Christian Petzold sineması: 'Kişisel olan politiktir'
Christian Petzold’un filmlerinin izini sürenler modern Almanya’nın içinde politik ve kültürel bir yolculuğa çıkabilir. Özellikle Berlin’in mimarisi, sokakları, kırsalı, ormanları Christian Petzold’un sinemasında bizi bekleyen hikâyeye odaklı bir görselliğin kilometre taşlarını oluşturuyorlar. Umarım biz de ülkenin tarihi dönüşümünü ve insan hikâyelerini estetize bir filmografiye dönüştüren yerli bir yönetmen yetiştirebiliriz.
Kasım ayından başlayarak MUBI Türkiye, kataloğuna Alman yönetmen Christian Petzold’un filmlerini eklemeye başladı. Daha önce Türkiye’de gösterilmeyen kısa filmlerinden televizyon projelerine kadar yönetmenin neredeyse bütün külliyatını bünyesine katan MUBI, bu ay Christian Petzold’un 2020 yapımı son filmi "Undine"yi de listesine ekleyerek çok değerli bir işe imza attı. Christian Petzold’un filmografisinin izini sürmek, modern Almanya’nın politik ve kültürel tarihinde gezinme imkânı veren eşsiz bir sinemasal yolculuk vaat ediyor.
1960 doğumlu olan Petzold, küçük bir kent olan Hilden’de doğup Berlin Freie Üniversitesi’nde Almanca ve tiyatro öğrenimi ve sonrasında Berlin Alman Film ve Televizyon Akademisi’nde film öğrenimi gördü. Alman sinemasının oldukça yaratıcı avangart yönetmeni Harun Farocki’ye asistanlık yaparak sinemaya başlayan Petzold’un usta çırak geleneği içinde Harun Farocki’yle kurduğu bağın sinemasının politik yönünü perçinlediğini söyleyebiliriz.
Seksenlerin sonunda kısa belgesellerle başladığı sinema kariyerinde, biçim olarak avangart içerik ve toplumsal bir izlek tutturduğunu görebiliyoruz. 1990 yapımı kısa belgeseli "Güney"de Türkiye’den gelen gurbetçilerin izlerini görebiliyorken 1991’de çektiği "Doğu" belgeselinde ilerleyen yıllarda sinemasında daha sık karşımıza çıkacak olan Doğu Almanya’nın Federal Almanya ile birleşmesinin izlerini görürüz. Televizyon için çektiği "Pilottinen" (1995), "Cuba Libre" (1996) ve "Die Beischlafdiebin" (1998) filmlerinde modern Alman insanının kadın erkek ilişkilerine odaklanmıştı. Görünürde politik olmayan olayları resmederek "kişisel olan politiktir" şiarını hatırlatan yönetmen, bireylerin davranışlarında ve tercihlerinde üretim ilişkilerini rolünü bize hissettiriyordu.
GÜÇLÜ BİR SİNEMA DİLİ: DIE INNERE SICHERHEIT
Sinema için çektiği ilk film olan 2000 yapımı "Die Innere Sicherheit"te, RAF örgütü üyesi çiftin yıllar sonra deşifre olmalarından sonra yaşadıkları anlatılır. "Die Innere Sicherheit" örgüt hikâyesinden ziyade bir yolculuk filmidir. Örgüt ilişkilerini bırakmamış bir çiftin 15 yaşındaki çocuklarıyla beraber yollara düşmelerinin hikâyesidir. Eski bir arabayla ve eskimeyen idealleriyle Avrupa'nın sınırsızlığında devlet olgusunun çizdiği sınırların çeperinde dolaşırlar. Orta sınıf bir hayat yaşama arzularıyla geçmişlerinden getirdikleri idealleri yolculuk boyunca filmin temel çatışmasını oluşturur. Çocuklarının ergen sancıları ise onları bir an için bile yalnız bırakmaz. Film, yeraltı yaşamının özelliklerine eğilmekle birlikte hareketten çok duygulara ağırlık veren bir yapımdı. Önemli aksiyonlar beyazperdede gösterilmeyip olayların etkileri üzerinde durulur. Söz gelimi otel odalarına hırsız girdiğinde hırsızları göremeyiz. Sevişmelerinin de sadece seslerini duyarız. Ama sevişmelerinin kızları Jeanne üzerindeki etkilerini görürüz. Filmde önemli olan olayların insanlar üzerinde bıraktığı etkilerdir. "Die İnnere Sicherheit" başarılı bir Alman yönetmenin televizyon projeleri dışındaki ilk adımlarının ayak seslerini duyuran başarılı bir çıkış filmiydi.
2000 sonrasında sırasıyla "Toter Mann/Something to Remind Me" (2001), "Wolfsburg" (2004), "Gespenster/Ghosts" (2005) "Yella" (2007) ve "Jerichow" (2008) filmlerini çeken yönetmen, her filminde yeni bir temayla ama ısrar ettiği öğelerle filmografisini zenginleştirdi. Farklı kişiliklerin birbirleriyle kurdukları iletişimin izlerini süren yönetmen "Yella" (2007) filminde kendisine zarar veren kocasından boşanmasına rağmen kendisini kurtaramayan bir kadını resmederken, Alman kapitalizminin vahşiliğini fon yapar. "Jerichow" (2008) filminde Türkiye’den gelip zengin olan Ali’yle Almanyalı Laura’nın aşksız birlikteliğinin etkilerini izleriz. Afganistan’daki savaştan dönen Thomas’ın çiftin hayatına dahil olduğunda hem ülkede yabancı olmanın yarattığı ait olamama halini hem de tahrip olmuş modern insan ilişkilerinin fotoğrafını görürüz.
KISTIRILMIŞ BİR KADIN: "BARBARA"
2012’de yönetmenin tüm dünyada tanınmasını sağlayan filmi "Barbara" karşımıza çıkmıştı. Doğu Almanya’dan yurt dışına çıkmak isten bir doktorun taşraya sürgün edilmesiyle başlayan filmde; Barbara, her hareketi gözlenmesine rağmen Batı’ya kaçma isteğinde ısrar eden bir doktordur. Sürüldüğü küçük kasabada meslektaşı André ile beraber çalışmaya başlar. André’deki çıkarsız insan sevgisi, şehirli ve soğuk doktor Barbara’nın kararını gözden geçirmesine neden olur.
Doğu Almanya’da insan neler hisseder, bir günü nasıl geçer, neler düşünür, aşkı nasıl yaşar? "Barbara" bu sorulara cevap ararken oldukça dingin davranıyor. Uzaktan bakan bir kamerayla müdahalesiz bir bakış atıyor bu kapalı döneme. "Barbara"nın izlenebilirliğini arttıran faktörlerden biri de siyah beyaz bir tabloyla karşımıza çıkmıyor olması. Batının güllük gülistanlık olduğu izlenimini yaratmıyor. Filmde özellikle oyuncular oldukça başarılı bir performans gösteriyorlar. Barbara rolündeki Nina Hoss, duru güzelliği ve gerçekçi tavırlarıyla unutulmaz. André rolündeki Ronald Zehrfeld, taşrada yaşamayı kabullenmiş iyi niyetli bir doktor hissini uyandırmada oldukça gerçekçi. Filmde dönemin ruhunu, insan ilişkilerini ve Doğu Almanya’nın kuşatıcı atmosferini hissetmek mümkün. Barbara, Stasi (gizli polis) görevlilerince sık sık ziyaret edilip -vücudu dâhil- sahiplendiği her şey didik didik arandığında, kuşatılmışlığın ne demek olduğunu bütün benliğimizle hissederiz. Bu baskılara rağmen Barbara “öteki dünya” hayalinden vazgeçmez, aşığıyla ıssız orman yollarında, şehir dışındaki otellerde buluşup planlar yapar. Bisikletiyle eşsiz manzaralı dağ yollarında gezintiye çıktığında kendisi için saklanan emanetleri almayı başarır. Emanetlerin eski ve kullanılmayan bir kiliseden kalma büyük bir haçın yakınına gizlenmesiyle yönetmen Doğu Almanya’nın dine bakışına da gönderme yapar. Kaçma planı kusursuz görünüyordur. Tek engelse Barbara’nın ilk bakışta fark edilmeyen kocaman vicdanıdır. Zira gönlünün yarısı duvarın ötesindeyse yarısı da tedavi edip tekrar çalışma kampına yollamak zorunda kaldığı iyileştirdiği genç kızda kalmıştır. Kendisi gibi Doğu Almanya’nın yaşam koşullarında hayatına devam etmek istemeyen genç kız, Barbara kadar şanslı değildir. Tâ ki çalışma kampından kaçıp Barbara’nın kapısına ulaşana kadar. Genç kız için Barbara’nın o mütevazı apartman dairesinden içeri girmek, Berlin Duvarı'nı aşmak kadar önemlidir.
Hayatta bazı önemli kararlar veririz, ömrümüzün geri kalanını etkileyen bu kararların geri dönüşü de olmaz. Barbara'nın da yaptığı plan uyarınca, Baltık Denizi üzerinden Danimarka’ya kaçma planını değiştirip kendisi yerine genç kızı açık denize yollaması böylesi bir karardır. Baltık Denizi kıyısındaki o uzun gece bekleyişinden sonra ansızın geçenin kör bir saatinde denizden çıka gelen siyahlar içindeki bir dalgıç onları karşılar. İki kişiyi gören dalgıç hiçbir şey söylemez sadece tek parmağını kaldırır. Götüreceği bir kişi vardır. Uçsuz bucaksız denizin içindeki dalgıcın küçük fenerinin Batının özgürlüğünü simgelediğini varsayarsak, Simsiyah halini ise kapitalizmin acımasızlığına yorabiliriz. Yönetmen güzel doktoru Doğu Almanya’nın soğuk ve yağmurlu gecesinde bir başına bıraktığında, Murathan’dan alıntılarsak “cevabı ömür süren bir soru”yla da bizi bir başımıza bırakır: Gitmek mi zor kalmak mı?
PETZOLD FİLMOGRAFİSİNİ ZENGİNLEŞTİRİYOR
Alman sinemasında bazı dönemler adeta adı konmamış bir yasak gibi oldukça az filmle anılırlar. 2000 sonrası Nazi dönemi hikâyeleri çoğalsa da 1945 sonrasının tahrip olmuş ülkesini resmeden film bulmak oldukça güçtür. 2014’de "Phoenix" filmiyle Almanların gözlerini kapattıkları bir dönem olan 1945 sonrasının yıkım dönemine eğilen yönetmen, Rainer Werner Fassbinder’in 1978 'de çektiği "The Marriage of Maria Braun" (Maria Braun’un Evliliği) filmini hatırlatan bir Nazi sonrası yüzleşme filmi ortaya koymuştu. Şiirsel üslubuyla Almanya’nın en kaotik dönemini yansıtan Christian Petzold, filmografisine özgün bir film eklemişti.
2018’de "Transit " ile göçmenlik olgusuna zamanlar üstü bir bakış getirmiş, 2020’de "Undine" filmiyle Berlin’in mimari dönüşümünü mitolojik göndermelerle bezeli bir aşkın içine yedirmişti. Arada 1971’den beri devam eden Alman TV dizisi "Police Call 110" için de 2 bölüm çekerek Alman popüler kültür ortamında özgünlüğünü koruyarak yer alan yönetmenin, geniş kitlelerle bağını koparmamayı önemseyen bir tavır takındığını söyleyebiliriz.
AYNI OYUNCULARLA ISRARLI BİRLİKTELİK
Christian Petzold’un filmlerinde aynı oyuncularla kurduğu derin bağ filmleri izlemeyi daha keyifli bir hale dönüştürüyor. "Toter Mann/Something to Remind Me" (2001), "Wolfsburg" (2004), "Yella" (2007), "Jerichow" (2008), "Barbara" (2012) ve "Phoenix" (2014) filmlerinde kadın başrol oyuncusu hep Nina Hoss’tur. Aynı oyuncuyla çalışmak sette daha konforlu bir alan yaratsa da izleyiciye daha önceki filmdeki rolünü hatırlatma riski oldukça büyük olmasına rağmen yönetmen her yeni filmde aynı oyuncunun farklı bir kimliğe bürünmesini sağlayabiliyor. "Transit" (2018) ve "Undine" (2020) filmlerinde de Franz Rogowski ve Paula Beer ikilisiyle çalışmaya başlayan yönetmenin aynı oyuncularla yarattığı uyumu filmlerin gerçekçi üslubunda hissediliyor.
Christian Petzold’un filmlerinin izini sürenler modern Almanya’nın içinde politik ve kültürel bir yolculuğa çıkabilir. Nazi dönemi sonrası, RAF örgütünün insanlar üzerindeki sarsıcı etkisi, kapitalizmin yarattığı tahribatlar, Almanya’daki Türklerin varlığı, Doğu Almanya’nın insan hikâyeleri, Demokratik Almanya ve Federal Almanya’nın birleşmesinin ekonomi politik etkileri, mülteci meselesi gibi modern Almanya’nın 20. yüzyıldan 21. yüzyıla taşıdığı bütün toplumsal dinamikleri onun filmlerinde oldukça kişisel hikâyeler üzerinden takip etmek olasıdır. Özellikle Berlin’in mimarisi, sokakları, kırsalı, ormanları Christian Petzold’un sinemasında bizi bekleyen hikâyeye odaklı bir görselliğin kilometre taşlarını oluşturuyorlar. Umarım biz de ülkenin tarihi dönüşümünü ve insan hikâyelerini estetize bir filmografiye dönüştüren yerli bir yönetmen yetiştirebiliriz.
Rıza Oylum Kimdir?
1984 İstanbul doğumlu. İstanbul Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans, Trakya Üniversitesi’nde aynı alanda yüksek lisans eğitimi aldı. Varlık, Virgül, Agora, RadikalGenç, Birgün, Cumhuriyet Kitap, Film Arası, Kitapçı, Sendika.org, ve Edebiyathaber.net gibi farklı mecralarda sinema ve edebiyat merkezli metinler yayımladı. Uzakdoğu Sineması, Rus Sineması, Alman Sineması, Ortadoğu Sineması, Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri, Doksanlar, Dünya Yazarlarından Yazarlık Dersleri ve İran Sineması kitaplarını yazdı. Ulusal ve uluslararası festivallerde jüri, küratör ve yayın editörü görevlerinde bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında ülke sinemaları üstüne konferanslar verip workshoplar yaptı. Halihâzırda bir vakıf üniversitesinde sinema tarihi dersleri veriyor. Seyyah Kitap’ın genel yayın yönetmenliğini sürdürüyor.
'Hemme'nin Öldüğü Günlerden Biri': Israrla Kürtçesiz 02 Ekim 2024
'Dışavurumcu' İran sineması: Festivale film çekmek 07 Eylül 2024
Tuncay Akça’nın bilinmeyen başrolü: Bebek 21 Ağustos 2024
İktidardan muhalefete sürdürülemeyen film festivalleri 16 Haziran 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI