Çevrimdışı kalmak için bir hayat önerisi: Robotlar Tanrısı
Barış Atalay'ın bilim kurgu romanı 'Robotlar Tanrısı', A7 Kitap tarafından yayımlandı.
Naz Taylan
Yapay zeka ile ilgili gelişmeleri tedirginlikle izleyenlerden misiniz? İnsan eliyle, onun "sınırlı bilgisi"yle ortaya çıkan yapay zekaların -yapay zeka sistemlerinin- gündelik hayatımıza olumlu ve olumsuz getirilerini büyük başlıklarla tartıştığımız bir zamandayız. Tüm teknolojik ürünlerin hayatımızı kolaylaştırdığı yanılgısı bir yandan, makinelerin bu kolaylaştırılmış hayatları nasıl ele geçirecekleri ve bunun sonucunda bildiğimiz hayatların nasıl dönüşüme uğrayacağı soruları peş peşe çoğalırken, konuya ilgisi olmayanlar dahi kavramı ve kapsamını bilmeseler bile distopik bir geleceğe doğru yol alışımızı az çok seziyor olmalılar. Geçmiş zamanları bir arkeolojik bilgi çiti içerisinde düşünüp, bugünün dünyasının, bireyin tekil iktidarı açısından en iyisi olduğunu düşünenlerin sayısının da az olmadığını hesaba katarsak çoktan ele geçirilmiş olduğumuz zannına kapılmamız da mümkün. Son birkaç yıl içinde insan türü olarak deneyimlediğimiz birçok felaketin kaynağının yine insan türünün o malum marifetleri olduğunu da biliyoruz. Ama hangi insan/lar? Küresel ikilim krizi, doğal afetler, savaşlar, göç, pandemi ve bütün bunlardan ne pahasına olursa olsun kendi istikbalinden ödün vermeden, varlığını sürdürmeye devam eden "şirket"!
"Şirket" kelimesi hepimizin kafasında farklı imajlar taşısa da; adil, eşitlikçi, ayrımcı olmayan, sınıf meselesini çözmeye yönelik bir kudret taşıdığı iddia edilemez bir şey olarak ortak bir fikir verecektir. Küresel kapitalizmin ana özneleri, ulus devletlerin mikro sistemlerini bile kendine bağlayan büyük bir ağa sahip ve bu ağ bildiğimiz bilmediğimiz bütün örüntülerle hayatımızı anbean sarmış durumda. İnkâr yok, birçoğumuz bu görünmez düşmanın varlığından bihaber o debdebeli hayatlarımızın akışına kendini kaptırmış halde günü kurtarma telaşında. Şirket ve devlet aynı şey değil desek de çoğu durumda birbirinin içine geçmiş haldeler… Hiç değilse bunu farkında olsak… Nasıl?
Siyaset felsefesinin ana sorusu "ideal bir düzen mümkün müdür?" sorusudur. Bu sorunun kök tartışmalarından biri "devlet"in varlığı; onun doğal mı yapay mı olduğu kadar insan için en iyi, en erdemli, adaletli bir yönetimin mümkünü üzerinedir. Buradan da hayali kurulan tasarlanan o yok ülkelere, yani ütopyalara varırız. Ancak filozoflar batıdan doğuya bu idealize edilmiş ülkeyi kurgulayadursun, edebiyatçılar distopyaların kapısına bırakır bizi. Olmuş olanın verilerinden olması muhtemel olan o kötücüllüğün içinde zihnimizi allak bullak edecek dünyalardır bunlar. More’un beş yüz yıl öncesinde kaleme aldığı 'Ütopya'sından bu yana bu kavram kendi özdeşliği ile birçok şeye eklemlense de milenyumla birlikte bizi girdabına alan daha çok distopyalar oldu. Yani karaütopya ya da korku ütopyaları olarak da anılanlar. Orwell’in '1984'ünün, Huxley’in 'Cesur Yeni Dünyası’nın dünyanın birçok ülkesindeki okuru hâlâ bu kadar cezbediyor olması tesadüf olmasa gerek. Yaşanılan büyük felaketlerin izdüşümü olan eserler ne kadar birer klasiğe dönüşüp çağlar aşarak insani olan duygu durumlarını ve ne olursa olsun hayatta kalabilme savunmalarını kuşaktan kuşağa aktarsa da yeni olasılıklar dünyanın ve bizim peşimizi elbette bırakmayacak.
Böyle bir durumda sıradan hayatlarını yaşamaya tutkuyla bağlı insanların arasından da yine eli kalem tutan, gerçek ile kurgu arasındaki sınırda maharetiyle dolaşan ve birer öngörü arşivi gibi insanlığı/bizi bekleyen olası yaşam varyantlarını önümüze koyan yazarlar olacak. Barış Atalay gibi.
Atalay'ın ismini daha önce duymamış olmanız kuvvetle muhtemel. Barış Atalay’ın bu ilk kitabı, bilimkurgu kategorisi kadar distopya olarak değerlendirilecek bu romanı; hem yazarını hem de metni önümüzdeki zamanlarda sıklıkla anımsanmasını ve hatta referanslar verilmesini sağlayacak bir nitelikte.
'Robotlar Tanrısı', internetin ve özellikle sosyal medyanın velinimetlerini daimi bir eğlence ve dopamin servisi olarak kullananlar dışında, metnin başında söz konusu ettiğimiz teknolojik buluşların ve yaratımların sonuçlarına dair kafa yoranların içten içe endişelendiği o günlere dair bir roman. Bugün toplumsal olanın ekonomik, kültürel, sosyolojik alanlarını alabildiğine soğukkanlı bir anlatımla kurgunun içine yerleştirmiş Atalay. Kastım şu: Metinde yaygara yapmadan, karakterlerine gereksiz nidalar attırmadan okuru olasılıkların dünyasında hatta tanıdık mekânlarında dolaştırması ilk kitabın yetkinliği açısından dikkat çekici olduğu kadar, maddi hataya asla yer vermeyecek birçoğumuz için nadir ve nadide bir bilgi birikimini yazarın edebiyatın imkânları içinde bize aktarması da gayet önemli.
Kitaba adını veren Robotların Tanrısı kim? Çağrıştırdığı şey ilkin robotların ve onların dünyasının bir anlatısı olabilir doğal olarak. Ancak o kadar basit değil. Yazar kurgusunu sistematik olarak karakterler ve onların temsil ettiklerinin, daha iyi anlaşılabilmesi adına alt başlıklarla bölümlere ayırarak bu toplamı oluşturmuş. Tahminimizce bu, yazarın işini kolaylaştırmaktan ziyade okurun zihnini ve geleceğe dair olası ihtimallere dair ilgisini diri tutmak için bilinçli bir tasarı. O sebeple kitabı yarıladığınızda karşınıza çıkacak bölümlerden birinin adı kitaba da isim olmuş. Yazar, makineler ile yarı insan yarı makine ve insanlar arasındaki gerilimli ilişkiler ağı içerisinde ördüğü metinde, bir diyalog esnasında bu tanrının ne /kim olup olmadığına hatta kimler için mevcut olamayacağına dair düşüncesini okura iletir: "Çünkü robotların Tanrısı olmaz. Hiçbir Tanrı robotları kontrol edemez, onlara emirler indiremez veya onları ateşlerinde yakamaz. Hiçbir peygamber ortaya çıkıp onlara doğru yolu gösteremez. Tanrılar sadece insanlara yapabilir. Robotların peygamberi inançsızlardır; onları doğru yolda tutanlar biziz.” …Bu diyalog, romanın ana karakterlerinden biri olan on altı yaşındaki Salda ile "İnançsızlar"ın başı arasında geçer. Salda’ya adlarının nerden geldiğini açıklamaya çalışırken bir yandan da bu yeraltı örgütünün amaçlarına dair romanın başından beri yazarın mevcut düzene itirazı olanları, onların kanallarını ve mücadele yöntemlerini okura ara ara hatırlatmasıyla; en kötü senaryoda bile değişmez bir gözükara topluluğun her daim olacağına inancımızı da geçerli kılar.
Günlük hayatımızda sıklıkla karşılaştığımız bir sözcük var: İmplant. Şu an bu sözcüğü okuduğunuzda da büyük olasılıkla bir diş operasyonu aklınıza gelecektir başta. Lakin bu kitabı okuduktan sonra algınız ve sözcüğün sizdeki anlamı kökten bir değişime uğrayacaktır. Bu implantlar devlet vatandaşı ve şirket vatandaşı olarak ayrılmış bir toplumda ebeveynlerin çocuklarının en iyi eğitimleri alıp şirket vatandaşı olabilmeleri arzusuyla yanıp tutuştuğu çiplerdir. Ve dahi bütün toplum hatalı hatasız, kötü, iyi, kusurlu mükemmel implantlarla yeniden tasarlanmış, dizayn edilmiş gibidir. Beyninizi ve dolayısıyla bütün duygu durumunuzu ve davranışlarınızı kontrol altında tutan bir kontol mekanizmasıyla bir hayat sürmek? Tahayyül bile edemiyoruz şu an… ama geleceğimizde?
Barış Atalay, nörolojik bütün katmanlarıyla birlikte beynin fonksiyonlarını mercek altına almanın yanı sıra implantlarla insanlığın yarının dünyasında da şirket’in elinde neye dönüşeceğini, devletin vasfının değersiz bir tabeladan farksız kalacağını, aramızda dolaşmaya başlayan robotların hiç de uzak bir geçmişin varyantları olmayacağını; daha şimdiden sosyal medya algoritmalarıyla birbirinin kopyası hayatlara teşne olanların olan biteni farkına varmadan biyolojik sürelerini herhangi bir organizma gibi yaşayıp tamamlamalarının sonuçlarından birinin de bu karma yapıya geçişi kolaylaştıracağını bir öngörü olarak da sunuyor okura. Yine romandan bir alıntıyla sabitleyelim bunu: "Toplumun içine sızıp gerçek hayatlar yaşayan makineler, internette yayılan her türlü saçmalığın peşinden koşan milyonlarca insan için bir efsane olarak kalmıştı. Büyük cehalet çağında yaşıyorlardı, dünya gerçeği bilmemek için adeta çıldırıyordu. İnsanlar sanki onunla karşılaşmadan çok önce gerçeğin soğuk ve kuru tadını alıyor ve onu ellerinin tersiyle geri çevirmek için bilinçsizce bir mücadele veriyordu." Sonuçta ideal bir düzen ütopyası için, daha iyi bir dünya için mücadele vermeyenler distopik olanın içinde yaşamaya mecbur kalıyorlar/dı.
Roman, kendi ülkemizde ve hatta İstanbul’da geçiyor. Bir şehrin imajlarını yeniden oluştururken yazar, bir tarafta yeraltındakilerin, mülksüzlerin, Türemişlerin, İnançsızların; bir tarafta şirketin denek olarak kullandığı obsesiflerden, Dr. Kurhan’a, şirkette yetki sahibi olan Mustafa Bey’den -ki romanda kilit bir noktadadır- Mert’e, Mir’e, Salda’ya ve Çınar’a odaklanan olay örgüsüyle bir solukta okunacak bir romana imza atmış. Eğer bir ölçüt olacaksa bu, ilk kitabını yayımlamış ve okura ulaştırmış yazarın bu zorlu kurmacadan alnının akıyla çıkmış olduğunu söyleyerek bağlayabiliriz. Okuru da romanla ilgili heveslendirmiş olmayı umut ederek son sözümüzü diyelim. Ne kadar çok çevrimdışı kalabilirseniz o kadar iyi! Bugün ve gelecekte...