YAZARLAR

Çiçekler ve dikenler

Devamlı tekil politikalar üzerinden yükselen politik söylem, kendi çiçeklerini sulayıp büyütüyor, “sıradan”ı başkasına yönelik her türlü söylemi ve uygulamayı kabul ettirecek şekilde biçimliyor. Sadece sosyal medyada kendi dışında kalana yönelik gelişen nefret söylemi bile bunun hakkında yeterince fikir veriyor.

Geçtiğimiz günlerde devletliler, “İnsan Hakları Eylem Planı” adında bir metin açıkladılar. Türkiye’ye yıllardır tanıklık edenler için pek ciddiye alınacak yanı yoktu açıkçası ki bu nedenle tepkilerin çoğunluğu ironi içeriyordu. Ayrıca, bir yerde insana dair hak açıklanıyorsa orada haksızlık olduğunun kabul edildiğini de düşünmek gerekir değil mi? Ancak bu eylem planının kapsadığı insan kim sorusu başlı başına üzerinde durmayı hak ediyor bana kalırsa. Bunu tartışmaya sebeplerden biri bildiri okunurken kurulan şu cümle mesela: “Bir çiçeğe su verirken, az su vermek onu kuruturken, fazla su vermek de onu soldurur. Susuzluktan boynu ekilmiş bir çiçeğe su vermek adalet iken, dikene su vermek zulüm olabiliyor.” İnsan türü Neolitik Dönem itibariyle bir ayıklama işlemi başlatıyor doğada, James C. Scott buna “basitleştirme” adını verir, “florada faydalı bulduğu belirli türleri geliştirip, gereksiz bulduğu diğer türleri engellemek”(1) diye tanımlar kısaca, bunun anlamı türümüze yararlı olanın veya estetik görünenin korunması, zararlı görünenin ayıklanmasıdır. Bu ayıklama faaliyetinin yorumunu biraz genişletip, devlet politikaları ekseninde düşünürsek şöyle bir yoruma ulaşabiliriz. Bir devlet kendi sınırları içinde yaşayan ve onun iktidarını aşındıran gruplara “diken” muamelesi yapabilir, ona dair tüm hakları askıya alarak, onu ayıklanması gereken bir şey olarak tahayyül edebilir. Sulanması, büyütülmesi gereken “çiçek” devletin yararına olanken, su verilmesi zulüm olarak görünen “diken” onun gücünü eksiltme ihtimali taşıdığı için yok edilmesi gereken olarak kurulabilir.

O zaman şu soruyu sormak gerekir, bu bildirinin muhatabı olan insan kimdir? Bu coğrafyada yaşayan tüm insanları kapsamadığı aşikâr değil mi? Çiçekler, devlet iktidarını içselleştirmiş, onun gücünü arkasına alarak, sulanmayı hak edenler; dikenler, Kürtler, Aleviler, Ermeniler, LGBTİ+lar, KHK’lılar, hakları için direnen işçiler dersek aşırı yorumlamış olur muyuz, sanmıyorum.

Memleket tarihine baktığımızda, bu ülkede farklı olana uygulanan politikalar gösteriyor ki iktidarın tahakküm kuramadığı tüm gruplar ayıklanması gereken “dikenler” olarak tahayyül ediliyor, devlet iktidarı için zararlı görülen farklı gruplar, “insandışılaştırma” pratiğiyle karşı karşıya bırakılıyor, kendisine benzetemediğine yaşam alanı tanımamak, hakkını gözetmemek de bu politikanın parçası. Karşısındakini insan olarak görmemek onun acı çekebileceğini, üzüleceğini, yaralandığında kanayacağını görmemeye neden olur; karşısında artık yok sayılması gereken bir canlı vardır, tıpkı yukarıda bahsettiğimiz doğaya uygulanan “basitleştirme” pratiğinde olduğu gibi karşısındakini insan olmaktan çıkarmak onu zararlı bir bitki, yok edilmesi gereken bir canavar olarak görmek anlamına gelebilir. “Black Mirror”ın üçüncü sezonunda bir bölüm vardı, bir grup asker “böcekler” olarak görülen grubu yok etmeye programlanmışlardı, kafalarına yerleştirilen beyin implantı, düşmanlaştırılanların yüzlerini ve vücudunu korkutan bir yaratık olarak görmelerini sağlıyordu. Böylece, askerler aslında görünüşte kendilerinden çok farklı olmayanları “böcekler” olarak görüyor ve onları yok ediyordu. Devletlerin başkaya dair politikasının iyi bir göstergesiydi bana kalırsa bu bölüm. Karşısındaki düşman olarak kurduran, onu insan olarak görmeyi bıraktıran, kendi varlığını onun yokluğu üzerinden işleten bir politika. Adorno’nun Yahudileri insan olarak görmemeye giden süreçten bahsederken söylediği gibi, “baskıcı toplumda, insan kavramının kendisi de Tanrının suretinde yaratılmanın bir parodisidir. ‘Marazi dışa yansıtma’ mekanizması, iktidardakilerin, insani olanı tam da farklı olandan kendilerine yansıtmak yerine, ancak kendi yansıtılmış imgelerini insan olarak algılamalarına yol açar…”(2) İktidarın, “İnsan Hakları Eylem Planı”nı bu açıdan düşündüğümüzde, bu bildirinin kapsadığı insanın, kendi imgelerinin yansıdığı insanı içerdiğini söylememek için bir sebep var mı emin değilim, coğrafyamızın devlet pratiğine ve politikacıların söylemine baktığımızda, farklı olandan yüze yansıyan bir bakış göremiyoruz, tam tersine kendi yüzlerinde kaybolmuş, her yere yayılan tek sesli, tek bakışlı bir yüz görüyoruz.

Devamlı tekil politikalar üzerinden yükselen politik söylem, kendi çiçeklerini sulayıp büyütüyor, “sıradan”ı başkasına yönelik her türlü söylemi ve uygulamayı kabul ettirecek şekilde biçimliyor. Sadece sosyal medyada kendi dışında kalana yönelik gelişen nefret söylemi bile bunun hakkında yeterince fikir veriyor. Çünkü devlet iktidarı kendi “kalabalığını” yaratarak varlığını sürdürebileceğini biliyor, böyle bir durumda devlet kendi imtiyazlı gruplarını yaratıyor, onun insan kategorisi de bu grubu kapsıyor. Don Delillo’nun 'Beyaz Gürültü'(3) adlı kitabında, karakteri Jack Gladney, Hitler çalışmaları yapan bir akademisyendir onun bu çalışmaları yapmasının simgelediği şey gücün yanında olarak, duyduğu varlık sıkıntısını ve “ölüm korkusunu” bastırmak olarak görülebilir. Çünkü kitapta, kalabalıkların Hitler'in etrafında toplanmasının sebebi de “ölüm korkusu” olarak gösterilir. “Kalabalıklar kendi ölümlerine kalkan oluşturmaya gelmişti. Kalabalık hâline gelmek, ölümü uzak tutmak demektir. Kalabalıktan ayrılmak ise birey olarak ölmeyi göze almak, ölümün karşısına yalnız çıkmak anlamına gelir. Kalabalıklar işte en çok bu sebepten dolayı geldiler kalabalık olmak için.” İnsanların sivil ölüme mahkûm edildiği, yaşamın anlamının ölümle iç içe geçtiği bir ortamda yaşarken, bunları düşündüğümüzde hem yaratılmak istenen imtiyazlı kalabalığın hem de onun dışında kalanın durumu hakkında düşünebiliyoruz. Kalabalığa katılmak, devletin başkasının bedenine yönelik politikalarına tanık olanın korkusuzca yaşaması, kendisini kurtarması anlamına geliyor, haysiyet, utanç gibi etik tavrın da çok önemsenmediği bir toplumda “büyütülmesi gereken çiçekler “olmanın cazibesi, bir süre sonra başkasına dönük her türlü kötülüğü normal görmeye, devletin pratiğine ortak olmaya götürüyor. Devlet için kendi insan grubunu yaratmak, politikalarını pratiğe geçirmek için elzem. Bu nedenle devletin insan ve hakkı iç içe geçirerek oluşturduğu her söyleme dikkatli yaklaşmak gerekiyor çünkü kalabalığa katılmayı seçmemişseniz o insan kategorisinin kimi kapsayıp kapsamadığı önemli oluyor.

Şunu da hatırda tutmalı, biraz tarımla uğraşan herkes bilir ki ayrık otları, dikenler kolaylıkla yok edilemez, her yıl arıtılır, yok edilir ama tekrar yeşermeyi bilirler. Devlet, kendi insan kategorisini yaratma çabasında olsa da, başkasını yok etmeye yönelik her türlü pratiği devreye soksa da dikenlerin de günü gelecektir, en azından etik olan korkuyla veya başka nedenle kalabalığa katılmaktansa, diken olarak kalabilmeyi becerebilmekle de ilgilidir çünkü insani olan, yukarının belirlediğinden başka bir varlık olarak kendini tahayyül edebilmeyi gerektirir fikrimce. Ayrıca, insana dair haklar onun verili kimliğinden kaynaklı olmaktan çok bireyin olduğu şey ne ise o nedenle zaten sahip olması gerekendir. Bu nedenle açıklanan bildirinin açıkçası bu coğrafyanın ezilenleri açısından pek kıymeti yok ki daha bildiri açıklanırken devletin ortaya koyduğu politikalar bunun en açık göstergesi.

Dipnotlar

  1. Scott, J., C., (2008), “Devlet Gibi Görmek, ‘İnsanlık Durumunu Geliştirmeye Yönelik Projeler Nasıl Başarısız Oldu’” s. 396, (Çev. Nil Erdoğan), İstanbul: Versus Kitap.
  2. Adorno, W., T., (2009), “Minima Moralia”, s. 110, (Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan), İstanbul: Metis.
  3. Delillo, D., (2018), “Beyaz Gürültü”, (Çev. Handan Balkara), İstanbul: Siren Yayınları.

Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.