldu. Bu durum Baas partisi rejiminin çökmediğini göstermiyor elbette fakat devlet kurumları yerine devletin tepesindeki oligarşik yapının ayakta kalmasını sağlayan dış desteğin tükendiğine işaret ediyor. 2003 sonrası Irak'ta yaşanan Baassızlaştırma (debaathification) gibi bir süreci bu nedenle Suriye'de görmeyeceğiz. Yeni bir başkan, yeni bir hükumet ve belki de bir anayasa değişimi yaşanacak ama orta seviye yönetim kadrosu çoğunlukla yerinde kalacak.
Eski zamanlardan tanışıyoruz ve atışıyoruz. Ama daha 2010 yılında Kürt halkı açısından PKK’nin yaptığı ve yapabileceği en anlamlı şeyin Rojava’da bir devletleşme deneyimi olduğu mealinde bir şey söylemiştin. Şimdi bu devletimsi yapı Türkiye artı SMO ve HTŞ tehlikesi altında. Ne olabilir?
PKK’nin hem kendi yapısal geleceği hem de Kürt toplumu açısından hayata geçirdiği en anlamlı gelişme hiç kuşkusuz Rojava’daki yönetim ve meşruiyet deneyimidir. Geçmişte bu fikirde olduğum için özyönetim çabaları henüz başlamak üzereyken Rojava’ya giden ilk kişilerden biri oldum ve yıllar geçse de halen bu fikirdeyim. Rojava deneyimi Kürtlerin devletin ve devlet entelijansiyasının tanımladığı “yasadışılık” ve “marjinallik” kategorilerinin dışında başka bir siyaset evreninin olduğunu görmelerini sağladı. Başka bir deyişle, Kürtler devletin Kürt siyasi hayatiyetinin kısıtlı ve marjinal olduğu ile ilgili tezlerini benimsemeye çok yaklaşmışken Rojava sayesinde global toplumlar masasında saygı gören, yasal, meşru ve pragmatik yönetim ve siyaset erkleri oluşturabileceklerini gördüler. Bunun ne denli büyük bir dönüm noktası olduğunu ve bazı toplumsal mücadelelerin bu deneyime ulaşmayı henüz akıllarından dahi geçiremeden tarih sahnesinden silinmek zorunda kaldıklarını ne kadar vurgulasam az kalır.
Rojava aynı zamanda onurlu marjinalliği ve yasadışılığı örgütsel varlığının baş ögeleri arasında kabul etmeye başlamış olan PKK ekosistemini daha açık fikirli, daha küresel, daha diplomatik, daha akılcı ve en azından dışarıya karşı daha toleranslı bir hâle getirdi. Bölgede kalıcı barış ve istikrar arayışında olan herkesin bu deneyiminin bu dönüştürücü yönünü görmesi gerekir. Bölgeyi iyi tanıyan Batılı bir gözlemci arkadaşımın hep tekrar ettiğim bir konuşmasında dediği gibi “eğer PKK bir şiddet örgütüyse ve değişecekse bu değişim Suriye’de yaşanacaktır.”
Rojava’nın geleceği ile ilgili yaşamsal bir riskin var olduğunu düşünmüyorum. Tüm eksiklerine rağmen Rojava deneyimi uygar dünyanın arkasında durmaya devam edeceği bir yapı olarak kalacaktır. Türkiye’nin Rojava ile ilgili tehditlerini en yüksek sesle dile getirdiği bir dönemde Abdullah Öcalan ve DEM Parti ile inanılmaz bir hızda müzakerelere başlamış olması Ankara’nın bu durumu herkes kadar iyi okuduğuna işaret. Bu bakımdan Ankara’nın SDG ile çatışmaları kızıştırarak SMO’ya Şam’daki yeni yönetimde daha sağlam bir pozisyon yaratmaya çalıştığını ve SMO’nun Fırat’ın doğusunda ABD’ye rağmen ve HTŞ olmadan ciddi kazanımlar elde edemeyeceğini bildiğini düşünüyorum.
Kısacası, Ankara yönetimi Kuzey Suriye’de Kürtlere karşı kazanılacak kolay zaferlerle Türkiye’nin sponsorluğunu yaptığı örgütlerin Şam’daki yeni yönetimde daha etkin bir konum elde edeceğini hesaplıyor. Bu doğru bile olsa ABD ile SDG ittifakı devam ettiği sürece riskin Rojava’ya yaşamsal bir tehdit oluşturacak düzeye erişebileceğini sanmıyorum.
Türkiye’nin Suriye’deki vekil gücü HTŞ değil SMO’dur. HTŞ'nin üzerinde bugüne değin yüksek yoğunluklu bir Türkiye etkisinin olması örgütün İdlib’i kontrol ettiği yıllarda ekonomik ve lojistik olarak tek açılabildiği ülkenin Hatay üzerinden Türkiye olmasından kaynaklıydı. Bu durum artık değişti. HTŞ tüm Akdeniz sahil şeridini, Lübnan, Ürdün ve Irak sınırlarını kontrol etmesinin yanında tüm bu devletlerle istikrarlı ilişkiler kurmak için çabalıyor. Bu çabanın arkasında iki ana sebep var: Birincisi Türkiye ve Katar boyunduruğundan kurtulmak çünkü bu iki devletin Şam’daki yeni yönetime ihtiyacı olan küresel meşruiyeti sağlamakta yetersiz olacağını düşünüyorlar. İkincisi Suriye’de devlet ve kolluk kurumlarının yeniden inşası ve yönetimi için sürdürülebilir ve çeşitlendirilmiş ekonomik dış kaynaklara ulaşmak. Esad rejimi küresel yaptırımlardan ötürü bu kaynaklara ulaşamadığı için yıkıldı. Yeni yönetim Batı ve Körfez ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini herhangi bir yaptırıma maruz kalmadan devam ettirebilmesi durumunda istikrarlı kalabilecek. Bunun için de Türkiye ve Katar’dan çok daha fazlasına ihtiyaçları var. Colani’nin eşsiz bir hızla kravat takmaya başlamasını ve ülkede henüz silahlar dahi susmamışken Ürdün ve BAE’ye diplomatik heyetler göndermesini bu zorunlu stratejinin izdüşümleri olarak okumak mümkün.
Adı HTŞ olsun ya da olmasın, Şam’daki yönetim Batı ve Körfez ile istikrarlı ve barışçıl ilişkiler aradığı sürece Kürtler ve SDG ile olan ilişkilerinde temkinli olacaktır. Bu sebeple ben şimdilik bir HTŞ-SDG savaşı riski görmüyorum, SMO’nun ise HTŞ olmadan SDG’ye yaşamsal bir darbe vurabileceğini sanmıyorum.
Bir röportajda, ABD Irak-Suriye sınırını tutuyor bu nedenle SDG’ye ihtiyacı var ve tabii yakın tarihin bütün stratejik hareketleri bununla ve Suriye’nin petrol kuyularıyla ilgili mealinde yorumlar yapmıştın. ABD kuyuları rahatlıkla feda edebilir, sınır da elinden gidebilir; ama Kürtlerle yani SDG’yle olan aktinin bu kadar pragmatik ve kısa erimli olmama ihtimali var mıdır? Genellikle emperyalist hesaplar, komplolar vb. olarak alınır ve doğrudur da; ama bunu ilk defa Amerika’nın kuruluş değerleri, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve siyasal/ekonomik özgürlük prensipleri açısından ele almak nasıl bir yoruma yol açabilir?
ABD’nin IŞİD sonrası Ortadoğu doktrininde Suriye-Irak sınırı stratejik bir öneme sahip. Bunun sebebi bölgedeki az sayıdaki petrol kuyuları değil, Sykes-Picot sınır hattının işlevsizliği. Suriye-Irak sınırının iki tarafı aynı lehçeyi konuşan ve çoğunlukla birbirleriyle akraba olan Sünni Arap topluluklardan oluşuyor. Yüzlerce kilometrelik bir çölden geçen bu sınır hattı kontrolü neredeyse imkansız denecek kadar geçirgen. Bu yüzden Irak El-Kaidesi (eski ismiyle Irak İslam Devleti) ve IŞİD bu bölgedeki otorite boşluğundan yararlanarak ve sınırın her iki yakasını etkin biçimde kullanarak ortaya çıktılar. Aynı sınır hattı İran-Lübnan ve İran-İsrail arasındaki kara köprüsünün de geçiş noktası. Yani İran’ın Akdeniz’e, dolayısıyla da İsrail ve Mısır’a uzanabilmesini sağlayan yegane kara bağlantısı bu hat. Bu Sünni ve Şii tehditler ABD’ye trilyonlarca dolar savaş maliyeti çıkaran stratejik sorunlar. Nitekim, IŞİD’e karşı kurulmuş koalisyonu ve Ekim 2023’ten bu yana devam eden İsrail-İran savaşını büyük ölçüde ABD finanse ediyor, bu da milyarlarca dolar ve Washington’daki siyasi platformlarda muhalefetin kullanacağı yeni siyasi kartlar demek. Bu nedenle Başkan Trump 2019’da Suriye’den geri çekilme kararını revize etmeden önce dahi ABD askerlerinin Suriye-Irak sınırındaki Deyrezzor ve El-Tenf’te kalmaya devam edeceklerini peşinen duyurmuştu.
Suriye Kürtleri tam bu stratejik hattın üzerindeler ve gerektiğinde bu hattın çok daha ilerisine erişebilecek operasyonel kabiliyetleri olduğunu müttefiklerine ispatlamış durumdalar. Rojava yönetiminin bu stratejik önemi yeterince iyi okuyabildiğini ya da doğru kullanabildiğini düşünmüyorum. Fakat bu stratejik denklem Kürtler tarafından doğru kullanılsa da kullanılmasa da işlevsel bir unsur olarak kalmaya; ABD, Kürtler, İsrail ve Körfez ülkeleri arasında köprülerden biri olmaya devam edecektir.
Aynı soruyu İsrail açısından da sormak doğru olur. İsrail devleti, sosyalist bir devlet olarak kuruldu. Kibutz sistemi bildiğimiz Komün ya da Kolhoz’dur aslında. Ama zaman içinde her şeyin yoldan çıktığını gözledik. Ayrıntıya girmemeyi tercih ediyorum. Özetle, İsrail-Türkiye-Kürt halkı (Kürdistan demiyorum çünkü belli bir coğrafya anlaşılacak halbuki Kürt halkı daha geniş bir alanda var) üçgeninde neler oluyor ve olacak?
İsrail ve Kürtler arasında zorunluluklardan ortaya çıkmış ama karşılıklı özveri ve toleransa dayanan bir stratejik ilişkiler dönemine giriyoruz. Bu yeni ilişkilerin ortaya çıkışı Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gerilemeyle de ilgili ama daha çok İran’ın Suriye’de yenilmiş olmasının bir sonucu. Biraz önce de söylediğim gibi, masanın diğer tarafında artık Rojava deneyiminden fevkalade dersler çıkarmış, diplomatik düşünebilmeyi başarmış ve yüzünü daha fazla Batı’ya dönmüş bir Kürt hareketi var. İsrail, İran’ı Suriye’de yendikten sonra ülkenin geleceğinde söz sahibi olmak istiyor. Bunu öncelikle yakın tarihin gördüğü en kapsamlı hava operasyonuyla Suriye’deki gelişmiş tüm silahları yok ederek yaptı. Bir sonraki adım olarak da Kürtlerin yeni yönetimde söz sahibi ve güçlü olması için destek vererek yapıyor. Kürt tarafı ise oldukça temkinli, objektif ve diplomatik bir biçimde bu teklifi değerlendiriyor. Sanırım Ortadoğu tarihinde bundan daha uygar bir işbirliği görülmemiştir.
Tabii İsrail’in Kürtler için yapabilecekleri sınırlı olsa da, İsrail yönetim aklı ve bürokrasi biçimi açısından Kürtlerin Batılı devletlerden çok daha kolay iletişim kurabileceği ve bu sayede Batı’ya açılan yeni bir diplomatik veya ekonomik kapı olarak kullanabilecekleri bir ülke. Bunu uzun yıllar İsrail’de yaşamış ve her kademeyi yakından tanımış biri olarak müthiş bir rahatlıkla söylüyorum. İsrail, çok az sayıda müttefiki olduğu için müttefiklerine karşı olağanüstü toleranslı olan ve ABD ya da Fransa gibi çok karmaşık diplomatik bürokrasileri olmayan mütevazı ama etkili bir ülke. Kaderin bir cilvesi olsa gerek ki Kürt hareketi de Ortadoğu’da yakın tarihin gördüğü en adaptif ve yüzü Batı’ya dönük aktörü. Bu yüzden aralarındaki iletişim çok hızlı ilerliyor.
Fakat İsrail Kürtler için Suriye’de ancak uzun vadeli bir çözüm. Kısa vadede ABD ve Türkiye ile ilişkilerin önemi henüz çok daha büyük. Bu yüzden SDG’nin İsrail de dahil olmak üzere geliştirdiği tüm diplomatik ilişkileri bu iki ülkeyle olan ilişkilerinin sağlamlaştırılması ya da düzeltilmesi üzerine yoğunlaştırması gerekli. Biraz klişe duyulabilir ama Kürt-Türk ilişkileri düzenlenmeden Rojava’da sürdürülebilir bir sivil yönetimi güven içinde oluşturmak mümkün değil. İsrail’in ABD ve küresel ekonomik çevrelerle bağlantılı sivil ve devlet aktörleriyle olan yakın ilişkisi disiplinli bir strateji çerçevesinde kullanılırsa Rojava’ya da genel olarak Türkiye Kürtlerine de daha önce akla getirilmesi bile hayal sayılacak olanaklar yaratabilir.
Klasik bir soruyu da sormadan olmaz: Trump yönetimi Kürt halkının geleceği açısından neler planlıyor?
Trump yönetimi Kürtler için riskler oluşturduğu kadar fırsatlarla da geliyor. Bu fırsatların başında İran’ın bölgedeki gerilemesinden ötürü oluşan doğal boşlukların bir kısmını ABD ve Körfez müttefiki olan Kürtlerin doldurmasına açık kapı bırakması geliyor. Normal bir seçim sürecinde ve sonrasında seçilen yeni başkanın kolay kolay Kürtler ile ilgili konularda yorum yapması beklenmezken, Trump’ın seçim kampanyasında da seçimi kazandıktan sonra da birkaç defa Kürtlerden bahsetmiş olması konunun başkanın ekibinin gündeminde olduğuna işaret. Ayrıca artık tüm üyeleri duyurulmuş olan Trump kabinesinde Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’ndan Dışişleri Bakanlığı’na kadar Kürt dostu olduklarını açıktan ifade eden kişilerin atanması kayda değer bir değişim. Ne daha önceki Trump başkanlığında ne de başka bir dönemde böyle bir şey yaşanmadı. Hatta yeni kabine neredeyse tamamiyle İsrail ve Kürt desteği ile tanınan kişilerden oluşmasıyla da bir ilk. Bu Kürtler için çok ciddi bir avantaj.
Trump yönetimindeki ABD’nin içeride ve dışarıda en büyük kozu belirsizlikler üzerinden caydırıcılık oluşturmak olacak. Bu yüzden belirsizlikler silsilesinin Kürtleri ne kadar etkileyeceğini şimdiden kestirmek zor. Ama bir önceki Trump yönetimine kıyasla Kürtlerin bu dönemde eli hem Suriye’de hem Irak’ta çok daha güçlü. Trump siyasi kariyeri boyunca en büyük küresel tepkiyi 2019’da Rojava’dan çekilme kararını alarak yaşadı. Son kez başkanlık yapacağı gelecek dört yıla bu tür bir skandalı tekrar yaşayarak başlamak istemeyecektir. Ayrıca Suriye ve Irak’ta İran’ın güçsüzleşmesi, Türkiye’nin ise ABD ve İsrail açısından güvenilmez olarak tanımlanması bölgede Kürtlerin rolünü güçlendiren unsurlar. Yine de unutulmamalı ki ABD manevra yapması çok zor olan devasa bir gemi. O yüzden sabırla ve yoğun diplomasiyle çalışmaya devam etmek, çalışmaların meyvelerinin ise biraz gecikmesine tahammül göstermek gerekiyor.
Son olarak, Bahçeli’nin barış süreciyle bu bölgesel ve küresel gelişmeler sence ne ölçüde bağlantılı?
Türkiye’deki yeni devlet-PKK-Öcalan müzakereleri İran ve vekil güçlerinin İsrail’e karşı savaşta yenileceklerine kesin gözüyle bakıldığı bir anda ortada hiçbir iç siyaset etkeni yokken başladı. Hiç kuşkusuz Türkiye devleti Suriye’de yeni bir döneme girileceğini ve Rusya’nın bunu engelleyecek gücü kalmadığını öğrenmişti. Bu yüzden PKK’ye çağrı yapması durumunda hiç kimsenin karşı çıkarak süreci geciktiremeyeceği birinin yani Bahçeli’nin bu süreci başlatmasını istediler. Devletin en önemli aygıtlarından MHP’nin kendi içinde anlaşmazlıklar yaşaması ihtimalini dahi göze alarak bu çağrıyı ve sonrasındaki tüm çağrıları Bahçeli’ye yaptırmış olmaları müzakere sürecinde aslında ne kadar aceleci ve telaşlı olduklarını gösteriyor. Öte yandan TUSAŞ saldırısını sümenaltı ederek gündemden düşürmüş olmaları da müzakerelerin “hemen ve şimdi” yapılmasının ne denli önemli görüldüğüne işaret. Bu yüzden yeni müzakere sürecinin Suriye ve bölgesel durumla ilintili olduğunu, hatta birbirini tetikleyen olaylar zinciri göz önüne alındığında 7 Ekim 2023’ün bir sonucu olduğunu söylemek dahi mümkün.
Altını çizmek isterim ki Rojava’daki özerk yönetim bir önceki barış sürecindeki karşılıklı yumuşama ve anlayışın sonucunda ortaya çıktı. Öcalan’ın devlet ve PKK arasında uzlaştırıcı bir strateji izlemesi doğal bir sonuç olarak Rojava’daki kaynakların diğer tehditlere yöneltilmesine, böylece özerk bir yönetim yapısının kurulmasına olanak sağladı. Yeni barış süreci Kürt-Türk ilişkilerini kısa vadede de olsa istikrara kavuşturarak Kürtlerin Suriye’deki bu riskli dönemeçten de en çok kazanım ile geçebilmelerini sağlayabilir.