Çıngıraklı
Şiirlerde azgın bir insan hakları savunucusu, herkese gözyaşı dökecek kadar duygulu, barış isteyecek kadar hümanist, özgürlük için şiirlerini ateşe verecek kadar da gözü kara olan bir şair...
Yılda iki defa sesinden, varlığından haberdar olduğumuz gizemli bir misafirimiz olurdu. Sıcağın ateş topu gibi göklerden aşağıya indiği günlerde taşın içindeki suya gelirdi. Sesi varlığının ispatıydı. Görmek için ne kadar çabalasak da kendisini göstermemeyi başarıyordu. Herhalde susuzluktan, kuraklıktan suyumuza tenezzül ediyordu. Yoksa yüzümüze bakmayacak kadar insandan korkuyordu. Misafirimiz Marê Reş/Kara Yılan’dı. Karayılan ismi kendisini görmediğimiz içindi, belki benekliydi, belki white mocha rengindeydi, belki gri pulluydu. Seçeneklerimiz birden fazlaydı.
Görmediğimiz bize karanlık geliyordu. Tıpkı ilk atalarımızın görmediklerinden tanrılar yaratmaları gibi. Demek can çıkıyordu huy çıkmıyordu. Gelişini de başka bir dost, Bozo haber ederdi. Korkudan olsa gerek öfkeli ve üst üste havlardı. Uzun süren bu gürültülü karşılaşma gelişimizle biter, Bozo sessizleşir, misafirin sesiyle merhabalaşırdık. İlk karşılaşmamızda kendisini öldürmek veyahut korkutup kaçırmak için epeyce çabalamıştık. Tıslaması bir meydan okumaydı. Sessiz kalmamıştı onu öldürmek için gelenlere. Ama savaşın bir hile olduğunu da pratiğiyle bize göstermişti, sesi vardı görüntüsü yoktu. Şimdilerde havalarda uçan dronların sesi gibi. Ya da sivil ve masum çocukların başlarına yağdırılan bombalar gibi ses vardı görüntüsü yoktu.
Nasıl bir kabiliyetse sesini işitiyor, kendisini görmüyorduk. Daha sonraki karşılaşmalarda sesini duyduğumuz Marê Reş’i artık görmek istiyorduk. Kaşını, gözünü, endamını görmekti arzumuz. Göstermedi kendini. Direndi ve bir tanrı gibi kaldı aklımda. Zamanı ve bitişi tayin eden oydu. Bize karşı verdiği görünmeme direnişini zaferle taçlandırmıştı. Gelişinin amacı vardır, hepi topu bir avuç su içindi ne zarar ne de ziyanı oldu. Minneti dağ başınaydı, doğanın sunduğuyla yetinerek verdiği savaşı başarıya ulaştırmış ve varlığını devam ettirmişti. Yeraltında saklanarak dinleri ve dilleri korumuş rahiplerin çilekeş sabrı üstün gelmişti. Bugün farklı alanlarda yeraltında milyonlarca insan yaşam mücadelesi veriyor. Tüneller, metrolar, sığınaklar insanlarla dolu. Tabi yeni düzenin inşası için kurbanlar gerek. Zayıf düşmüş, hırpalanmış kurbanlar gerekiyor.
Ülkede ne kadar kötülük, olumsuzluk varsa, dört bir taraftan kuşatılmış öteki ve öteki bile kabul edilmeyen; sesi duyulan ama varlığı inkâr edilen Kürtlerin üzerine rahatlıkla yıkılabiliyor. Bu kibirli alışkanlık bize bir kez daha gösterdiği can çıkıyor ama huy çıkmıyor. Günahkâr lazım bu topluma. İlk atılan taştan toplu atılan taşlara vardık. Birkaç hafta önce 15 yaşında mülteci bir çocuk Sarıyer parkında arkadaşlarıyla oynarken maskeli kişiler tarafından yaşamdan koparıldı. Ailesiyle sessizce, çoğu zaman korku içinde yaşadıklarını kim inkâr edebilir? Bazı duygular her yerde aynıdır. Tehdit altında yaşayan mülteci çocuk, savaştan canını kurtarmış çocuk, dünya başkenti güzel İstanbul’da öldürülüyor. Suriyeli Abdullatîf Davvara ve nicesi ırkçı, gerici, yobaz toplumlar için sadece bir kurban ve günahkârdı. Bazen bu günahkâr doğanın ta kendisi oluyor, acımazsızca tahrip edilip birilerinin karnını değil gözünü doyurmak için verilen kurbanlar. Ülkemizde kirlenmeyen/kirletmedikleri su kaldı mı acaba ya delinmeyen dağ, talan edilmeyen orman. Neyse ki doğamızda inatçı olduğundan köklerinden aldığı muazzam enerjiyle bu canı çıkan ama huyu çıkmayanlara karşın direniyor. Zafer gözü doymayanların değil karnı doyanların olacak!
Mamoste Rıfat Roni tutuklandı. Kültür ve dil emekçileri, öğretmenler adliye koridorlarında, soğuk ve kirli nezarethanelerde günlerce neden bekletildi? Çöküyor, hızlı ve öfkeli biçimde çöküyor. Tıpkı sesini duyduğu ama göremediği Karayılana havlayan Bozo gibi tedirgin. Mamoste Roni’nin her mevsim kelimelerinden tomurcuklar patlıyor. Mamoste Roni’nin kelimeleri sizleri korkutmasın. Kelimelerin gücüne inanın, iyileştirici gücüne, anlamayı sağlar, korkmanız için hiçbir gerekçeniz olmaması gerek. Lakin yaratmak istedikleri korku imparatorluğu için korkutmaktan daha iyi malzeme olmadığını ara ara pişirilen gündemlerden anlıyoruz. Bunca şair ve retorik ustaları boşuna mı döktürdü tabletlere, parşömenlere harfleri. Mamoste Roni şahsında dil emekçilerini, öğretmenlerimizi ne unutacağız ne de unutturacağız.
Gidip duvara anlatsam kelimelerimin ve kültürümün yaşadıklarını duvar küser, belki olduğu gibi tuzla buz olur. Dilin ayaklar altına alınması ve gözden düşürülmesi için çok fazla metot, uygulayıcı pratikler gerçekleştirdiler. Hayatın her alanında nasıl gözden düşürebiliriz, diye filmler yapıldı, tiyatrolar sahnelendi, kitaplar yazıldı. Güney Afrika’da Zulu ve Xhosa dillerinin beyazlar tarafından imlenişi ve daha sonra o dili konuşanlar arasında da varlığını gösterdiği: sefalet, cahalet, fakirlik, çaresizlik, eziklik olarak görülüyordu. Beyaz adam türlü türlü oyunlarla bu iki kadim dili deyim yerindeyse her yerden silmişti. Başarılı olmuştu beyaz adam. O dili konuşan, o toprakların gerçek sahibi olan yerli halk kendi dilinden yüz çevirmişti. İyi hatırımdadır; bir dönem Kürtçe konuşmak adeta utanç verici bir şey haline getirilmişti. İnsanlar dillerini sokakta rahat konuşamıyordu. Dilimiz evlerin içine hapsedilmişti.
Güney Afrika’da uygulanan dil politikası meyvelerini vermişti lakin Kürtçe kefeni yırtmıştı. Ülkede yaşayan kaç dil bıraktılar? General Faşist Franko İspanya iç savaşından sonra İspanyolca dışında tüm dilleri yasakladı. Yıllarca bu faşizan uygulama devam ettirildi. Dönemin yazarları, çizerleri bu yasak karşısında çoğunluk sessizdi, ses çıkaranlar da ya mezarda ya da zindanlarda çürütülmekteydi. İran’da Zara Mohammedi’yi tutuklayanların Franko’dan aşağı kalır yanı var mı? Yok. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yasak olan Kürtçe’ye, 12 Eylül darbesiyle artan saldırlar, ortadan kaldırma girişimleri direnişle akamete uğratılmış ve bugünlere Mamoste Roni’leri getirmiştir. Mohammedi’ler Roni’ler direnirken karşı cephe ya da yakın cephe dediğimiz, üç-beş yüzeysel noktada buluştuğumuz aydınlar, yazarlar, düşünceli dergi çevreleriyle denk gelişlerimizden biri de Cumartesi Anneleri'dir.
Her hafta olmasa da fırsat buldukça, aşağı yukarı iki haftada bir Cumartesileri Galatasaray Meydanına giderim. Evlatlarını, kardeşlerini, yakınlarını ve yoldaşlarını arayanlarla dayanışırız. Ne diyordu Arjantinli Anneler: Kaybedilmiş bir mücadele yoktur, vazgeçilmiş bir mücadele vardır, diyorlardı. Şiirlerde azgın bir insan hakları savunucusu, herkese gözyaşı dökecek kadar duygulu, barış isteyecek kadar hümanist, özgürlük için şiirlerini ateşe verecek kadar da gözü kara olan bir şair elime bir gazete tutuşturdu. Özel sayıydı. Cumartesi Anneleri’nin 1000. Haftasına özel çıkarılmıştı. Sayı tamamen anneler ve onların mücadelesini konu alan şiirlerle doldurulmuştu. Gazetenin editör yazısında şöyle diyordu: Onlar aşkın ve barışın geleceği için gece gündüz bir “yeryüzü çiçeği” büyüttüler. Latin Amerika’dan, Anadolu’ya, Anadolu’dan Ortadoğu topraklarına kök salmış… Şairimiz tüm dünyayı dolaşmış, kaç defa kaç yerden geçmiş, aşağı yukarı sallanıp durmuş. İsim üstüne isim saymış. Hepsini aşkla muhabbetle anmış, lirizmin doruklarında dolaşmış. Demokrat, özgürlükçü, hak savunucusu, sosyalist, doğa ve hayvan dostu. Tam geldi geliyor, diyorsun bir bakmışsın son çıkıştan başka bir kıtaya direksiyon kırmış. Gelin görün ki her hafta meydanlardan seslerini duyuran Kürt Anneleri’nin ülkesini pas geçmiş. Karşımızda çıngıraklı bir zihniyet var, sistemin hizası dışına çıkamayanlar bize özgürlük mücadelesinde olsa olsa köstek olur. Yolu uzatır, tartışarak yorar, meşgul eder, oyalar… Kürdistan artık “pas geçilecek” günleri geride bıraktı bay şair…